3- Hazreti Osman (R.A.)

Ashâb-ı kirâmın en büyüklerinden olup Peygamber Efendimiz’in dâmâdı ve üçüncü halîfesidir. Aşere-i Mübeşşere (dünyâda iken Cen­netle müjdelenen on sahâbî)den biridir.

 

Hz. Osman (r.a.), M.577 senesinde Mekke’de doğdu. Babası Affân, Kureyş kabîlesinin Benî Ümeyye kolundandır. Annesi ise Ervâ Binti Küreyz’dir. Hem ana hem baba yönünden soyu Abdümenaf’ta Pey­gamber Efendimiz’in temiz nesebi ile birleşir. Peygamber Efendimiz'e iki defa dâmâd olmakla şereflendiği için, kendisine iki nur sâhibi manâsına gelen «Zinnûreyn» denildi. Hz. Rukiyye’den Abdullah is­minde bir oğlu olmuş bu sebeple Ebû Abdullah künyesi ile anılmıştır.

 

Müslüman olmadan önce ticâret ile uğraşırdı. Zengin bir tüccar, mü­kemmel ve zarîf bir cemiyet insânı idi. Kabîlesi arasında geniş bir çevresi ve büyük îtibârı vardı. İslâmiyet’ten önce de Hz. Ebû Bekir ile yakın dost idi. Ona karşı içten bir sevgi duyar, iş husûsunda da görüşüp konuşurlardı.

 

O da Hz. Ebû Bekir gibi câhiliyet devrinin kötülüklerinden uzak durmuştur. Hz. Ebû Bekir müslüman olduktan sonra, Hz. Osman da onun teşvîki ile müslüman oldu.

 

Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır: "Benim kâhin bir teyzem vardı. Bir gün onun evine varmıştım. Bana dedi ki: Sana bir hâtun nasîb olacak ki, ne sen ondan önce öyle bir hâtun görmüş olursun, ne de o, senden önce öyle bir erkek görmüş olur. Güzel yüzlü ve zâhide bir hâtun olup, bir büyük peygamber kızı olsa gerektir.

 

Ben teyzemin bu sözüne hayret ettim. Yine bana dedi ki: "Bir pey­gamber geldi. O'na gökten vahy nâzil oldu."

 

Ben dedim ki: "Ey teyzem, böyle bir sır, şehirde hiç duyulmadı. O hâlde bu sözü açık söyle."

 

O zaman teyzem dedi ki: "Muhammed bin Abdullâh'a peygamberlik geldi. Halkı dîne da’vet eder. Çok zaman geçmez ki, onun dîni ile âlem nurlanır. Ona karşı gelenin başı kesilir."

 

Teyzemin bu sözleri, bana çok te'sir etti. Endîşeye düştüm. Ebû Bekir ile aramızda büyük bir dostluk vardı. Birbirimizden hiç ayrılmaz­dık. Bu mes’eleyi görüşmek üzere, iki gün sonra Ebû Bekr'in yanına gittim, teyzemin söylediklerini ona anlattım.

 

Ebû Bekir bana dedi ki: "Ey Osman! Sen akıllı bir kimsesin. Hiç gör­mez, işitmez ve bir şeye fayda ve zarar veremez olan bir kaç taş, put, heykel nasıl ilah olur?"

 

Ben de ona: "Doğru söylüyorsun, teyzemin sözü gerçektir" dedim ve teyzemin dediklerini naklettim.

 

Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman'a İslâmiyet'i anlattıktan sonra Onu Resû­lullâh'ın huzûruna götürdü.

 

Peygamberimiz, Hz. Osman’a şöyle buyurdu: "Yâ Osman. Hak Teâlâ seni Cennete da’vet eder. Sen de icâbet eyle! (Kabûl et) Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim." dedi.

 

Hz. Osman Resûlullâh'ın yüksek hâlleri ve güler yüzle söylediği sözler karşısında kendinden geçip, büyük bir şevk ve teslîmiyetle "Eş­hedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasû­lüh" diye şehâdet getirip müslüman oldu. Sonra da daha önce Şâm'a gittiği sırada gördüğü bir rüyâyı Peygamber Efendimiz’e şöyle anlattı:

 

Yâ Resûlallah, Biz Muân ile Zerkâ denilen yer arasında idik, bir ara uyumuştuk. O sırada "Ey uyuyanlar. Uyanın! Ahmed Mekke'de zuhûr etti." diye nidâ işittik. Mekke'ye gelince de sizin peygamber olarak gön­derildiğinizi öğrendik.

