Mekke’nin Fethi

(Hicrî: 8, Milâdî: 630)

 

Hudeybiye Antlaşması’nın Bozulması

 

Hudeybiye Musâlahası’nda, Mekkelilerle anlaşma şartlarından biri de; “Araplardan herhangi bir kabîlenin, isterse müslümanlara, isterse Ku­reyş’e iltihak edebileceği” idi. Böylece, Benî Bekir kabîlesi Kureyş’i, Huzâa kabilesi de Allâh’ın Resûlünü seçmişti. Biri Kureyş’in, diğeri de Resûlul­lâh’ın ahd ve himâyesi altına girdi. Câhiliyet devrinde, bu iki kabîle ara­sında şiddetli bir husûmet vardı. İslâm’ın zuhûru ile bu ateş söndü.

 

İyice sükûnetin yerleştiği sırada, bir gün Benî Bekir Kabilesi’nden birisi Resûlullâh’ı hicveder mâhiyette bir şeyler söyledi. Bunu duyan Huzâa’lı birisi, kalktı onu dövdü. Bu hâdise, gizli kinleri harekete ge­çirdi. Benî Bekir kabîlesi Kureyş’den de yardım isteyerek, Benî Huzâa’ya hücûm ettiler. Kureyş de onlara gizlice asker ve diğer yar­dımlarda bulundu. Benî Bekir kabîlesi, Huzâalılar’dan yirmi kişiyi öl­dürdü. Böylece Kureyş, Hudeybiye anlaşmasını bozmuş oldu.

 

Bunun üzerine, Huzâalılar’dan Amr ibn-i Sâlim'in başında bulun­duğu 40 kişilik bir heyet Medîne’ye geldi. Amr ibn-i Sâlim, doğruca Resûlullâh’ın huzûruna çıkarak, olup bitenleri anlattı. Yapılanları bir şiirle dile getirerek (meâlen) dedi ki:

 

“Yâ Resûlallâh! Kureyşliler, sana verdikleri sözde durmadılar. Se­ninle yaptıkları ahd ü mîsâk’ı bozdular. Bizi, Mekke’nin aşağı tarafın­daki yerimizde gözetleyip gâfil avladılar. Halbûki onlar, çok zayıf ve sayıca da çok azdılar. Benim kimseyi yardıma çağırmayacağımı san­dılar. Bizi Vetir’de, geceleyin uykuda iken ansızın bastılar. Bizi, rukû ve secde hâlinde (namaz kılarken) bile öldürdüler.

 

«Allâh’ın sana vermiş olduğu salâhiyetle bize yardım et, destek ol; Allâh’ın kullarını çağır, acele gelip imdâdımıza yetişsinler. İçlerinde Allâh’ın Resûlünün de olduğu, yapılan zulme öfkelenip renkten renge girdiği, savaşmağa hazır büyük bir ordunun başına geçmiş bulunduğu hâlde, deniz gibi köpükler saçarak akıp gelsinler.”

 

Peygamber Efendimiz, Amr ibn-i Sâlim’in bu şiirini dinledikten sonra ridâsının eteğini toplayarak, ayağa kalktı ve kalkarken de; “Var­lığım kudret elinde bulunan Allâh’a andolsun ki, kendimi ve ev hal­kımı koruduğum şeylerle bunları da koruyacağım. Huzâalılar bendendir. Ben de Huzâalılar’danım. Ey Amr ibn-i Sâlim! Sen yardım edilmiş oldun.” buyurdu.

 

Resûl-i Ekrem, müşriklerin yapmış oldukları bu işe çok üzüldü. Hemen Kureyş’e elçi olarak Damra’yı gönderip şu tekliflerde bu­lundu: “Bundan sonra derim ki, siz; ya Benî Bekir’le olan ittifâkınızdan vazgeçer, geri durursunuz, ya da Huzâalılar’dan öldürülenlerin diyetlerini ödersiniz. Bunlardan birisini yerine getirmeyecek olursanız sizinle harp edeceğimi bildiririm.”

 

Kureyş müşrikleri, yerine getirilmesi istenen şartları kabûl etmeye­rek, bu hareketleri ile Hudeybiye musâlahasını bozduklarını ortaya koymuş oldular. Bu, savaş demekti.

 

Peygamber Efendimiz’in elçisi Damra geri dönerek, Kureyş müşrik­lerinin söylediklerini Peygamber Efendimiz’e haber verdi. Daha sonra Kureyş müşrikleri, kendi ahâlîlerinin harp etmek istemediklerini gö­rünce elçiyi bu şekilde reddettiklerine pişman oldular.

 

Bunun üzerine, Ebû Süfyân’a; “Muâhedeyi yenile, Mütâreke süre­sini uzat!” diyerek, onu Peygamber Efendimiz’e gönderdiler.

