Osmanlı Devleti 1

(Hicrî: 699-1340; Mîlâdî: 1299-1922)

Osmanlılar, Oğuzların Kayı boyuna mensupturlar. Orta Asya’dan göç ederek diğer Oğuz beyleriyle birlikte, şimdi İran hudutları dahilin­deki Horasan’ın Mahan bölgesine yerleştiler. Önce Selçuklular sonra Harzemşahlar devletinin idâresi altında yaşadılar. Târihte Moğol is­tilâsı olarak bilinen Cengiz’in ordularına karşı, Harzemşahlar safla­rında büyük hizmetler yaptılar. Harzemşahlar devletinin yıkılmasıyla, Moğol istilâsından kaçarak, 50.000 kişiyle Anadolu’ya gelip Anadolu Selçuklu Devletine sığındılar. Kabîle reîsi olan Süleymanşah, Ca’ber kalesi yakınında Fırat nehrin­den geçerken boğuldu. Süleyman Şâh’ın(50) vefâtından sonra kabîlesi dağıldı. Dört oğlundan biri olan Ertuğrul Gâzi, dağılan aşîretlerden birine reis oldu. Ertuğrul Gâzi, içlerinde kardeşi Dündar Bey’in de bu­lunduğu, kendisine bağlı 400 çadır (âile) ile batıya doğru hareket etti. İleride Osmanlı Devleti’ni meydana getirecek olan bu aşîret, Sivas ya-kınlarında Yassıçemen denilen yerde konakladıkları sırada, Selçuklu ordusu ile Moğol ordusunun muhârebesine şâhid oldular (M. 1230). O esnâda Selçuklular mağlup durumda idi. Gâlip tarafa yardım edelim diyenler olmuşsa da Ertuğrul Gâzi; “Bu, yiğitlik ve mertlik esaslarına sığmaz” dedi ve ‘Allah, Allah’ diyerek savaşmakta olan zayıf ve mağ­lup tarafa yardım etmeyi uygun buldu. Böylece yenilmekte olan Selçuklular’ın yardımına koşarak, gâlip gelmelerini sağladılar. Bunun üzerine Selçuklu hükümdârı Sultan Alaeddîn Keykubât, onları taltîf için Ankara yakınlarında Karacadağ yöresini iktâ olarak verdi. Ertuğ­rul Gâzi, aşîretiyle önce buraya, Kösedağ savaşından (M. 1243) sonra da Söğüt’e yerleşti. Ertuğrul Gâzi, bir gece Söğüt’te Şeyh Edebâli’ye müsâfir olduğunda, kendisine i’zâz, izzet ve ikrâm edildikten sonra istirâhat etmesi için hazırlanan odasına götürüldü. Ümmî bir aşîret reîsi olan Ertuğrul Gâzi, odanın raflarındaki kitapların ne olduğunu sordu. Kendisine; “Bunlar, Allâhü Teâlâ’nın, Peygamber Efendimiz Hazretleri’ne semâdan indirdiği Kur’ân-ı Kerîm ve tefsirleridir. Cenâb-ı Hak bütün emirlerini onda beyân etmiştir. İçinde, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emir­leri, yasakları, hükümleri olan Allah Kelâmıdır” diye cevap verildi.

 

İstirâhat etmesi için yanından ayrılındığında, Ertuğrul Gâzi, Allah Kelâmı’nın bulunduğu bir odada uzanıp yatmaktan hicâb duydu. Ab­dest alıp namaz kıldıktan sonra el bağlayıp Kur’ân-ı Kerîm’e yönele­rek, hürmeten sabaha kadar uyumadan bekledi. Uzun gecenin seherinde uyuklayınca bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında, bağrından bir ağa­cın bittiğini, kısa zamanda dallanıp yeşererek gölgesinin bütün dün­yâyı kapladığını gördü ve kendisine Mevlâ-i zü’l-Celâl tarafından; “Sen benim kitâbıma bu kadar ihtiram ve ta’zimde bulundun, ben de senin evlâdını kıyâmete kadar dâim olacak bir saltanat ile tekrim ettim” diye hitap geldi. Böylece kendisine, o gece Cenâb-ı Hakk tara­fından, dünyâya ilim, irfan ve medeniyet saçacak bir saltanatın müjdesi verilmiş oldu. Kendisi ve ayrıca oğlu Osman Gâzi de bu ve buna ben­zer daha bir çok rü’yâlarla tebşir edildiler.

 

Târihçilerin, Osman Gâzi tarafından kurulan ve ona izâfeten “Os­manlı Devleti” adı verilen bu büyük devlet hakkındaki ortak fikirleri hülâsa olarak şöyledir:

 

Türk ve islâm târihinin en muhteşem devri Osmanlılara âittir. Onlar, millî ve islâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkibi, siyâsî istikrâr ve ictimâî adâletleri sâyesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvâsının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.

 

Osmanlı hânedânı, dünyâda hiç bir âileye nasîb olmayan büyük ve dâhî pâdişahları birbiri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmekle kalmadı, onu millî, İslâmî ve insânî ide­aller çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihan hâkimiyeti düşün­cesinin de en sağlam teşkilâtı hâline getirdi. İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için îlân ettiği yüksek esaslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, ashâb-ı kirâm ve tâbiînden sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.

 

Osmanlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip ol­maktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdir edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişahlar, savaşta ve barışta, kânunların dü­zenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. Her işlerinde âlimlerle istişârede bulundular. Devlet nizâmlarının hazırlanıp düzenlenmesini ve teftişini onlara havâle edip, idârî mes’ûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmanlı Devle­ti’nde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkîde idi.

