İslâmiyetten Önceki Dünyânın Ahvâli

HİNDİSTAN

 

Gariplikler, acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan’da, İslâmi­yetin zuhûru sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdârlık bulunmak­taydı. Kubta, Çanika ve Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık, sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine hâkimdi.

 

Eşyâya ibâdet Hindistan'dan hiçbir vakit silinmemiş, her sınıf halkı­nın kalbine işlemişti. Hindistan, târihinin dînî ve içtimâî en kötü dev­relerini yaşıyordu. Bilhâssa Bırahmanlığın baskısıyla meydana gelen kast sistemi, halkı âdetâ cendere gibi sıkıp ezmekteydi.

 

Halk, dört sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Bırahmanlar), asker ve asiller, tüccâr ve çiftçiler ve bir de paryalar. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek ya da diğer sınıfa mensup bir âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Bırah­manlar, diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, onlar bütün günahları affedilmiş kabûl edilirlerdi. Südra'lar mülevves bir sınıf sayılır, doğuştan esir tanınır, en çirkin ve zâlimce muâmelelere mâruz kalırlardı. Hintlilerin nazarında bütün mağlup kavimler mülev­ves kabûl edilirdi.

 

Hindistan’da kadınların hiçbir kıymeti yoktu. Kadın murdar telakkî edilir, mutlakâ tahakküm altında bulundurulması îcâb ederdi. Kocası ölen kadın yâ diri diri toprağa gömülür veyâ yakılırdı. Ölen kocasının cesedi üzerinde yakılan kadın sâdık bir zevce olarak kabûl edilirdi. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun evlenmesi bile yasaktı. Kadın­ların iffetinden de söz edilemez, bir adam karısını kumar masasında kaybedebilirdi.

 

ÇİN

İslâmiyetin zuhûru öncesinde Çin tam bir karışıklık ve keşmekeş içinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar, farklı muâmeleye tâbi idi. Cemi­yet olarak insanlık ve adâlet duygusundan çok mahrumdular. Çin’de kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine, çok Nadîr olarak sofralarına oturma izni veriyorlardı. Anneler için, kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu bu­lunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa, o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da vahşî hayvanlara yem olarak verilirdi.

 

JAPONYA

Japonya’yı, halkın (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inan­dığı bir imparator idare ediyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adaları’ndan ibâret sanıyorlardı. Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olma­yan Shinto (Şinto) dînine mensuptular. Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri ibâdet kabûl ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre idare ediliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok mühimdi. Ona yönelik herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir baba, îdâm yahut ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına gel­miş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gel­memiş olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları mîras alamazdı.

 

AVRUPA DEVLETLERİ

 

Altıncı asır Avrupası, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı sa­vaşlar içinde yaşıyordu. Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında, ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi vardı. Vücudları murdar, kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, rûhun ebedî olup olmadığı, insanların satma, satın alma ve mülkiyet haklarının olup ol­madığı münâkaşa ediliyordu. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere orta ve batı Avrupa’yı ellerinde bulunduran Frenkler-Cermenler, her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, Barbarların eline geçmiş haksızlı­ğın, anarşi ve çöküntünün kurbanı olmuştu.

 

Britanya adaları ise, beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan, Cermen asıllı Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı.

 

Hırsızlık ve çapulculukla meşgul olan bu korsanlar; altıncı asırda yerli halkı mağlup ederek, Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «İngiller ülkesi» mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.

 

Avrupa'nın bu devri hakkında, Avrupalı mütefekkir ve müver­rihlerin (târihçilerin) de, çok dikkate şâyân tesbitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: “Avrupayı beşinci asır­dan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de gittikçe koyulaşan bir karanlık. Bu devirdeki karışıklıklar eski de­virlerden daha korkunç ve daha karanlıktı.”

 

BİZANS

 

O zamanlar dünyânın en büyük imparatorluğu kabûl edilen Bizans; Avrupa'nın güneyine, bütün Ön Asya'ya ve Mısır'dan Atlas Okyanu­su'na kadar Kuzey Afrika'ya hükmediyordu. İran ve Türklerle komşu olan Bizans İmparatorluğu, güçlü devrini yaşamaktaydı ama huzur­suzlukta artmıştı. Bizans’da kokuşmuş bir ictimâî nizam vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve sefâ­hata düşkünlük almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları, sınıf mü­câdelesi ve zulüm Bizans’ı batırdıkça batırıyordu. İnsanlar, onbinlerce kişinin toplanabildiği alanlarda; bâzan insanlar, bâzan de insanlarla yırtıcı hayvanlar arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve bundan zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar, tüyler ürpertecek kadar dehşet verici ve iğrençti. Bunları Roma'dan devralmıştı.