 

Ebû Süfyân’ın Peygamberimiz’e Mürâcaatı

 

Ebû Süfyân, olup bitenleri Medîne’ye hiçbir kimse haber vermedi zannıyla, anlaşmayı kuvvetlendirmek ve müddetini uzatmak için âzâdlı kölesiyle birlikte Medîne’ye geldi. Kızı ve Peygamber Efendi­miz’in zevcesi Hz. Ümm-ü Habîbe’nin evine girdi. Peygamber Efendi­miz’in döşeğine oturmak isteyince, Hz. Ümm-ü Habîbe döşeği hemen dürüp, babasının ona oturmasına engel oldu.

 

Ebû Süfyân; “Ey kızcağızım! Sen bu döşeği mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi bu döşekten esirgiyorsun? Anlayamadım.” dedi.

 

Hz. Ümm-ü Habîbe; “Hayır, bu Resûlullâh’ın döşeğidir. Müşrik onun üzerine oturamaz. Sen ise müşrik ve necis olan bir kimsesin. Bunun için, seni Resûlullâh’ın döşeğine oturtmak istemedim!” dedi.

 

Bunun üzerine Ebû Süfyân, kızarak ve şöyle diyerek onun yanından çıktı: “Vallâhi, ey kızcağızım! Benim evimden ayrıldıktan sonra sen çok değişmişsin. Sana şer isâbet etmiş.”

 

Ebû Süfyân, doğruca mescide, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ne için geldiğini Resûlullâh’a arz etti. “Gel aramızdaki muâhe­deyi bir yazı ile yenileyelim.” dedi.

 

Peygamber Efendimiz de, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi; “Biz, Hudey­biye gününde yaptığımız mütâreke ve musâlahanın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz!” buyurdu.

 

Ebû Süfyân, muâhedeyi yenilemek husûsundaki dileğini tekrarladı. Fakat, Peygamber Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, Resûlullâh’ın «Biz, müddetimiz ve sulhumuz üzerin­deyiz.» şeklindeki sözünden çok ümitsizlenip müthiş bir üzüntü ile buradan çıktı. Ashâb’ın büyüklerinden Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.anhâ) ve küçük yaşta olan Hz. Hasan’a, çeşitli sözler söyleyerek, kendisine yardımcı olunmasını ve Resûlullâh’ın yanında kendisine şefâat edilmesini istedi. Onların hepsi ve bütün ashâb; “Biz Resûlullâh’ın dediğinden başkasını söyleyemeyiz.” dediler. İşte bu, gerçek îmânın alâmetidir.

 

Ebû Süfyân, Medîne’de gördüklerine çok içerlemişti. Mekke’yi bir sözle oturtup kaldıran adam, Medine’de kimseye söz geçirememişti. Hattâ kendi kızına bile sözünü dinletememişti.

 

O, hiç yüz bulamadan, geldiği gibi devesine bindi ve Mekke’ye dönüp gitti. Mekke’nin ulusu, ölü gibi bitkin vaziyette Medîne’den dönmüştü.

 

Ebû Süfyân, Medîne’de olup bitenleri Mekke’lilere anlattı. Din­leyenler, “Sen hiçbirşey yapmamışsın” dediler ve kendisini İslâm'a tâbi olmakla suçladılar! Hattâ; geceleyin Medîne’den Mekke’ye dönüp evine girdiğinde, “Kavmin seni müslüman oldu diye suçlayıncaya kadar orada oturdun kaldın. Bunca zamandır ne iş yaptın?” diye karısı Hind dahi Ebû Süfyân’a târizde bulunmuştu. O da üzerindeki töh­meti(!) atabilmek için putlara tapınmağa başladı. Böylece kendisine iki taraftan zillet ve belâ gelmiş oldu.

 

Kureyşliler artık müslümanların gelmesini bekler olmuşlardı.

 

Fetih Hazırlığı

 

Hicretin 8. yılı, Ramazan ayı başında Mekke’nin fethedilmesine karar verilmişti. Peygamber Efendimiz, müşriklerin üzerine sâdece Medîne’deki müslümanlarla gitmek istemeyip, emirlerinde bulunan civâr kabîlelere de haber göndererek sefere çıkılacağını bildirdi.

 

Onlara gönderdiği haberde, aynen şöyle buyurdu: “Allâh’a ve âhi­ret gününe inananlar, bütün varlıklarıyla Ramâzan-ı şerîf’in başında, Medîne’de toplansınlar.”

 

Bu haber, etrâftaki bütün kabîlelere gitti, ulaştı. Her cihetten müslü­manlar Ramazân-ı şerif’in başlangıcında Medîne’ye gelmeğe ve Medî­ne’yi doldurmağa başlamışlardı. Medîne’deki münâfıklar bile, müslümanların bu kadar muazzam bir kalabalık teşkil edebileceklerini tahmin etmediklerinden bu işe şaşırdılar.

 

Hz. Hassân (r.a.), Huzâa kabîlesi’nin intikâmını almak üzere insan­ları cihâda teşvik ediyordu.