 

1- Osman Gâzî

(Hükümdârlığı: M.1299-1326)

 

Ertuğrul Bey’in vefâtı ile, H.680 (M.1281) yılında aşîretin başına oğlu Osman Gâzî geçti. Osman Gâzî, Hicrî 699 (M.1299) yılında müstakil Osmanlı Devleti’ni kurdu. Osman Gâzi, İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkîlat ve müesseselerini safha safha devlet düzenine yerleşti­rip, mükemmelleştirdi. Teşkîlât ve müessesesini kurarken İslâm dîni­nin farzlarından cihat emrini de yerine getiriyordu. Devamlı genişleyip teşkîlatlanan Osmanlı’yı ortadan kaldırmak isteyen Bizans Kayseri’nin üzerine gönderdiği orduyu Osman Gâzi, M.1301’de İznik’in kuzey do­ğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşıladı ve yapılan muhare­bede muzaffer oldu. Osman Gâzi babasından devraldığı 4800 km2’lik topraklarını 16.000 km2’ye çıkardı.

 

Osman Gâzi, az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlup edip, zaferler kazanan üstün bir kuman­dandı. Dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve dünyânın en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi kurduğu hânedanla; üç kıta, yedi iklim, her çeşit ırk, dil, din, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı bünyesinde Osmanlı adı altında toplayarak, Kur'ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerince övülen mânevî hizmetlerin mîras­cısı ve idârecilik vasfının 13. asırdan 20. asra kadar nesillere inti­kalcisidir. Osmanlı Devleti, şer’î mes'elelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince halletti. Kazâ merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar, Hanefî mezhebine göre karâr verirlerdi. Osman Gâzi zamanında askerî teşkilat Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvet­lerine dayanıyordu.

 

2- Orhan Gâzi

(Hükümdârlığı: M.1326-1359)

 

Osman Gâzi’nin vefâtından sonra yerine oğlu Orhan Gâzi geçti. Orhan Gâzi, Türkler’in Rumeli’ye geçişini kolaylaştırdı ve ilk devlet teşkîlâtını kurdu. Osmanlılarda ilk câmî ve medreseyi M.1333-1334 tâ­rihlerinde İznik’te Orhan Gâzi yaptırdı. Bursa medresesini kurdu. İlk “Sultan” lakabı da onun zamanında kullanıldı. İlk gümüş osmanlı pa­rası onun zamanında basıldı.

 

3- Sultan Birinci Murad (Hüdâvendigâr)

(Hükümdârlığı: M.1359-1389)

 

Orhan Gâzi’nin oğlu olan Sultan I. Murad zamanında Osmanlılar Avrupa’da yerleştiler ve te’sir sâhaları bütün Balkanlar’ı içine alan bir genişliğe erişti. Osmanlılar’ı Balkanlar’dan atmak üzere Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden teşekkül eden büyük Haçlı ordusunun, M.1389’da Kosova’da yok edilmesi, Türk târihinin mühim hâdiselerinden ve örnek imhâ hareketlerinden biri olarak tâ­rihe geçti. I. Kosova Meydan Muhârebesi’nde bir sırplı tarafından şehid edilen Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın son sözleri şunlar olmuştur:

 

“İslâm’ın muzafferiyeti benim şehit olmama bağlı ise, şahâdet şer­betini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz etmiştim. Duâm kabûl buyruldu. Hazret-i Allâh’a hamd ve senâ olsun ki, İslâm askerlerinin zaferini gördükten sonra hayâtım sona ermektedir. Oğlum Bâyezid’e bîat ediniz. Sakın esirleri incitmeyiniz. Mal ve canlarına tecâ­vüz etmeyiniz. Ben artık sizleri ve muzaffer ordumuzu Cenâb-ı Hakk’a emânet ediyorum. Mevlâ, devletimizi bütün fenâlıklardan korusun!”

 

4- Sultan Yıldırım Bâyezid

(Hükümdârlığı: M.1389-1402)

 

Sultan I. Murad’dan sonra yerine oğlu I. Bâyezid Han tahta çıktı. Cesâ­reti ve savaş ânındaki fevkalâde sür’atli hareketi yüzünden “Yıldırım” lakabıyla anılan Bâyezid Han’ın ömrü, islâmiyeti yaymakla geçti. Türk­lüğün ve islâmiyetin Rumeli’de yerleşmesini sağladı. Niğbolu Muhârebe­si’yle Haçlıları mağlup etti. Haçlılar’ın gâyesi, Osmanlıyı Avrupa’dan, hattâ Anadolu’dan atarak Kudüs Krallığı’nı yeniden kurmaktı. Büyük bir kumandan olan Yıldırım Bâyezid 13 yıl gibi kısa bir sürede babasından devraldığı 500 bin km2’lik ülkeyi 942 bin km2’ye ulaştırdı. Yıldırım Bâyezid Han’ın Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşmesi ve çok geçmeden de esâ­ret hayâtına dayanamayarak kederinden vefat etmesi üzerine şehzâdeler arasında taht kavgaları başladı. Osmanlı Târihi’nde M.1402-1413 yılları arasında geçen bu zamana “Fetret Devri” denilmektedir.

 

5- Sultan Çelebi Mehmed

(Hükümdârlığı: M.1413-1421)

 

Yıldırım Bâyezid Han’ın oğulları arasında süren taht kavgaları se­bebiyle başsız kalan devleti, oğullarından Çelebi Mehmed toparladı ve Osmanlı birliğini yeniden sağladı. Bu bakımdan kendisine Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu gözü ile bakılır.

 

6- Sultan İkinci Murad

(Hükümdârlığı: M.1421-1451)

 

Sultan Çelebi Mehmed’in vefatından sonra oğlu İkinci Murad tahta geçti. Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan İkinci Murad Han, Varna ve Kosova’da Haçlılara karşı Türk Târihi’ne altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı.