 

 * * *

 

Resûlullah (s.a.v.) kızı Rukiyye’yi Hz. Osmân’a verdikten bir zaman sonra ona; "Osman ibni Affân'ı nasıl buldun?" dedi.

 

"Hayırlı, iyi gördüm." dedi.

 

"Ey cânım kızım! Osmân’a çok saygı göster. Çünkü Ashâbım ara­sında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur!" buyurdu.

 

Hz. Osman, Peygamberimizin vahiy kâtiplerindendi. Güzel yazar, güzel konuşur ve çok kuvvetli bir hâtibdi. Dâimâ Kur’ân-ı Kerîm okur, Ondan çeşitli meseleler çıkarırdı. Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzı çok kuvvetli idi. Namazda bir rekatta bütün Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan dört kişiden biri de odur.

 

Hz. Osman, Hz. Ömer'in tâyin ettiği bir heyet tarafından Hicrî 23 (M.644) senesinde halîfe seçildi. Hz. Osman, hilm ve hayâsı ile meşhur­dur. O derece hayâ sâhibi idi ki melekler dahi ondan hayâ ederdi.

 

Hz. Osman zamânında; Hz. Ebû Bekir tarafından ceylan derisi üze­rine yazdırılan ve mushaf denilen Kur'ân-ı Kerîm’in ilk nüshasından, altı nüsha daha yazdırılarak çoğaltıldı. Bu mushaflar; Mısır, Mekke, Şam, Bağdat, Yemen ve Bahreyn'e birer tâne gönderildi. Bu bakımdan ona Nâşir’ül-Kur’ân (Kur’ân’ın yayıcısı) denilmiştir. Kûfi harflerle ya­zılmış olan bu mushaflarda harflerden başka hiçbir nokta ve işâret kul­lanılmamıştır. Bu ilk yedi nüshadan günümüzde, bir tanesi Mekke'de Kâbe'de, biri Kâhire'de Millî Kütüphâne'de, bir diğeri ise Özbekistan'ın Taşkent vilâyetindeki İslâm Kütüphânesinde korunmaktadır.(33)

 

Hz. Osman Kur'ân-ı Kerîm’in yazılma işi ile uğraşırken, bir Cum'a günü, Cum'a namâzını kılıp duâ ettikleri sırada bir şahıs geldi: "Ey vahiy kâtibi! Tebbet sûresini ihlâs sûresi'nden evvel yazmak fazîlet ba­kımından uygun olmaz, akıl da bunu kabûl etmez" dedi.

 

Hz. Osman (r.a.): “Levhi-Mahfûz'a bak” buyurdu. O şahıs bakınca, Levhi-Mahfuz'da sûrelerin sırasının aynı olduğunu gördü.

 

* * *

 

Hz. Osman muhtaçlara bol yemek yedirir, kendisi de evde sirke ile zeytinyağı yerdi. Halîfe iken; deveye binince kölesini de arkaya alırdı.

 

Kabristana uğradığı zaman oturur, ağlardı. Öyle ki sakalı ıslanırdı.

 

Hz. Osman (r.a.) bir defasında Resûlullâh'ın evinde hiç yiyecek kal­madığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp, Hz. Âişe'nin evine götürdü.

 

Hz. Âişe'ye şöyle dedi: "Ey mü’minlerin annesi, Resûl-i Ekrem'in bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç pay­laştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim." dedi.

 

Peygamberimiz eve gelip durumu öğrenince: "Yâ Rabbi! Osman'ın geçmiş gelecek, gizli, âşikâr bütün günahlarını affet" diyerek duâ etti.

 

* * *

 

Tebûk seferi zuhûr ettiğinde, Bizans’a karşı çıkarılacak bu ordunun, iyi hazırlanması îcâb ediyordu. Zîrâ uzun bir yolculuk, kuvvetli bir düşman ordusu onları bekliyordu. O sene de Arabistan’da müthiş bir kıtlık ve kuraklık olmuş, hurmalar harâb olmuş, develer ölmüş, hay­vanlar kırılmıştı. İşte bunun için tarihte zorluklar içinde hazırlanan bu orduya Ceyş’ül-Usreh (güçlük ordusu) dendi. Peygamber Efendimiz orduyu teçhîz için ashâbını teşvîk etmişti.