 

Peygamber Efendimiz, Mekke üzerine yürüneceğini gâyet gizli tu­tuyordu. Bunun için Ebû Katâde ibn-i Rabî’i, küçük bir birliğin başına geçirerek, Batn-ı İzan mevkiine doğru yolladı. Maksadı, kendisinin oraya doğru gideceği zannını uyandırmak ve haberlerin bu şekilde ya­yılmasını sağlamaktı.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye giden dağ yollarını ve ge­çitleri nöbetçilerle tuttu. Hz. Ömer’i de onların üzerinde murâkıp ola­rak vazîfelendirdi.

 

Hz. Ömer de nöbetçilere; “Gizlice Mekke’ye geçip gitmek isteyen hiç kimseyi bırakmayacaksınız, onları geri çevireceksiniz” dedi.

 

Hz. Peygamberimiz; “Ey Allâhım! Biz yurtlarına ansızın varıp ka­vuşuncaya kadar Kureyş’in casus ve habercilerini tut. Görmez ve işit­mez yap. Kureyşlilerin gözlerini bağla. Beni birdenbire görsünler, birdenbire işitsinler.” diyerek, Allâh’a duâ etti.

 

Medîne’de, onbin kişilik bir ordu toplanmıştı. Medîne, şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir ordu çıkarmamıştı. Peygamber Efendimiz, Medîne’de yerine Hz. Abdullah ibn-i Ümm-ü Mektûm’u vekil bıraka­rak, Ramazân’ın ikisinde ikindi namazını kıldıktan sonra, onbin kişilik ordusunun başında olduğu hâlde yola çıktı.

 

Muhâcirlerin, ensârın ve bütün kabîlelerin sancaktarları sancaklarını almış olarak, Kudeyd mevkii’ne geldiklerinde, Resûlullâh, müslüman­lara iftâr etmelerini emretti. Peygamber Efendimiz; “Allah bizden yolculukta ve hastalık hâlinde orucu kaldırdı. Sizden kim hasta olur veya seferde bulunursa başka bir günde tutar.” buyurdu.

 

Ordu, çölü yararak Mekke’ye doğru yaklaştığı esnâda, amcası Ab­bâs’a rastladı. Abbâs, müslüman olmuş, Medîne’ye hicret ediyordu. Âilesini Medine’ye göndererek kendisi de İslâm ordusuna katıldı.

 

Ordu, Merru’z-Zahrân denilen yere yatsı vakti varınca Resûlullâh, müşriklere haber vermek ve onlara kalabalık görünmek için onbin nok­tada ateş yakılmasını emretti.

 

Ebû Süfyân’ın Müslüman Oluşu

 

Mekke’de fışkıran nûr, Medîne’den onbin kandillik bir çemberle gelip, nihâyet Mekke’yi kuşatmıştı. Hz. Ömer gece nöbetçilerinin üze­rine kumandan tâyin edilmişti. Kureyş, Peygamber Efendimiz’in büyük bir ordu ile Mekke’ye geldiğini anlayınca, Ebû Süfyân’ı iki kişi ile Resûlullâh’a gönderdiler. “Hemen yola çık, ondan bize emân al. Ancak, onun ashâbını gevşek görürsen savaşılacağını kendisine bildir” dediler.

 

Ebû Süfyân, iki kişi ile henüz yola çıkmıştı ki, ateşler birden bire parlayıverdi. Tam bu esnâda karakol gezen nöbetçiler tarafından yaka­landı. Yakalayan nöbetçiler kendisine şiddetli davranınca; “Ey Mu-hammed (s.a.v.) öldürülüyorum” diye feryat etmeğe başladı.

 

Nöbetçilere; “Önce beni Abbâs’a götürün” diye âvâzı çıktığı kadar bağırıyordu.

 

Sesini duyan Hz. Abbâs (r.a.) onu tanıdı. Ona künyesiyle; “Ey Ebû Hanzala” diye seslendi.

 

O da, Hz. Abbâs’a künyesiyle; “Ey Ebul-Fadl! Sen misin?” dedi.

 

Hz. Abbâs da; “Evet” dedi.

 

Ebû Süfyân; “Anam babam sana fedâ olsun. Arkandakilerden ne haber var?” diye sordu.

 

Hz. Abbâs ona, İslâm ordusunu göstererek; “Bu ordu, yarın Mek­ke’ye zorla girecek olursa; Kureyş’in çekeceği var” buyurdu.  

 

Ebû Süfyân da; “Buna bir çâre, bir tedbir var mı? Ne yapmamı emir ve tavsiye edersin?” dedi.

 

Hz. Abbâs da; “Evet, vardır” diyerek onu Resûlullâh’ın beyaz deve­sine bindirip ona doğru götürdü.