 

7- Fâtih Sultan Mehmed

(Hükümdârlığı: M.1451-1481)

 

İkinci Murad Han’ın vefâtından sonra yerine oğlu Fâtih Sultan Meh­med Han tahta geçti. Peygamber Efendimiz’in sekizyüz küsûr sene önce buyurduğu ve “İstanbul mutlakâ fetholunacaktır. Onu fetheden emîr (hükümdâr) ne güzel emîrdir ve onun askeri ne güzel askerdir” diye verdiği müjdeye ve Fahr-i Kâinât’ın medh u senâsına mazhar oldu ve yıkılmaz zannedilen Bizans’ı yıktı. İstanbul’u fethetti(51) (Hicrî. 857, M. 1453). Böylece “Ortaçağ”ı kapatıp “Yeniçağ”ı açtı. İstanbul’un fethinin mânevî cephesini, Mirât-ı Kâinât’dan aldığımız aşağıdaki satırlar çok güzel ifâde eder:

 

«Şakâik’de şöyle yazar: Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hz.leri Semerkand’da bir öğle namazını kılıp acele beyaz bir ata binerek bazı mürîdleri ile şehir dışına çıktı. Onları durdurup kendisi yalnız başına sahrâya ilerledi ve her tarafa atını sürdü.

 

Mürîdlerinden birisi ardından gidip olanları gördü. Hz. Şeyh dö­nünce kendisine sordu. O da, ‘Sultan Mehmed Han, fetih için bizden istimdâd etti, yardım istedi. Ona yardıma vardık ve Allâh’ın izni ile muzaffer oldu’ dedi.

 

Beri tarafta pâdişâh olanları şöyle anlattı: “Öğle vakti kâfirlerin taz­yikinden askerimiz hezimete yüz tutunca Hâce Ubeydullah Hz.lerin­den istimdâd ettim, yardım istedim. Beyaz bir at ile şöyle bir elbise ile karşımda hazır oldu. Bana ‘korkma’ dedi. Ben de ‘kâfir çok’ deyince kaftanının yenini gösterip ‘içine bak’ dedi: Baktım, büyük bir ordu gör­düm. ‘Bunlar sana yardıma geldiler. Şu tepeye çıkıp üç kere kös vur­durup askere hücûm emri ver’ dedi. Dediklerini yaptım. Hâce Hz.leri dahî askerle birlikte hamle ediyordu. Kâfirler mağlup oldular.

 

Hâce Hz.lerine ‘küffâr çok’ dediğimi duyan yanımdaki vezirler hay­retten aklımın karıştığını sanmışlar. Çünkü onlar Hz. Hâceyi görmü­yorlardı.”

 

İstanbul hicrî cemâdelûlâ 857, mîlâdî 1453, 29 Mayıs salı günü fethe­dildi. Kuşluk vakti şehre girildi.

 

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre girdi. Onun askerleri, kendi­sini Şehremini’nde tebrik ederek; “Seni tebrik ederiz ey Sultânımız! Peygamber Efendimiz’in medh u senâsına nâil oldun” dediklerinde O da; “Ben de sizi tebrik ederim ey askerlerim! Sizde o medhu senâya mazhar oldunuz.” diye tebrikleştikten sonra atından inip yerde şükran secdesine kapandı. Sonra doğruca Ayasofya Kilisesi’ne gitti. Burayı câ­miye çevirdi ve ilk cum'a namazını burada kıldı. Kıyâmete kadar câmi olarak kalmasını istediği bu muhteşem mâbed için mükemmel bir vak­fiye yazdırttı. 1127 sene kilise, 481 sene de câmi olarak kullanılan Aya­sofya, 1934’de müzeye çevirildi.

 

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın dünyânın incisi olan İstanbul’u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ebediyyen ona minnettar olması için yeter de artar bile. Dünyâ Târihinin akışını değiştiren, çağ kapayıp çağ açan Fâtih Sultan Mehmed Hân, târihin kaydettiği eşsiz ve müs­tesnâ hükümdârlardan olup ömrü Allâhü Teâlâ yolunda cihad etmekle geçti. Çok yerler fethettiğinden kendisine Ebu'l-Feth denildi.

 

Fâtih Sultan Mehmed Han Trabzon seferindeyken, Zigana dağlarını yaya geçmek zorunda kalarak büyük sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın anası, onun çektiği eziyet­leri görerek, “Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmete değer mi?” deyince, Yüce hâkan Hz. Fâtih’in; “Hey ana! Bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyâr etmezsek bize gâzi demek yalan olur” şeklinde ver­diği cevap çok dikkate şâyândır.

 

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde İstanbul, ilim ve medeniyette dünyânın en yüksek bir merkezi hâline geldi. Fâtih’in ilme olan hiz­metlerinin en açık işâretleri; hiç şüphesiz câmilerin etrâfında yaptırdığı ilim ve irfan yuvaları olan medreselerdir.

 

8- Sultan İkinci Bâyezid

(Hükümdârlığı: M.1481-1512)

 

Fâtih Sultan Mehmed Han’dan sonra yerine oğlu İkinci Bâyezid tahta geçti. Zamanında Boğdan, Arnavutluk ve Lehistan’a seferler dü­zenlendi. Bâzı kaleler fethedildi. Bilhâssa Lehistan’a düzenlenen sefer­ler Osmanlı tarihinin en büyük akın hareketlerinden birini teşkil eder.

 

Sultan İkinci Bâyezid Han, Avrupa’da delirenlerin cinlendi diyerek ateşe atılıp yakıldığı o devirde Edirne’de akıl hastaları için Dâruşşifâ Külliyesi’ni te'sîs etti. Amasya’da medrese yaptırdı. Dünyanın ilk stan­dart kânûnunu o koydu ve uygulamasını da ilk o yaptı. İstanbul’da kendi şahsî servetinden yaptırdığı Bâyezid Câmii’nin açılışında, Cum’a namazının edâsı için kalkıldığında sultan câmide bulunan cemâate “içinizde ömründe bir defa dahi olsa hiç namazını terk etmemiş kimse var mıdır” diye sordu. Kimse çıkmadı. Padişah “Elhamdülillah, müd­det-i ömrümüzde hiç bir vakit terk etmedik” diyerek imamlığı kendisi yaptı. Onun zamanında Balkanlarda huzur ve emniyet sağlandı.

