Müdâfaa ve Harbe İzin Verilmesi

Müslümanlar daha ilk zamanlardan beri, Mekke müşriklerinin ezâ, cefâ ve işkencelerine karşı onlarla savaşmak için Peygamber Efendi­miz’den devamlı izin isterler ve; “Ey Allâh’ın Resûlü! Kâfirlerin bu kötü muâmelelerine neden tahammül ediyoruz?”  derlerdi.

 

Resûl-i Ekrem ise, böyle söyleyenlere sabır tavsiye eder ve “Henüz Cenâb-ı Hak tarafından harp etmek için emir gelmemiştir.” buyururdu.

 

Müşrikler, mü’minlerin Medîne’ye hicret etmesiyle ilk anda onlar­dan kurtulduklarını zannettiler. Ancak müslümanların Medîne’de kuvvetlenmelerini hiç çekemediler. Bir müddet sonra şiddet tatbikine başladılar. Medîne yakınlarına kadar gönderdikleri çetelerle Me­dîneliler’in hayvanlarını alıp götürdüler. Ekili arâzilerini tahrip ettiler. Böylece şehrin emniyetini bozmağa başladılar.

 

Mekke müşriklerinin, Medîne’ye kadar sarkarak mü’minleri tâkip ve rahatsız etmekteki ısrârları, Medîne’deki yahûdî, müşrik ve münâ­fıkları da cesâretlendirdi. Küstahlaşmalarına yol açtı.

 

Bu hâdiseler karşısında Resûlullâh, müslümanlar arasında nöbet tutturarak, emniyet ve âsâyiş işleriyle alâkadar oldular.

 

Müslümanlar, bu zamâna kadar müşriklere, Kâfirûn Sûresi’nde meâlen buyurulduğu gibi; “Sizin bâtıl inançlarınız size, benim (Hak) dînim de bana...” demekle me’murdu.

 

Nihâyet, hicretin ikinci yılında harbe izin veren âyetler nâzil oldu. Bu âyetler, islâm harplerinin mâhiyet ve gâyesini bildirmeleri bakımından da en kat’î birer delil olduğundan onları burada zikredelim: «Üzine lil­lezîne yukâtelûne biennehüm zulimû ve innellâhe alâ nasrihim lekadîr (Kendileriyle harbedilenlere, zulme uğradıkları için harbe müsâade edilmiştir. Allah (c.c.) onlara nusret vermeye kâdirdir.)» (Hac sûresi, 39)

 

«Ve kâtilû fî sebîlillâhillezîne yukâtelûneküm. (Sizinle harp eden­lerle, siz de Allah (c.c.) yolunda harbedin.)» (Bakara suresi, 190)

 

Bu âyetlere bakacak olursak müsâade edilen harbin tecâvüzî bir mâ­hiyet taşımadığını görürüz. Müslümanlara taarruz edenlere karşı dur­mak, kendilerini müdâfaa etmek, ma’ruz kaldıkları haksızlıkları ve zulmü gidermek için harbe müsâade ediliyor. Müslümanlar silâha sa­rılmaya icbâr edildikleri için kılıç çekmişlerdir. Yoksa, tecâvüz etme­mişlerdir. Saldırganın hücûmuna karşı kendilerini müdâfaa etmişlerdir.

 

Cihâd ve savaşa izinle alâkalı âyetlerin nâzil olmasından sonra Resûl-i Ekrem, İslâm’ın gelişmesine her fırsatta mâni olmaya çalışan müşriklere karşı harp îlân etmek için sahâbîleriyle berâber hazırlıklara başladı.

 

İLK SERİYYELER

 

Seriyye; düşman üzerine geceleyin gizlice çıkarılan müfrezeler, as­kerî birlikler, keşif kolları demektir. Gündüz gönderilenlere ise sâriye denir. Bunun, en azı beş kişilik, en çoğu 400 kişilik olurdu.

 

Gazâ veyâ gazve ise, düşmanla harp etmek mânâsına gelir. Müşrik­lerle yapılan harplerin çoğunda Resûlullah Efendimiz bizzat bulunmuş, az bir kısmında ise bulunmamıştır.

 

Gazâ ve Seriyyelerin Gâyesi

 

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), bir gazâya gitmek isteyince, gide­ceği ciheti ve maksadını tevriyeli (başka mânâya da gelebilecek) keli­meler içinde gizlemek âdeti idi. Bunun içindir ki, bâzı kaynaklarda Bedir savaşından önceki seriyye ve gazvelerdeki gâyenin, cereyan tarzları ve neticeleri ile uyuşmayacak şekilde değişik ifâde edildiği gö­rülmektedir. Halbûki, bu seriyye ve gazveler; Sa’d ibn-i Muâz’ın Ebû Cehil’e dediği gibi, herşeyden evvel;

 

a) Kureyş müşriklerinin, Hac yollarını müslümanlara kapamış ol­malarına karşılık, müslümanların da, Kureyş müşriklerinin Sûriye ti­câret yollarını kesip onları ticarî ve iktisâdî bakımdan sıkıntıya düşürebilecekleri hakkında bir uyarmayı,

b) Aynı zamanda, müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulun­duklarını öğrenmeyi,

c) İleride yapılacak savaşlarda bâzı kabîlelerin Kureyş müşrikleri ile birleşmelerini önlemeyi, hedef alıyordu.