 

Hz. Ömer’in ateşinin olduğu yere kadar gelince Hz. Ömer, Ebû Süf­yân’ı tanıdı. “Allah düşmanı Ebû Süfyân! Seni ahidsiz ve akidsiz olarak ele geçirmeğe fırsat ve imkân veren Allâh’a hamd olsun” dedi.

 

Hz. Abbâs (r.a.) ise, onu emniyetine aldığını bildirdi.

 

Hz. Ömer (r.a.), hemen Resûlullâh’a gelerek, Ebû Süfyân’ın boy­nunu vurmak için izin istedi.

 

Hz. Abbâs (r.a.) ise; “Ya Resûlallâh! Ben Ebû Süfyân’ı emniyetime aldım” dedi.

 

Hz. Abbâs ile Hz. Ömer arasında geçen kısa bir münâkaşadan sonra, Resûlullâh Hz. Abbâs’a; “Onu götür, yanında müsâfir et, sabahleyin getir” buyurdu.

 

Hz. Abbâs, sabahleyin Ebû Süfyân’ı alıp Peygamberimiz’in yanına götürdü.

 

Peygamber Efendimiz, onu görünce; “Yazık sana ey Ebû Süfyân!

 

Senin için, "Allah’dan başka ilâh yoktur" diyeceğin vakit gelmedi mi? diye sordu.

 

Ebû Süfyân şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed! Ben ilâhım’dan yar­dım diledim. Sen de Allâh’tan yardım diledin. Vallâhi ben ne zaman seninle karşılaştımsa sen bana gâlip geldin. Eğer benim ilâhım hak ve senin Allâhın boş ve batıl olsa idi, ben sana gâlip gelirdim. Babam ve anam sana fedâ olsun Yâ Muhammed, senden daha cömert ve Kerîm başka kimse yoktur. Eğer Allah’dan başka bir mâbud olsa idi, bizi bu hâlde bırakmaz, bize yardım ederdi. «Lâ ilâhe illallâh» dedi.”

 

Bütün yükünü atmıştı sırtından, ammâ henüz müslüman olmamıştı. Çünkü, Resûl-i Ekrem’in de Resûlullâh olduğunu kabûl etmesi, «Muhammed’en Resûlullâh» deyip tasdik etmesi de lâzım ve şarttı.

 

Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.); “Yazık sana ey Ebû Süfyân! Daha beni Allâh’ın Peygamberi olarak kabûl edeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu.

 

Ebû Süfyân; “Sen ne sabırlı, ne Kerîm, ne civânmertsin! Ammâ bu hususta içimde hâlâ bir şüphe var.” deyince,

 

Hz. Abbâs (r.a.) araya girerek, ona telkin ve nasîhatlarda bulundu. Artık şüphe ve tereddütü atma zamanı gelmişti. Nihâyet ilâhî hidâyet yetişti. Ebû Süfyân, bütün bunların hepsini sildi ve şehâdet getirerek müslüman oldu.

 

Yine yanında berâber gelen Hakîm ibni Hizâm ile Büdeyl ibni Verkâ dahi müslüman oldular.

 

Peygamberimiz’in Ebû Süfyân’a iltifâtı

 

Hz. Abbâs; “Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân kavmimizin eşrâfından ve yaşlı başlılarındandır. Övülmeyi, üstün tanınmayı, üstün tutulmayı seven bir adamdır. Ona övünebileceği bir şey lûtfetseniz olmaz mı?” dedi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.); “Olur, kim Ebû Süfyân’ın hânesine sığınırsa ona emân verilmiştir.” buyurdu.

 

Ebû Süfyân; “Benim evimin ne kadar genişliği var ki?” dedi.

 

Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz; “Kim Ebû Süfyân’ın hânesine girerse, kim Mescîd-i Harâm’a girerse, kim silâhını terkedip kendi hâ­nesine kapanırsa, kim Hakîm ibn-i Hızâm’ın hânesine girerse, onlar emindirler. Kılıçtan geçmeyecektirler”  buyurdu.

 

Ebû Süfyân; “İşte bu geniştir” dedi. Gözleri yaşardı. “Bu ne büyük af, ne büyük keremdir” diyerek çok duygulandı.

 

Ebû Süfyân’a İslâm Ordusunun İhtişâmının Gösterilmesi

 

Resûlullâh Efendimiz, amcası Hz. Abbâs’a; “Ey Amca! Onu vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanında tut da müslümanların, Allah ordusunun ihtişâmını görsün.” buyurdu.

 

Hz. Abbâs, Peygamber Efendimiz’in emri üzerine, Ebû Süfyân’ı alıp vâdînin daraldığı dağ boğazına götürdü.

 

Peygamber Efendimiz; “Bütün kabîleler, yanlarındaki silâh ve techî­zatlarını kuşanacaklardır!” diye orduya nidâ ettirip onları harp düze­nine koydu.