 

Hz. Osman (r.a.), ticâret için hazırladığı zahîre yüklü deve kervânı­nın tamâmı ile berâber ayrıca bin altın verdi. Peygamber Efendimiz çok memnun kalarak "Yâ Rabbi, ben ondan râzî oldum, sen de ondan râzî ol" diye duâ etti.

 

Abdurrahman ibni Avf radıyallâhü anh ise Resûl-i Ekrem'in huzû­runa dört bin dirhem getirmişti.

 

Yâ Resûlallâh! Yanımda sekiz bin dirhem vardı, dört bin dirhemini evime, çocuklarıma bıraktım. Dört bin dirhemini de Rabbime ödünç verdim. (Yâni sadaka verdim.) (Sadakanın karşılığını Allâhü Teâlâ ve­receği için böyle söylemiştir). Resûlullah Sallallâhü aleyhi vesellem: "AIIâhü Teâlâ, evinde bıraktığını ve ödünç verdiğini mubârek kılsın, bereketlendirsin" buyurdular.

 

Osman ibni Affân (r.a.) ve Abdurrahman ibni Avf’ın (r.a.), Allah yolunda yaptıkları bu yardımdan dolayı sûre-i Bakara’nın 262. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Cenâb-ı Hak bu âyeti kerîmesinde meâlen buyu­ruyor ki; «Mallarını Allah yolunda sarf ve infâk eden, sonra verdikle­rinin arkasından başa kakmayı reva görmeyen; mağrurlanmayan, tiksindirmeyenler, Allah katında ancak onların ecirleri vardır, onlara bir korku yoktur ve mahzun olmayacaklardır.»

 

Resûlullah (s.a.v.) ashabını Tebuk seferine teşvik ediyordu. Hz. Osman kalktı ve "Yâ Resûlallah, bütün techizatı ile Allah yolunda yüz deve hazırlamak bana aittir." dedi. Peygamberimiz teşvik etmeğe devam etti. Hz. Osman (r.a.) kalktı ve "Yâ Resûlallah, bütün techizatı ile Allah yolunda ikiyüz deve hazırlamak bana aittir." dedi. Resûlullah teşvike devam etti. Hz. Osman kalktı ve "Yâ Resûlallah, Allah yolunda bütün techizatı ile üçyüz deve hazırlamak bana aittir." dedi.

 

Resûlullah (sa.v.) minberden indi. "Şu iyilikten sonraki hayatında yapacakları ona zarar vermez." buyurdular.

 

Muttarızî rahmetullâhi aleyh bu Hadîs-i Şerîfin mânâsını; "Osman, bundan sonra hiçbir nâfile amel yapmasa da zararı yoktur. Çünkü yaptığı iyilik bütün nâfile işlerin yerine geçer, ona kifâyet eder" diye tefsir etmiştir.

 

* * *

 

Hz. Ebû Bekir radıyallâhü anhın hilâfeti devrinde Hazret-i Osman radıyallâhü anh’ın Şam'dan yüz deve yükü buğday kervânı gelmişti. O sırada Medîne-i Münevvere'de kıtlık vardı. Ashâb-ı kirâm aleyhimür­rıdvân, Hazret-i Osman'ın kervânının geldiğini, satılık buğdayı oldu­ğunu işittiler. Gidip satın almak istediler. Bir menn(34) buğdaya yedi dirhem kıymetinde para verdiler.

 

Hz. Osman (r.a.); "Satmam" dedi. Sebebini sordular.

 

"Sizden daha fazla veren var, kim fazla verirse, ona veririm" bu­yurdu. Ashâb-ı kirâm üzülerek döndüler. Hazret-i Ebû Bekr'in huzû­runa vardılar.

 

Ey Resûlullah’ın Halîfesi! Hz. Osman'ın bugün malı geldi, bir menn buğdaya yedi dirhem verdik, vermedi. Sizden fazla veren, sizden daha iyi alıcım var, ona vereceğim, dedi. Resûlullâh'ın ashâbına böyle cevap vermek doğru olur mu? Bu kıtlık zamânında, Muhâcir ve Ensâr gibi üstün kimselere vermeyip, daha fazla para istemesi ona yakışır mı? dediler.