 

Devletin batısında müsbet gelişmeler olurken, maal’esef Doğu Ana­dolu ve İran’da ortaya çıkan bozuk itikadlı İsmâil Safevî(52), 1502’de ih­tilâlle hâkim olduğu bu bölgede şahlığını îlân etti. Kanla ve ateşle İran’da ehl-i sünnet îtikâdını yasakladı. Ashâb-ı Kirâm’a dil uzatan, bir kısım haramları helâl kabûl eden bozuk akîdesini Anadolu’da da yaymağa başladı. Osmanlı Devleti'nden sonra güçlü bir devlet hâline gelen Şah İsmâil’in hedefi bozuk fikirlerini yayarak, Anadolu’yu tamâmen ele ge­çirmek, Avrupalıların da yardımını alarak Osmanlı Devletini yıkmaktı.

 

Trabzon’da sancak beyi olan Şehzade Selim ise Şah İsmâil’in sapık fi­kirlerini yayarak ortalığı ifsad etmesine tahammül edemez hâle gelmişti.

 

9- Yavuz Sultan Selim

(Hükümdârlığı; M.1512-1520)

 

Sultan İkinci Bâyezid handan sonra yerine oğlu Selim tahta geçti. Bîat merâsiminde İstanbul’da vezirleri, beyleri ve devletin diğer ileri gelenlerini toplayıp “pâdişâh olduğum zaman şark ve garbda îlâ-yı kelimetullah için çalışacağım, zâlimlere evlâdım bile olsa merhamet etmeyeceğim diye ahdetmiştim. Zamânımda boş oturmak ahâliye zul­metmek mümkün olmaz. İşte benim hâlim budur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana bîat ediniz.” diyerek üstün gayret­lere îtîna gösterdiğini, dünyâ devletini arzuladığını açıklamış oldu.

 

Yavuz Sultan Selim Han’ın en büyük niyet ve arzusu İslâm birliğini sağlamaktı. “Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitme­yiz” diyen Yavuz Sultan Selim Han M.1514’te ilk seferini Şîî Şah İsmâil üzerine yaptı. 21 Nisan 1514’te Osmanlı Ordusu Üsküdar’dan yürü­yüşe geçti.

 

Dört aydan beri yolda olan orduda moral bozukluğu çıkaranlar da olmuştu. Yeniçerilerden ba’zılarının Pâdişah otağına ok atacak kadar ileri gittikleri görüldü. Bu durum karşısında Sultan Selim Han cesâretle otağından dışarı çıkarak tek başına atına bindi. Atının üzerinde dimdik durarak “ehli iyal kaydında olanlara desturdur. Dönsünler karılarının yanına gitsinler. Bize bu yolda can ve baş fedâ edecek yiğitler gerek. Eğer içinizde er yoğise ben yalınız giderim” diyerek atını sürdü. Onun bu sözü bütün orduyu bir tek vücut hâlinde peşinden koşturmağa kâfî geldi. Arkasından Tuğlar, sancaklar, bölük bölük ordu, kaynayan ak köpüklü sel gibi kendisini tâkip etti.

 

22 Ağustos 1514 günü Çaldıran Ovası’na varıldı. Şah İsmâil’in ku­manda ettiği İran ordusunun da oraya hâkim tepelerde ordugah kur­muş olduğu görüldü. Yavuz düşmanı görür görmez hemen harp meclisini topladı. En iyi hâl tarzının, düşmana hiç ummadığı, bekleme­diği anda, derhâl taarruz etmek olduğu kararlaştırıldı. 23 Ağustos 1514’te harbe girildi. Osmanlı Ordusu muzaffer oldu. Yavuz Sultan Selim Han harbe girmeden 3 gün evvel, girdiği bütün muharebelerden muzaffer çıkmış olan ordu kumandanını azlederek değiştirmişti. Harp kazanıldıktan sonra “eğer ben onu değiştirmesem siz ona güvenecek­tiniz, harbi kaybedecektik, değiştirince siz artık iş Allâha kaldı deyip Allâha güvenip, Allâha sığınıp, Allâha tevekkül ettiniz ve harbi kazan­dık” diye açıklamada bulundu.

 

Yavuz, bu seferinde Şâh İsmâil’i bertaraf etmekle kalmadı 220 bin km2’lik bir yeri de Osmanlı topraklarına kattı.

 

Yavuz Sultan Selim Han ulemânın fetvâsı üzerine, 2. seferini mülhid Şah İsmâille işbirliği yapan Mısır’daki Memlüklüler üzerine yaptı.1516 yılındaki bu savaşta Memlüklüleri Mercidabık’ta yendi. Mısır’ı fethet­mesiyle son Abbâsî halîfesi Üçüncü Mütevekkil hilâfeti Yavuz Sultan Selim Han’a devretti.

 

Böylece hilâfet Abbâsîlerden Osmanlılara geçti (M.1516). (Bu târih bazı eserlerde 1517 olarak geçmektedir.)

 

Mercidâbık muhârebesinden sonra Halep ulu câmiindeki ilk Cum’a namâzında hutbeyi Sultan Selim Han nâmına okuyan hatip Yavuz Sul­tan Selim Han için “Hâkimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn” deyince, Selim Han hemen müdâhele ederek, “Yok yok! Hâkimi değil hâdimiyim” deyip “Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn” diye düzelttirmiştir. Gözyaşla­rını tutamayan Sultan Selim Han Peygamber Efendimizin meşrû halîfesi olma sevinciyle oturduğu yerdeki seccâdeyi kaldırârak alnını, câmiinin mermer zemînine değdirmek sûretiyle şükran secdesine kapanmıştır.