 

Kabîleler, başlarında reis ve emîrleri olduğu hâlde bayraklarını aç­tılar. Yürekleri sarsılmaz bir îmanla dolu, çok şerefli bir vazîfeye git­tiklerinden emîn olan bu yüce mücâhitler, kahramanlar; vakûr adımlarla yürüyerek, fevc fevc Ebû Süfyân’ın önünden geçmeğe başla­dılar. Askerler bölük bölük geçerken, Ebû Süfyân, tanımadıklarını Hz. Abbâs’dan soruyor, Hz. Abbâs da tek tek bütün ordu hakkında kendi­sine mâlûmât veriyordu.

 

Peygamber Efendimiz ilk önce, başlarında Hâlid ibn-i Velîd olduğu hâlde Benî Süleymliler’i gönderdi. Onlar bin kişi olup sancaklarının birini Abbâs ibn-i Mirdas Sülemî, diğerini Hufâf ibn-i Nebve, bayrakla­rını da Haccâc ibn-i İlâd taşıyordu. Hâlid ibn-i Velid, Hz. Abbâs’la Ebû Süfyân’ın hizâsına gelince bütün ordu üç kere tekbir getirerek geçtiler. Ebû Süfyân, Hz. Abbâs’a onun kim olduğunu sordu.

 

Hz. Abbâs, “Hâlid ibn-i Velîd’dir” dedi.

 

Ebû Süfyân “Şu bizim delikanlı mı?” diye hayretini ifâde etti.

 

Hazreti Abbâs da, “Evet” dedi.

 

Daha sonra, sırasıyla bütün kabîleler aynı şekilde gelip geçtiler. Pey­gamber Efendimiz’in içinde bulunduğu birlik gelip geçinceye kadar, geçen her kabîlenin kim olduğunu Ebû Süfyân sormuş, Hz. Abbâs da onları haber verdikçe “Benim fîlânoğulları ile aramda bir kavgam yok ki!” demişti.

 

Ebû Süfyân, hemen her bölüğün geçişinde; “Muhammed geçti mi?” diye soruyor, Hz. Abbâs da; “Hayır!” diye cevap veriyordu.

 

Nihâyet Fahr-i Kâinât’ın, o tepeden tırnağa kadar silahlanmış bölüğü gelirken, atların ayaklarından kalkan tozlar ortalığı karartmaktaydı. Muhâcirlerle ensâr’dan müteşekkil olan bu alayda, ikibin zırhlı vardı. Bunların hepsi de miğferli idi. Peygamber Efendimiz, bayrağını Sa’d ibn-i Ubâde’ye vermiş ve onu alayının önüne geçirmişti. Ensârın her kabîlesine bayraklar, sancaklar verilmiş, her biri zırhlı gömleklere bürünmüşlerdi.

 

Hz. Ömer de zırhlı gömlek giymiş, Peygamber Efendimiz’in alayını o idâre etmekteydi. Peygamber Efendimiz, başına siyah bir sarık sarmıştı. Devesi Kasvâ’nın üzerinde ve Hz. Ebû Bekir’le Üseyd ibn-i Hudayr’ın arasında bulunuyor, yanındakilerle konuşuyordu.

 

Ebû Süfyân bir benzerini daha görmediği bu alay geçerken; “Kim bunlar ey Abbâs?” dedi. Hz. Abbâs; “Bunlar Allah için ölüme susamış savaş erleri, Ensâr’dır. Serdârları, bayrak taşıyan Sa’d ibn-i Ubâde’dir” dedi.

 

Sa’d ibn-i Ubâde (r.a.) geçerken; “Ey Ebû Süfyân! Bugün en büyük harp günüdür. Allah, bugün Kureyş müşriklerini hor ve hakir kılacak­tır.” diye bağırdı.

 

Ebû Süfyân; “Ey Abbâs! Bugün beni korumağa devâm edeceğin ne iyi gündür.” dedi.

 

Ensâr’ın peşinde, Muhâcir mücâhitleri, başlarında Hz. Ali olduğu hâlde gelip geçerken, Ebû Süfyân; “Bunlar kim ey Abbâs?” diye sordu.

 

Hz. Abbâs: “Muhâcirler! Başlarındaki de Ali ibn-i Ebî Tâlib’dir.” diye cevap verdi.

 

Bu sırada Peygamber Efendimiz, Muhâcirler’le Ensâr arasında gö­ründü. Hz. Abbâs; “İşte Resûlullâh geldi.” dedi.

 

Ebû Süfyân; “Ben, Kisrâ’nın da, Kayser’in de saltanatlarını görmü­şümdür. Fakat, kardeşinin oğlundaki saltanatın bir benzerini görme­dim. Kardeşinin oğluna pek büyük bir saltanat verilmiş, bunlara hiç kimse dayanamaz ve güç yetiremez.” dedi.

 

Hz. Abbâs; “Ey Ebû Süfyân! Bu saltanat değil nübüvvettir.” diye karşılık verdi.