 

Bizans’ın bir eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir yük hayvanı gibiydi. Bizanslılar, mahkum milletler için en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için, çocuklarını satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.

 

ÎRAN

 

Bizanslılar ve Türklerle devamlı harp hâlinde olan İran’da, taht ve saltanat kavgaları ile siyâset entrikalarının yanında, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına da bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun idârecilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmaları yüzünden ıztırap ve huzursuzluk içindeydi.

 

O zamanlar İran ahlâksızlık ve tedennîde âdetâ muâsır Roma ile yarışıyordu. Şahlar birer ilah sayılıyordu. Zerdüşt'ün halîfesi olan Mez­dek: "İnsanlar ateş ve su gibi şeyleri kullanmakta nasıl müşterek iseler, serveti ve kadınları kullanmakta da serbesttirler" diyerek komünizme benzer bir inancı İran'a yaymıştı. Esasen Mecûsî Zerdüştlük kız kar­deşle ve en yakın akraba ile evlenmeyi kabûl ediyordu. İran'da insanlar Hürmüz'e ibâdetten başka, yere, göklere, tabîat kuvvetlerine, yıldız­lara, ağaçlara hattâ yabânî hayvanlara taparlardı.

 

MISIR

 

Mısır, târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar sırasıyla Mısır’ı istilâ etmişlerdi. Ro­ma’nın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hıristi­yanlık Mısır’da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslâm fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.

 

TÜRKLER

 

Peygamber Efendimizden önce Türkler, anayurtları olan bugün Türkistan denilen Orta Asya’da yaşamaktaydılar. Türkler’in güneydo­ğusunda Çin, batısında İran (Sâsânî) devletleri bulunuyordu.

 

Büyük Hun devletinin bölünüp yıkılmasından sonra, Apar (bilâhare bu kelime ‘Avar’ şeklinde telaffuz edilmiştir.) ve Tabgaç devri başla­mıştı. Bir müddet sonra, Hun soyundan gelenler bunları yıkarak Gök­türkler adıyla büyük bir devlet kurmuşlardı. (M. 552)

 

Peygamber Efendimiz doğduğu zaman, bu devlet Aral gölünden Kore’ye kadar uzanan geniş bir sahaya hükmediyordu. Hükümdârları, doğuda Mukan ve batıda İstemi Kağan idi. Resûlullah’a peygamberlik geldiği yıl bu devlet, doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştı.

 

Türkler çok savaşçı, ama mert ve dürüst bir kavim idiler. Şehirleri az olup çoğu göçebe bir hayat sürerdi. Bozkırlarda durmadan yer de­ğiştirirlerdi. Hürriyet, adâlet ve ahlâka çok değer verirlerdi. Misafirperverdiler. Kadınlar hor görülmez, şerefli sayılırdı. Aralarında kan dâvâsı yoktu ama siyasî mücadele vardı. Rakip boylar, düşman kabîleler, birbirlerine hiç merhamet etmezlerdi.

 

Dinleri eski Türk dîni idi. Tengri yâhut Kök Tengri (Gök Tanrı) de­dikleri bir ilâha inanırlardı. Gök Tanrı’nın, yalnız Türkleri koruyan ve onlara yardım eden bir tanrı olduğunu söylerlerdi. Onun, bir resmi ve heykeli yoktu, başka bir put da edinmemişlerdi. Sarhoş eden içkileri yoktu. Zinâ büyük suçlardan sayılırdı. Zinâ eden ölümle cezâlandırılır, hırsızlık yapan damgalanırdı. Cinleri ve melekleri ilâhlaştırmışlardı. Fakat onlara tapmıyorlardı. İbâdetleri olmadığı gibi, mâbetleri de yoktu.

 

Yerdeki cinlerden ve göktekilerden korunmak için bazı usulleri vardı. Kam ve Baksı denilen büyücü ve bilginler bunları tatbik eder­lerdi. Kamlar büyü ve tılsım yapar, kehânette bulunurlardı. Kısacası Türkler, büyük bir cehâlet içinde kendilerini aydınlatacak nûr’a muh­taç idiler.