 

Yavuz Sultan Selim Han kendi zamânına gelinceye kadar hiçbir hü­kümdârın göze alamadığı bir işi yapmıştır ki gündüz sıcaklığın 40-50 dereceye kadar çıktığı, geceleri ise 0 dereceye kadar düştüğü ve bu iki ısı farkı arasında insanın yaşamasının çok zor olduğu koskoca Sînâ Çö­lü’nü 13 günde geçmiştir. (2. cihan harbinde Almanlar yeni tekniğin verdiği imkânlarla dahi bu çölü 11 günde geçebilmişlerdir.)

 

Allâh’ın bir lütfü olarak senelerden beri yağmur yüzü görmeyen bu çöle yağmur yağmağa başlamış, hattâ bazı yerlere kar düştüğüde gö­rülmüştü.

 

Bu sûretle Tih Sahrâsı’nın dayanılmaz sıcaklığı yok olmuş her taraf bahar serinliği içinde iken ordu yoluna devâm etmiştir.

 

Osmanlı ordusu, Mısır Seferi’ne Sînâ Çölü’nde kızgın kumlar üze­rinde ilerlerken bir ara Yavuz Sultan Selim Han atından indi ve yaya olarak yürümeğe başladı.

 

Bunu gören devlet erkânı ve süvâri birlikleri de atlarından inerek yaya yürümeğe başladılar.

 

Çölün kavurucu sıcağı altında yaya yürümenin mânâsını anlama­mışlardı. Herkes bunun sebebini merak ediyordu.

 

Bir ara bunu öğrenmek isteyen nedîmi Hasan Can, Sultan Selim Han’a yanaşarak, “hayırdır inşallah sultânım! Bütün ordu, devletlü pâ­dişâhımız acep niçin yaya yürürler? diye merak ederler” diye sorunca, pâdişâh:

 

“İki Cihan Sultanı Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi Vesellem önümüzde yaya yürürken, biz nasıl at üzerinde olabiliriz” diye cevap verdi.

 

Bir müddet böyle yürüdükten sonra Sultan tekrar atına bindi ve yola devam edildi.

 

Sekiz senelik pâdişahlık hayâtı hep at sırtında, harp meydanlarında geçen Yavuz Sultan Selim Han, bütün bozuk zihniyet ve cereyanları ortadan kaldırıp insanları Kâinâtın Efendisi Peygamberimizin ve As­hâbının yolunda toplayıp birleştirmek için uğraşmıştır.

 

Düşmanı olduğu ve en sevmediği şey bâtıl sapık fikir cereyanları ve tefrika olmuştur. Bu husûsu;

 

Milletimde ihtilâf ü tefrîka endîşesi

Köşe-i kabrimde hattâ bî-karar eyler beni

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çâremiz

İttihâd etmezse millet da’dâr eyler beni... şiiriyle dile getirmiştir.

 

Yavuz Sultan Selim Han’ın hayâtının son zamanlarında intisaptan sonra söylediği beyit:

 

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş

Bir velîye bende olmak cümleden evlâ imiş

 

Ridâniye muhârebesi sonunda Kudüs, Medîne ve Mekke Osmanlıya geçmiş Kâhire ve Mekke’de bulunan emânât-ı mukaddese İstanbul’da Topkapı Sarayı’na taşınmış ve bunlar için Hırka-i Seâdet dâiresi yaptı­rılmış ve böylece Sultan Selim’in Halîfe sıfatı tamamlanmıştır.

 

10- Kânûnî Sultan Süleyman

(Hükümdârlığı: M.1520-1566)

 

Yavuz Sultan Selim Han’dan sonra yerine oğlu Kânûnî Sultan Sü­leyman Han tahta geçti. Kânûnî, gerek yaptığı kânunlar, gerekse kânun ve nizâmlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden, “Kânûnî” ünvâ­nıyla yâdedilmiştir. Kendisine Kânûnî denmesi, yeni kânunlar îcâd et­mesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kânûnî Sultan Süleyman, bütün dünyâ servet­leri hediye diye ayağına kadar getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyânın nice devletlerine söz geçiren bir pâdişahtı. Garplı­lar ona “Muhteşem Süleyman” adını vermişlerdi. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişâm verdi. Amerikalılar, Amerikan kâ­nûnlarını hazırlarken kendisinden istifâde ettikleri için saygı ve hür­metlerinden dolayı Vaşington Beyaz Saray’da meclis binasının baş köşelerinden birine Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın portresini asmış­lardır ve hâlen orada asılıdır. Gidip gezenler görür. Bu devirde devle­tin iktisâdî vaziyeti çok yüksek seviyeye ulaştı. Büyük bir devlet adamı olmasının yanında ayrıca büyük bir şâirdi. Meşhur şiirlerinden birisi şudur:

 

“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi.

Olmayâ devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.

Saltanat dedikleri bir cihan kavgâsıdır.

Olmayâ baht ü saâdet dünyâda vahdet gibi.”

 

Bizzât ordusunun başında olduğu hâlde çıktığı on üç sefer sonunda, babası Yavuz Sultan Selim Han’dan devraldığı 6 milyon 557 bin km2’lik Osmanlı Devleti’nin topraklarını 14 milyon 893 bin km2’ye ulaştırdı. Kânûnî, Avrupa’ya onüçüncü seferi olan Zigetvar kuşatmasını bizzat idâre ederken, 6-7 Eylül 1566 gecesi vefât etti. 7 Eylül’de kale fethedildi. Askerin ma’neviyâtının bozulmaması için Kânûnî’nin vefatı askerden gizli tutuldu.