 

Ebû Süfyân da; “Evet, nübüvvettir.” diyerek tasdik etti.

 

Peygamber Efendimiz, Ebû Süfyân’ın hizâsına gelince, Ebû Süfyân; “Yâ Resûlallâh! Sa’d’ın ne söylediğini işitmedin mi? Sen kavmini mi öldürmeyi emrettin?” dedi.

 

Peygamber Efendimiz; “Hayır! Ben öyle emretmedim. Sa’d ibn-i Ubâde yanlış söylemiş, bugün Allâh’ın Ka’be’nin şanını yücelteceği bir gündür. Ka’be’ye örtü örtüleceği bir gündür. Bugün merhamet günü­dür. Yüce Allâh’ın Kureyşliler’i İslâmiyetle şereflendireceği, yükselte­ceği bir gündür.” buyurdu.

 

Bütün ordu o dar boğazdan geçmiş, Ebû Süfyân İslâm ordusunun karşısında durulamayacağını anlamıştı. Hz. Abbâs bir müddet sonra, onu serbest bırakarak Mekke’ye gidebileceğini söyledi.

 

Ebû Süfyân ve Hakîm ibn-i Hızâm hemen Mekke’ye gidip durumu müşriklere bildirmişlerdi; “Gelen ordu İslâm ordusudur. Karşısında durmanıza imkân yoktur.” demişlerdi. Müşrikler korkmağa başlamış­lardı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ebû Süfyân, Resûl-i Ekrem’in kendisine söylediğini aynen Mekkeli’lere söyledi.

 

«Ebû Süfyân’ın hânesine giren emindir. Mescide giren emindir. Evinde oturup kapısını kilitleyen emindir.» kelâmını nakletti.

 

Ebû Süfyân, kendisi müslüman olmuştu. Artık İslâm dînini yaymak onun da vazîfesi idi. Etrâfında toplanan kimselere; “Müslüman olursa­nız kurtulur, selâmete erersiniz” diye tavsiyede bulundu.

 

Ebû Süfyân’ın, müslümanlığı kabûl ve tavsiye etmesi üzerine, birçok­ları müslümanlığa meyletti. Kimisi silâhını atıyor, kimisi mescide koşu­yordu.

 

Peygamber Efendimiz, Mekkelilerin mukâvemet hazırlıklarını haber aldı ve ordusunu savaş düzenine koydu. Sağ cenah, sol cenah, kalp (orta) ve öncü birliği olmak üzere orduyu dörde ayırdı.

 

Zübeyr ibn-i Avvâm’ı sol cenah birliklerinin başına verip, Mekke’ye ve Kedâ isimli dağ yolu mevkiine girmesini, bayrağını Mekke’nin yu­karısındaki Hacûn mevkiine dikmesini emretti.

 

Hâlid ibn-i Velid’i sağ cenah birliklerinin kumandanlığına verdi ve Mekke’ye Handeme yoluyla aşağı taraftan girmesini, bayrağını evlerin yakınına dikmesini emretti.

 

Sa’d ibn-i Ubâde’yi, ensâr birliklerinin başına kumandan yaptı. Ebû Ubeyde ibn-i Cerrâh’ı da zırhlı olmayanlar ile piyâdelerin başına ku­mandan tâyin etti.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kumandanlarına Mekke’ye girme emrini verdiği sırada, kendileriyle çarpışmağa kalkışılmadıkça hiç kimse ile çarpışmamalarını emretti. Aslında bir zarûret olmadıkça mü­bârek şehre kan dökmeden girmek, en büyük emeliydi. Ancak altı erkek ile dört kadını, -Ka’be’nin örtüsü altına sığınmış olarak bulsalar bile- öldürmelerini emretti. Bunlar bilhâssa dilleri ile, Peygamberimiz’e ve İslâma çok büyük ezâ ve cefa vermiş kişilerdir.

 

Müslümanlar, verilen emir üzerine bölük bölük, edep ve vakar içinde Mekke’ye yöneldiler. Herkes kendisine gösterilen kapıdan içe­riye girmeğe başladı. Ahâliden kimse taarruz etmediğinden, onlar da kimseye ilişmediler. Yalnız, Mekke’nin alt tarafında Handeme mev­kiindeki müşrikler, Hâlid ibn-i Velid’in fırkasına taarruz etmişlerdi.

 

Hâlid’in ordusu geçerken ok yağmuruna tuttular. Müslümanlardan iki kişiyi şehîd ettiler.

 

Bunun üzerine Hâlid ibn-i Velîd (r.a.) askerlerine “Onlarla çarpışı­nız. Öldürülebilen öldürülecek, bozguna uğrayıp kaçanlara dokunul­mayacaktır” dedi. Çok kısa bir zamanda on üç kişinin boynunu vurdular. Diğerleri de, müslümanların karşısında daha fazla dayana­mayacaklarını anlayarak kaçtılar, evlerine çekildiler ve bu iş fazla bü­yümeden kapandı.