 

Türkçede Şaman diye bir kelime yoktur. Onlar şamana Kam der­lerdi. Avrupalılar, Moğolca’daki Şaman kelimesinden hareketle, eski Türk ve Moğol dinine Şamanizm, o dine mensup olanlara da şamanist adını vermişlerdir.

 

Türklerin putperest olmadıkları ve tek ilâha inandıkları için, İslâmi­yeti kabûl etmeleri başkalarından daha kolay olmuştur.

 

İslâm dini diğer müntesiblerini (inananları) ve Türkleri yeşerten bir aşı olmuştur.

 

ARABİSTAN

 

Peygamber Efendimiz’den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te’siri altında Dîn-i Hanîf’i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, ka­bîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen ve birbirleriyle harp hâlinde olan hizipler meydana gelmişti. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldı­rıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir hâlde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alı­nıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.

 

Hülâsa, dünyânın heryerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayrımları ve buna benzer kötülüklerle insanlık sefâlet ve buhran içinde idi.

 

Cihânın zulmetle dolduğu, târihçilerin «Fetret Devri (Câhliyye Devri)» adını verdikleri bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.

 

Allâhü Teâlâ tarafından, Hz. Mûsa’ya indirilen Tevrat’ta ve Hz. Îsâ’ya verilen İncil’de; âhir zamanda bir kurtarıcı, bir halâskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Ehli kitap olan Yahû­dîler ve Hristiyanlar onu bekliyorlardı. İşte o, âlemlere en büyük rah­met olan Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi.

 

Her yerinden küfür ve şirk fışkıran, ahlâkî, ictimâî, siyâsî, iktisâdî bunalımlar ve bozukluklar içerisinde çalkalanan azgın bir putperestlik dünyâsında, insanları Allah (c.c)'ın doğru yoluna da'vet etmek için gönderilen en emin insan şüphesiz peygamberimiz Muhammed Mus­tafa sallallâhü aleyhi vesellem efendimizdir. O, da'vetini kabûl edenleri cennet nimetleriyle müjdelemek; kabûl etmeyenleri cehennem azâbıyla korkutarak uyarmak için gönderilmiştir. Fitne ve fesat tamâmıyla orta­dan kalkıncaya, din sâdece Allah (c.c)'ın oluncaya, peygamberimizin lisânıyla: insanlara "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullâh" dedir­tinceye kadar gayret ve mücâdele etmek üzere vazîfelendirilmiş; gel­miş geçmiş ve gelecek olan bütün insanların en fazîletlisi idi.

 

Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldık­ları bu devirde Araplar, soy ve nesebe ehemmiyet veren bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerikaldığı bu devirde, Arabistan’da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmez) ol­dukları hâlde; içlerinde, çok güzel şiir söyleyenler vardı. Arapların, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz, fakat söylerdi. Yazmayı bilenler azdı. Her sene Mecenne, Zülmecâz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzûrunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı.

 

Araplar inşâd ettikleri (kâidesine uygun, âhenk ile söyledikleri) şiir­leri, aralarında en şerefli kabîle olan Kureyş’e arz ederler, Kureyş izin verirse; birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılır ve onların şiirleri şânına tâzîmen Ka’be’nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibâr edilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbaka­larda, ancak yedi kişinin şiiri, birincilik alarak Ka’be duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb’a»(1) denilir. Muallekât şâirlerinin birincisi İmri-ül Kays idi. Onun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz’in risâletine kadar asılı kalmıştı.

 

Câhiliyye devrinde, Arapların belâgat ve fesâhata bu kadar ehemmi­yet vermeleri Arapça’nın kemâle ermesi, muhakkak ki, onları Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek kitâbı anlamaya hazırlamak ve teşvikten ibâretti.

 

Araplar, asırlar boyunca tekâmül eden dillerinin sâfiyetini muhâ­faza etmişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden yapı bakımından farklı değildir.

 

Peygamber Efendimiz’den önce, Arabistan’da; edebiyâtın çok ile­riye gitmiş olması, Arapça’nın kemâle ermesi, Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kudsiyyet ve kıymetinin bilinip takdir edilmesi maksadına ma’tufdu. Çünkü o Allah kelâmı, fesâhat ve belâğatta insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir. 

 

 

(1) Kâbe duvarına şiirleri asılan Muallekât-ı Seb’a şâirleri; İmri-ül Kays, Nâbigatü’z Zebyânî, Züheyr ibni Ebi Selmâ, Tarfetebni’l Abd, Anteretebni Şeddât, Alkametebni Abde, Lebîd ibni Rabîa’dır.