 

Zigetvar seferinden muzaffer dönen orduya 48 gün sonra Mohaç sahrâsında Kânûnî’nin vefâtı tebliğ edildi. Kânûnî’nin cenâze namâzı, 26 Ekim 1566’da Belgrad civârındaki Sirem sahrâsında bütün ordunun iştirâkiyle Hâce-i Sultânî Atâullah Efendi tarafından kıldırıldı. 28 Kasım 1566’da İstanbul’a getirilen Kânûnî’nin, yüzbinlerce İstanbul­lu’nun iştirâkiyle Şeyhül’İslâm Ebussuûd Efendi tarafından tekrar cenâze namazı kıldırıldı.

 

11- Sultan İkinci Selim

(Hükümdârlığı: M.1566-1574)

 

Kânûnî’den sonra yerine oğlu İkinci Selim hükümdâr oldu. İkinci Selim zamanında Kıbrıs fethedilerek Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti tam olarak sağlandı. Komşu devletlerle sulh anlaşmaları yapıldı. Endo­nezya’ya denizden sefere çıkıldı. Hindistan ve civarındaki müslüman hükümdârlara istekleri üzerine yardımda bulunuldu. Ayasofya Câmii yeniden onarıldı. Edirne’deki Selimiye Câmii bu devirde inşâ edildi. Kırım Hanlığı’na, Rusya seferine çıkma izni verildi ve Rusya vergiye bağlandı.

 

Fakat Osmanlı donanması, 1571 yılında müttefik Haçlı donanması­nın bir baskınıyla İnebahtı'nda yakıldı. Sâdece Uluç Ali Paşa, yirmi sekiz gemiyi kurtarabildi. Yirmi bin askerimiz şehit düşmüştü. İne­bahtı Savaşı, Kânûni devrinde kazandığımız Preveze Zaferi'nin aksine, otuç üç yıl sonra uğradığımız ilk ağır mağlubiyet olmuştur. Ammâ So­kullu Mehmed Paşa, kısa zamanda yeni bir donanma yaptırdı; Kılıç Ali Paşa idâresinde Akdeniz'e gönderdi.

 

Venedik elçisi Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya İnebahtı yenilgi­sini mânâlı bir şekilde anlatmağa kalkışınca ona Sokullu Mehmed Paşa “Sizin zâiyâtınızla bizim ki arasında fark vardır. Biz sizden Kıbrıs ada­sını almakla kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yok etmekle saka­lımızı tıraş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal sür’atle daha gür çıkar” demiştir.

 

İkinci Selim Han’dan sonra Osmanlı Devletinin giriştiği bâzı harpler çok uzun sürüp pahalıya patladı. Nitekim M.1578 yılında başlayıp çe­şitli aralıklarla Üçüncü Murad, Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Bi­rinci Mustafa, İkinci Osman ve Dördüncü Murad devirlerinde olmak üzere 1639’a kadar süren İran harpleri Osmanlı Devleti’nin duraklama­sının başlıca sebeplerinden biri olmuştur.

 

12- Sultan Üçüncü Murad

(Hükümdârlığı: M.1574-1595)

 

İkinci Selim’den sonra tahta oğlu Üçüncü Murad geçmiştir. Sultan Üçüncü Murad Hân’ın 21 senelik pâdişahlık devresi bir taraftan Rusya ve Avrupanın müdahalelerini bertaraf edip önlemek mücâdelesi, diğer taraftan İran'ın yıkıcı, bölücü faâliyetlerine karşı harpler ve dâhilî isyan­ları bastırmakla geçti ve Allâh’ın yardımıyla hepsinin üstesinden geldi.

 

Sultan Üçüncü Murad zamanında Kars Osmanlıların eline geçti­ğinde daha önce İranlılar tarafından yakılıp yıkılan kale burçlarının tâmîrine me’mur edilen Lala Mustafa Paşa ve ehli hâl hâfız Osman is­minde bir askerin rü’yâları ile Nakşibendî silsilesinin üstazlarının al­tıncısı olan Ebül-Hasenil-Harakânî hazretlerinin kabri bulundu.

 

Ebül-Hasanil-Harakânî hazretleri, asker Hâfız Osman’a arka arkaya üç gece rüyâsında buyururlar: “Evlâdım Hâfız Osman, uzun müddet­ten beri toprak altında yatmaktayım, paşana söyle, kabrimi ortaya çı­karsın, okunacak Fâtihalardan nasibdâr olayım” der ve bulunduğu yer ile defn edilmesini istediği yeri târif eder. Aynı şekilde Lala Mustafa Paşa da rüya görür. Hâfız Osman, paşanın huzûruna çıkıp anlatınca: “Evlâdım, sende mi gördün?” diyerek sevinir ve rüyâda târif edilen yerin üzerinden süprüntüler ve toprak alınıp atılınca üzerinde kitâbesi ve vefat târihi yazılı olan sanduka meydana çıkar. Toplanan ulemâ ve halk huzûrunda tekbirlerle açılınca etrâfa çok latif bir misk râyihâsı saçılır. Mübârek cesedinin çürümemiş olduğu, sağ bacak ve sol koldan yaralı ve sarılmış yaralarından kan damlar hâlde rüyâda târif edilen yere defnedilir. Sultan Üçüncü Murad Han tarafından üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırılır.

 

Üçüncü Murad Han devrinin en büyük fütûhâtı Afrika’da oldu. Orta Afrika'daki Osmanlı hâkimiyeti onuncu meridyene kadar uzandı. Ay-rıca Üçüncü Murad zamanında Osmanlı devleti doğuda da en geniş sı­nırlarına ulaşarak ülke toprakları 20 milyon kilometre kareye yaklaşmıştı.

 

13- Sultan Üçüncü Mehmed

(Hükümdârlığı: M.1595-1603)

 

Sultan Üçüncü Murad’dan sonra oğlu Üçüncü Mehmed hükümdâr oldu. Dînine çok bağlı idi. Hz. Peygamberimiz’in ismi anılınca saygı ile ayağa kalkar, kıbleye döner ve salavât-ı şerîfe okurdu. Bizzat ordusu­nun başında sefere çıkarak Haçova meydan savaşını kazanmış, Eğri kalesini fethederek Eğri Fâtihi ünvânını almıştır.