 

Hâlid ibn-i Velîd’in mecbûren yaptığı çarpışmadan başka, hiçbir ka­pıda müslümanlar zorlukla karşılaşmadı. Artık, Mekke onların ol­muştu. Müslümanlar takım takım, bölük bölük Mekke’ye akıyorlardı. Muhâcirler, kendi beldelerine kavuşmanın sevinci içinde idiler.

 

Müşrikler, evlerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı. Fakat, müslüman olup da birliklere katılanlar da çoktu. Onlar müslümanların arasına katıldıkça, evlerinde oturanlar da müslüman olmak istiyorlardı.

 

Peygamber Efendimiz şehre girince, Hacun’da Hz. Hatîce’nin kab­rine yakın bir yerde deriden bir çadır kurdurdu. Oradan Mekke’yi göz­leriyle baştan başa bir süzdü. İçinden sekiz sene evvel hicret ettirilen ve hicret ederken; “Bir gün sana geri döneceğim ey Mekke şehri” buyur­duğu mukaddes şehir, şimdi kendisine teslim edilmiş, önünde serili­yordu. Böylece, bir mûcize neticesi, doğup büyüdüğü mübârek şehre hem de çok farklı olarak avdet etmişti.

 

“Önceki evine gidip, orada oturmayacak mısın?” diyenlere,

 

“Müşrikler bize ev-bark mı bıraktı ki!” buyurdu.

 

Peygamber Efendimiz, yanında zevceleri Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Meymûne olduğu hâlde çadırına girdi. Resûl-i Ekrem, otağında kısa bir müddet dinlendi ve guslettikten sonra, Kasvâ’ya binerek Ka’be’ye doğru hareket etti.

 

Kâ‘be’nin Putlardan Temizlenmesi

 

O gün, 20 Ramazan cumâ idi. Resûlullâh’a, en büyük dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) refâkat ediyordu. Ka’be’ye varıncaya kadar Fetih Sûresini okudu. Ka’be’yi yedi defa tavâf etti. Cebrâil (a.s.) Peygamber Efendi­miz’e; “Asânı eline alıp putlara dokun” dedi. Peygamber Efendimiz asâ ile putlara vuruyor, putlar birer birer yere düşüyor, Resûl-i Ekrem de; “Hak geldi bâtıl muzmahil oldu (yok olup gitti). Muhakkak bâtıl, dâimâ yok olmağa mahkumdur...” meâlindeki âyeti kerîmeyi okuyordu.

 

Dokunulup da yere yıkılmadık put kalmadı. Ka’be böylece onlar­dan temizlenerek asıl hüviyetine kavuştu. Peygamber Efendimiz büyük «Fetih Hutbesi»ni okudu.

 

FETİH HUTBESİ

 

Hz. Peygamber Efendimiz, üç kere tekbir getirip, Allâhü Teâlâ’ya hamdü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

 

“Allah birdir. Ondan başka ilâh yoktur. Onun şerîki ve nazîri yok­tur. O Yüce Allah, va’dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhi­mize toplananları, yalnız başına hezîmete uğrattı. Câhiliyete âit bütün gururlar, bütün kan ve mal davaları ayaklarımın altındadır. Onları mahvediyor, kaldırıyorum.

 

“Ey Kureyş cemâatı! Allâhü Teâlâ Hazretleri câhiliyet gururlarını, geçmişler ile gururlanmayı sizden uzaklaştırmış ve kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’dendir. Âdem de topraktandır. Nitekim Yüce Allah bu­yuruyor ki;

 

‘Ey Nâs! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi muhtelif mil­letlere, kabîlelere ayırdık. Tâ ki, tanışasınız diye. Allâh’ın nazarında en ekreminiz, en şerefliniz, Allah’dan en çok korkanınızdır. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdârdır.’ Muhakkak Cenâb-ı Allah ve Resûlü, sekir veren, insanı sarhoş eden şeyleri haram kılmıştır.”

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu hutbesiyle, Allâh’ın birliğini, hak dînin esaslarını, insanlar arasında eşitlik ve mü’minler arasında kar­deşlik olduğunu îlân etti.

Büyük Afv

Peygamberimiz (s.a.v.), bu hitâbesinden sonra, “Ey Kureyş cemâatı! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız? Benden ne beklersiniz?” diye sordu.

 

Bütün Kureyş reisleri, korkularından önlerine bakıyorlardı. “Biz, senin hayır ve iyilik yapacağını sanır, senden hayır bekleriz. Sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin. Kerem sâhibi bir kardeş oğlusun” dediler.

 

Resûl-i Ekrem; “Benim hâlimle, sizin hâliniz, Yûsuf (a.s.)’ın kardeş­lerine dediği gibi olacaktır. Yûsuf (a.s.)’ın kardeşlerine dediği gibi, ben de size; ‘Bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Allah sizi mağfiret etsin, o merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Sûre-i Yûsuf, 92)’ di­yorum. Hepinizi affettim. Bugün, size karşı bir günâh, tekdir ve cezâ yoktur. Herkes işi gücü ile meşgul olsun.” dedi ve Kureyş hakkında umûmî bir af îlân etti.