 

Ashâb-ı Kirâm’dan Abdullah ibn-i Amr; “Yâ Resûlallah! Bana cihad ve gazâ hakkında bilgi ver?” demişti.

 

Allâh’ın Resûlü, ona; “Ey Abdullah, Eğer sen, Allâh’ın rızâsını uma­rak ve güçlüklere katlanarak çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Eğer sen gösteriş ve öğünmek için çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Hâsılı sen, ne hâlde ölür veya öldürülürsen, Allah da seni o hâlde diriltir.” dedi.

 

İlk seriyyelerden bâzıları şunlardı: Hz. Hamza, Seyfülbahr’e; Ubeyde bin Hâris, Batn-ı Râbi’a; Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs, Harrar’a gön­derildiler.

 

Berâ bin Mağrûr İçin Cenâze Namazı Kılınması

 

Hazrec kabîlesinden Berâ bin Mağrûr (r.a.), Ensârın reîslerinden ve 12 nakîbinden birisi idi. Akabe’de Peygamberimiz’e bîat edilirken kal­kıp Allâhü Teâlâ’ya hamdü senâ ettikten sonra; “Hamdolsun o Allâh’a ki, bizi Muhammed’le şereflendirdi ve sevgili kıldı. Biz, Allâh’a ve Resûlüne dâvet edilenlerin âhiri, bu dâvete icâbet edenlerin ise ilkiyiz. Allâh’ın ve Resûlünün dâvetine icâbet ettik. İşittik ve itâat ettik. Ey Evs ve Hazrec cemâatı! Allah, sizi dîni ile şereflendirdi. Eğer, dinleyip itâat etmeyi ve yardımlaşmayı memnuniyetle kabûllendinizse, Allâh’a ve Resûlü’ne itâat ediniz” demişti.

 

Berâ bin Mağrûr ölüm döşeğine düşünce, malının üçte birini, dile­diği yere sarfetmek üzere Peygamberimiz’e vermelerini âilesine vasiy­yet etti ve “Kabrimde beni Ka’be’ye doğru yöneltiniz.” dedi.

 

Berâ bin Mağrûr, Hac mevsiminde Mekke’ye geleceğini Peygambe­rimiz’e vâdetmişti. Hac mevsimine erişmeden ölüm döşeğine düşünce, âilesine; “Resûlullâh’a olan vâdim dolayısıyla beni Ka’be’ye çeviriniz. çünkü ben, ona gelmeyi vâdetmiştim.” dedi. Böylece, mezara defnedi­lirken Ka’be’ye yönelenlerin ilki oldu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Medîne’ye gelince ashâbıyla birlikte Berâ bin Mâğrûr’un kabrine gitti. Kabrinin üzerinde saf bağlayıp cenâze na­mazını kıldı. “Allâhım! Onu mağfiret eyle! Ona rahmet et ve ondan râzî ol!” diyerek duâ etti. Berâ bin Mağrûr, Ensâr nakîblerinden ilk vefât eden ve kabri üzerinde Peygamberimiz tarafından ilk cenâze namazı kılınan zât oldu.

 

Yeryüzünde ilk cenâze namazı, Hz. Âdem için kılınmıştı.

 

KIBLENİN MESCİD-İ HARAM’A TAHVÎLİ

 

Müslümanlar Kudüs cihetine, Mescid-i Aksâ’ya dönerek namaz kı­lıyorlardı. Resûl-i Ekrem ise Ka’be’ye dönerek namaz kılmayı arzu et­mekteydi.

 

Hicretin ikinci yılında Resûl-i Ekrem, Benî Seleme semtindeki Mes­cidde, ashâbı ile birlikte öğle namazını kılarken namaz içinde Ka’be tarafına dönmesi, Bakara Sûresi’nin 144. ayeti ile vahyolundu. Emrolu­nan tarafa döndü ve arkasındaki cemâat da döndüler. Bu, hicretin on­yedinci ayının başlarına ve receb-i şerif’in ortalarına doğru bir pazartesi gününe rastlamıştı. İçinde namaz kılarken kıblenin Ka’be’ye tahvil edildiği bu mescide «Mescidü’l-Kıbleteyn (iki kıbleli mescid)» denir.

 

ORUCUN FARZ KILINIŞI VE AŞÛRA ORUCU

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Medîne’ye geldiklerinde âşûrâ günü ya­hûdîlerin oruç tuttuklarını görünce; “Bu nedir?” diye sordu.

 

Onlar da; “Bu gün hayırlı bir gündür. Bu gün Allâh’ın İsrâiloğulla­rı’nı düşmanlardan kurtardığı, Mûsâ’nın da şükür için oruç tuttuğu gündür.” dediler.

 

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.); “Ben Mûsâ’ya sizden daha yakınım” dedi ve Âşûrâ günü orucunu tuttu, ashâbına da tutmalarını emretti.

 

Kıblenin Ka’be’ye çevrilişinden bir ay sonra, hicretin onsekizinci ayının başlarında, şâbân ayında, ramazân-ı şerîf orucu farz kılındı. Ra­mazan orucu farz kılınmazdan önce, âşûrâ orucu vâcipti. Ramazan orucu farz kılınınca Peygamberimiz; “âşûrâ orucunu tutmak isteyen tutsun, bırakmak isteyen de bıraksın.” dedi. Böylece âşûrâ günü oruç tutmak Ümmet-i Muhammed için nâfile oldu.