 

14- Sultan Birinci Ahmed

(Hükümdârlığı: M.1603-1617)

 

Sultan Üçüncü Mehmed’den sonra oğlu Ahmed 14 yaşında pâdişah oldu, 14 sene pâdişahlık yaptı. Sultan Ahmed zamanında Ka’be’nin örtüleri İstanbul’dan gönderilmeğe başlandı. Zitvatoruk Anlaşması imzâlanmasıyla Avusturya, Osmanlı siyâsî hâkimiyetini tanımağa devam etti. Celâlî isyanları tamâmen bastırıldı. Estergon ve Uyvar ka­leleri fethedildi.

 

Altı büyük minâreli ve 16 şerefeli Sultan Ahmed Câmii’ni binâ et­tirdi. İyi bir şâirdi. Bahtî mahlasıyla şiirler yazdı. Bir divânı vardır. Dî­nine çok bağlı, hattâ bir velî olan Sultan Ahmed’in, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e bağlılığı o kadar ileri idi ki, Pey­gamberimiz’in mübârek ayak izlerinin resminin üzerine bir şiir yazmış ve o resim ve şiiri kavuğunda ölünceye kadar taşımıştır.

 

O şiir ise şudur:

N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,

Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün.

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet, o kadem sâhibidir.

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.

 

Sultan Ahmed Han, takdir-i ilâhi yirmi sekiz yaşında vefât etti. Yeni yaptırdığı câminin açılışını göremedi. Sultan Ahmed Câmii, pâ­dişâhın vefâtından sonra açıldı.

 

15- Sultan Birinci Mustafa

(Hükümdârlığı: M.1617-1618 ve M.1622-1623)

 

Sultan Ahmed’den sonra, Üçüncü Mehmed’in oğlu Birinci Mustafa tahta geçirildi. Üç ay gibi kısa bir saltanattan sonra asabî rahatsızlığı dolayısıyla Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin fetvâsıyla tahttan indirildi.

 

16- Sultan İkinci (Genç) Osman

(Hükümdârlığı: M.1618-1622)

 

Birinci Mustafa tahttan indirildikten sonra, Sultan Ahmed’in oğlu İkinci Osman pâdişah oldu. Çocuk yaşta olmasına rağmen çok iyi ye­tişmiş, cesur ve gözüpek bir pâdişahtı. Çok büyük planları vardı. Le­histan seferine bizzat kumanda etti. Bu seferde yeniçerilerin isteksizliklerini gördü. Yeniçeri ocağında ıslâhât yapmak lüzûmunu duydu. Onun bu niyetini anlayan yeniçeriler pâdişâhı tahttan indirdi­ler, Yedikule zindanında boğdurarak şehit ettiler. O sene içinde İstan­bul boğazı dondu, İstanbul’dan Üsküdar’a yaya olarak geçildi.

 

17- Sultan Dördüncü Murad

(Hükümdârlığı: M.1623-1640)

 

Sultan İkinci Osman’ın şehâdetinden sonra Sultan Mustafa ikinci kez tahta çıkarılmış ise de, kısa zaman sonra Şeyhülislâm fetvâsıyla tekrâr tahttan indirilmiştir. Yerine Sultan Ahmed’in oğlu Dördüncü Murad tahta çıktı. En dirâyetli pâdişahlardandır. M.1633 senesinde tütün yasağı koydu ve 1634 senesinde içkiyi yasakladı. Devlete bağlı­lığı olmayan âsileri îdâm ettirdi. Tertip ettiği bir doğu seferiyle Bağdat’ı Îran'dan geri alıp M.1638’de Bağdat Fâtihi ünvânını kazandı. İs­tanbul’da ve devletin her kesiminde haber alma teşkilâtı kurarak im­paratorluğun her tarafındaki zorbaları ismen tespit ettirdi. Sefere çıktığında geçtiği yerlerdeki âsîleri ismen çağırtıp boyunlarını vur­durdu. Ka’be-i Muazzama’yı yeniden binâ ettirdi.

 

18- Sultan İbrâhim

(Hükümdârlığı: M.1640-1648)

 

Sultan Dördüncü Murad’dan sonra yerine kardeşi İbrâhim pâdişah oldu. İyi yetişmiş, gözüpek ve işlerini tâvizsiz tâkip eden bir pâdişah idi. Devrinde yaşayan kindar bir yazar tarafından kendisine deli den­mişse de delilikle uzaktan yakından bir alâkası yoktur. Kendisinden sonra üç oğlu, sırasıyla pâdişâh oldu.

 

19- Sultan Dördüncü Mehmed

(Hükümdârlığı: M.1648-1687)

 

Sultan İbrâhim’den sonra yerine oğlu Dördüncü Mehmed tahta geçti. Avcı Mehmed olarak da bilinen Sultan, ava ve edebiyâta meraklı idi. Zamanında ordularınının başında Lehistan seferine çıktı. Çok ihtişamlı bir zafer sonunda Bucaş Antlaşmasını (M.1672) yaparak Osmanlı’nın ba­tıda en geniş sınıra ulaşmasını sağladı. Baltık denizine ulaştı. Devrinde sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından M.1683’de Viyana ikinci defa kuşatıldı, burası alınamadı. Osmanlı Devleti ilk defa karada ağır bir mağlûbiyete uğradı. Osmanlı ordusu vuruşarak çekildi.

 

20- Sultan İkinci Süleyman

(Hükümdârlığı: M.1687-1691)

 

Sultan Dördüncü Mehmed’den sonra yerine kardeşi İkinci Süley­man tahta geçti. Viyana mağlubiyeti ile Almanlar’ın eline geçen bir çok yerleri geri aldı. Avrupada gösterdiği muvaffakiyetlerden dolayı, göz­yaşları içinde sırtındaki kaftanını çıkarıp Köprülü Fâzıl Mustafa Pa­şa’ya giydirdi. Zamanında, çok büyük ilim, sanat ve tasavvuf adamları yetişti.