 

Peygamber Efendimiz, başta Hind olmak üzere, bütün düşmanları affetti. Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi, Safvân’ı, Hz. Hamza’nın kâtili Vah­şî’yi bile affetti. Yalnız; “Vahşî gözüme görünmesin. Sevgili amcamı hatırlayınca içim parçalanıyor.” dedi.

 

Resûlullâh , kendisine ve sahâbelerine tüyler ürpertici işkenceler yapmış, müslümanları kızgın kumların üzerine yatırarak, göğüslerini dağlamış, en kıymetli sahâbelerinin kanına girmiş bir kavim hakkında müslüman oldukları için umûmî af îlân ediyor!, Her türlü fırsat elinde olduğu hâlde onları serbest bırakıyordu. Şüphe yok ki, büyüklüğün bu derecesi, ancak Peygambere mahsus, müstesnâ bir hâlettir.

Öğle vakti olunca, Hz. Bilâl’i çağırarak, kırılan Hübel putunun ol­duğu yere çıkıp ezân okumasını emretti. Fahr-i Kâinât müslümanlara imam olarak namaz kıldırdı. İşte o günden bugüne, Ka’be’de her gün beş vakit ezân okunur ve namaz kılınır.

 

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Safâ tepesinde yüksekçe bir yerde oturdu. Müslümanlığı kabûl edecek olanlar, bölük bölük oraya gelip, güçleri yettiği kadar Allâh’ın ve Resûlünün emirlerini dinleye­cekleri ve itâat edecekleri hakkında, Peygamber Efendimiz’in elinden tutarak, birer birer bîat edip bağlılık beyânında bulundular ve söz ver­diler. Erkek-kadın, büyük-küçük bütün Mekkeliler geldiler. Evvela er­kekler, sonra kadınlar bîat ettiler.

 

Kadınların Bîatı

 

Kureyş kadınlarından; Ebû Tâlib kızı Hz. Ümmü Hânî, Âsım kızı Ümm-ü Habîbe, Âtike, İkrime’nin zevcesi Ümmü Hakîm, Hâlid ibn-i Velîd’in kızkardeşi Fâhite, Ebû Süfyân’ın zevcesi Hind ve daha bâzı î’tibârlı Kureyş kadınları, bir tâife hâlinde, bîat etmek üzere Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Bunlar içindeki, vaktiyle Uhud muhâre­besinde Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Hamza’yı öldürten ve sonra ciğerini çıkarıp ağzında çiğneyen Hind, Efendimize bîat ederken, kendisini bildirmemek için yüzünü örtmüştü. Resûl-i Ekrem, onu ta­nımış fakat tanıdığını belli etmeyip affetmişti.

 

Resûlullâh’ın büyüklüğü, Hind üzerinde öyle büyük bir tesir yap­mıştı ki, Resûlullâh’a şu sözleri söylemekten kendini alamadı: “Bu güne kadar en sevmediğim çadır, senin çadırındı. Fakat, bugün senin çadırından daha sevimli bir çadır göremiyorum”

 

Hind bundan sonra; “Yâ Resûlallâh! El tutuşup sana bîat edelim mi?” diye sordu.

 

Peygamber Efendimiz; “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına birden hitâb etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitâb etmem gibidir.” buyurdu.

 

Resûl-i Ekrem, eline bir bez sarıp, kadınlar ellerini Peygamber Efen­dimiz’in bez sarılı elinin üzerine koymak veya bir kap içinde getirilen suya elini batırdıktan sonra, onu kadınlara verip, onlar da ona ellerini batırmak sûretiyle bîat etmişlerdir.

 

Kadınlar bîat ederken, bîat maddeleri olarak;

 

“Allâh’a şirk koşmayacaklarına (hiçbir şeyi Allâh’a eş ve ortak tut­mayacaklarına), hırsızlık yapmayacaklarına, zinâ etmeyeceklerine, ev­lâtlarını öldürmeyeceklerine, hiç kimseye iftirâ ve bühtanda bulunmayacaklarına, hak olan herşeyde Peygamber’e itâat edecekle­rine, darlık ve varlık zamanında Peygamber’e sâdık kalacaklarına” dâir söz verip bağlılık beyânında bulunup, ahdü peymân ettiler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke’de 15 gün kaldıktan sonra, Havâzin ve Sakîf kabîlelerinin müslümanlara karşı harbe hazırlandık­larını haber aldı. Bunun üzerine Attâb ibn-i Eseb’i Mekke’ye idâreci; Muâz ibn-i Cebel’i İslâm esaslarını öğretecek muallim olarak tayin edip Mekke’den ayrıldılar.