 

21- Sultan İkinci Ahmed

(Hükümdârlığı: M.1691-1695)

 

Sultan İkinci Süleyman’dan sonra yerinekardeşi İkinci Ahmed tahta geçti. Zamanında Salankamen meydan muhârebesi kaybedildi. Çünkü bu muhârebede Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa şehit düştü. Ancak Hanya zaferi kazanılmış. Belgrad önlerinde Almanlar’a karşı gâlibiyet sağlan­mıştı.

 

22- Sultan İkinci Mustafa

(Hükümdârlığı: M.1695-1703)

 

Sultan İkinci Ahmed’den sonra yerine Dördüncü Mehmed’in oğlu İkinci Mustafa tahta geçti. Rus çarı Deli Petro, Azak’ta hezîmete uğ­ratıldı. Hükümdâr olunca, “Bana ağırlık ve hazîne lâzım değil, yerine göre kuru ekmek yerim.” diyen Sultan İkinci Mustafa’nın zamanında haçlı birliğine karşı büyük zaferler kazanıldı ise de, Zenta bozgunu diye târihe geçen elîm hâdiseden sonra Karlofça Antlaşması imzâlandı (M.1699). Edirne Vak'ası'na bağlı İstanbul isyânıyla İkinci Mustafa taht­tan indirildi.

 

İkinci Viyana seferinden sonra devlet toprak kaybetmeğe başlamış, inhitâta (düşüşe) geçmiş, daha sonraki pâdişahların aldığı tedbirler bunu önlemeğe kâfî gelmemiş, ülke içten ve dıştan sarsıntılar geçir­mişti. Osmanlı Devleti’nde M.1699’ daki Karlofça Antlaşması’ndan sonra devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çâreler arayan gayretli pâdişahlar tahta çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman iki büyük engel zuhûr etti:

 

Birincisi; Türk ordusunun esâsını teşkil eden yeniçerilerin, modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski nizâm ve an’anelerini de terk ederek askerlikle münâsebetlerini kesmeleri, İkincisi; yeniliklere açık ve ilme değer veren bu pâdişahların yanında, kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamlarının olmayışı idi ki, buna “kaht-ı ricâl” liyâkatlı adam kıtlığı denir. Çünkü cemiyet bozulmağa başlamıştı. Artık önceki devirlerin şuûru ve mâneviyâtı yoktu. 

 

 

(50) Ertuğrul Gâzi'nin babasının Süleyman Şah olduğunu söyleyen kaynaklar olduğu gibi, Gündüzalp olduğunu söyleyenlerde vardır.

 

(51) Kur'ân-ı Kerîm'de Sebe' sûresinin 15. âyet-i kerimesinde buyurulan, "Beldetün tayyibetün (çok güzel, temiz bir belde)"; terkip îtibâriyle Yemen'deki San'a şehrini, müfredât itibâriyle İstanbul'u beyân etmektedir. Zîrâ, ebced hesâbı ile bu âyet-i kerîmenin harflerinden İstanbul'un fetih tarihi çıkmaktadır.

 

(52) Şah İsmâil’in Şeceresi: Şeyh Safiyüddîn Erdebil oğlu, Şeyh Sadreddin oğlu, Hoca Ali oğlu, İbrahim oğlu, Cüneyt oğlu, Haydar oğlu İsmâil’dir. Şeyh Safiyüddin Erdebil aslen, ehli sünnet âlimi bir zât idi. Fakat Cüneyd ve oğlu haydar ise, bozuk itikadlı bâtınîlerin fikirlerini kabul ederek, Ashâb-ı Kirâm aleyhine propaganda yapıyorlardı.

Temeli ehli sünnet düşmanlığına dayanan bir devlet kurmayı hedefleyen Cüneyd’in fikirlerini oğlu Haydar devam ettirdi. Akkoyunlular devletinin hükümdârı Uzun Hasan’ın kızı ile evlenen Haydar’ın bu evliliğinden İsmâil doğdu. Haydar, kendi müridlerinin başlarına kırmızı başlıklar giydirdi. Bu sebeble onlara “kızıl-baş” denildi.

Safevîler, Haydar'ın ölümünden sonra, çocuk yaştaki İsmâil’in etrafında toplanarak çoğu Anadolu’da bulunan birçok Türkmen kabîlelerini de yanlarına almağa başladılar. Karabağ ve Şirvân’ın bir kısmına hâkim oldular. Akkoyunlu Hükümdârı Elverd Beyi’de yenen Safevîler, 1501 senesinde İsmâil’i Şâh ilân ettiler. Böylece İrân’da resmen Safevî devletini kurdular. Şiddetli bir Ashâb-ı Kirâm düşmanı olan ve fikirlerini yayarak müslümanları parçalamaya çalışan Şah İsmâil çevresindeki beylikleri de ele geçirerek sü’ratle büyümeye başladı. Şîîliği 12 imama istinâd ettirerek Tebriz’de bu îtikâd üzere hutbe okutup, kendi adına para bastırdı. Bozuk bir itikâda sâhip olan Şah İsmâil, ehli sünnet itikâdında olan annesi Halîme Begüm’ü öldürdü. Kanla ve ateşle İran’da ehli sünnet itikâdını yasakladı. Askerî ve iktisâdî gücü Memlükleri geçerek Os­manlı devletinden sonra ikinci büyük devlet durumuna geldi. Ordusunun büyük kısmını Anadolu’dan gelen kimseler teşkil ediyordu. Kendilerini meşrû göstermek için icad ettikleri 12 imam aslında şîîliğin değil ehli sünnetin içinde olan mümtaz insanlardır.