 

Hazret-i Ebû Bekir radıyallâhü anh: Siz Osman hakkında kötü dü­şünmeyiniz, aranızda bir münâkaşa da çıkmamıştır. O Resûlullâh'ın Me'vâ cennetinde refîkidir. Resûl-i Ekrem'in dâmâdı olmak şerefini kazanmıştır. Her hâlde siz onun sözünü yanlış anladınız, berâber gide­lim buyurdu. Berâber kalkıp Hz. Osman'ın yanına vardılar. Hazret-i Ebû Bekir radıyallâhü anh:

 

Yâ Osman! Ashâb-ı Kirâm senin bir sözüne üzülmüştür, buyurdu.

 

Hz. Osman: Evet, yâ Ebâ Bekir! Onlardan daha çok veren, bire yedi­yüz veriyor. Bunlar bire yedi veriyorlar. Biz buğdayı bire yediyüz verip alana verdik, buyurdu.

 

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medîne-i Münevvere'deki ihtiyaç sâhiplerine dağıttı. Yüz deveyi de kurban etti.

 

Ebû Bekri's-Sıddîk radıyallâhü anh buna çok sevindi. Kalkıp Haz­ret-i Osman'ın alnından öptü. Ashâbı kirâmın, senin sözündeki inceliği anlayamadıklarını önceden sezmiştim, buyurdu.

 

Hz. Ebû Bekir radıyallâhü anh o gece Resûlullâh'ı rüyâda gördü. Güzel elbiseler giymiş, mübârek başına sarık sarmış, elinde bir demet menekşe ile tebessüm ediyorlardı.

 

Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk: Yâ Resûlallah! Nereden teşrîf ediyorsunuz? dedi.

 

Server-i âlem: Osman ibni Affân'ın ziyâfetinden geliyorum. Çok iyi sadaka verdi. Allâhü Teâlâ da ona dört yüz yük misk ve amber verdi, buyurdu.

 

* * *

 

Birgün Resûlullâh'ın huzûrunda bir melek duruyordu. O sırada Hz. Osman (r.a.) oradan geçti. Melek; "bu geçen kimdir, yâ Resûlallah?" diye sordu.

 

Server-i âlem; "Osman ibni Affân'dır" buyurdular.

 

Melek, Osman ismini işitince ayağa kalktı. Yâ Resûlellah! Bu zâttan bütün melekler hayâ eder, muhabbet ve hürmet ederler. Bunun Hak Teâlâ katında mertebesi çok yüksektir. Bunun gibi şânı büyük bir kim­seyi kavmi hangi bahâne ile şehit etmeğe cesâret edecekler? dedi.

 

* * *

 

Hz. Osman (r.a.) devrinde Tunus'a kadar Afrika'nın şimâli, Anado­lu'nun doğusu, Semerkand'a kadar nice yerler İslâm ordularının eline geçti. İslâm'ın sınırları çok genişledi.

 

Hz. Ömer radıyallâhü anh’ın hilâfeti zamanı olan 10 sene ile Hz. Osman radıyallâhü anh’ın 12 senesinin bilhâssa ilk altısı, refah ve rahat­lıkla geçti. İslâm memleketlerinin hepsinde dînî hükümler uygulandı. Feth edilen memleketlerin ahâlîsi de seve seve müslüman olmakla şeref­lendi. Böylece İslâm nüfûsu pek artmış, milyonları aşmıştı.

 

Ancak bu kadar genişlik ve çokluk sebebiyle fikirlerde ayrılıklar da çoğaldı. Düşünüş tarzları, idrâk şekilleri arasında ayrılık baş gösterdi. Müslüman kılığına giren münâfıkların körüklemesi ile halîfeye karşı isyan başladı. Hz. Osman (r.a.)'ın hilâfetinin son altı senesi karışıklıklar içinde geçti.

 

Şer planlarını, Abdullah ibni Sebe’ adında Yemenli bir münâfık Yahûdî yapıyordu. Bu Yahûdî her tarafa yerleştirdiği adamları ile fit­nenin yayılması için her yola başvuruyordu. İslâmiyet'i içerden yıkmak için faâliyete geçen Abdullah ibni Sebe, önce Basra ve Kûfe'de gizli teşkîlât kurdu. Daha sonra Medîne'ye gelip, orada bir takım fitne faâli­yeti göstermek istedi ise de, tutunamayıp, Mısır'a kaçtı. Mısır'da yıkıcı faâliyetlerini devam ettirmek üzere, kendisi gibi fitneci kimseleri etrâ­fına topladı. Burada fitnenin ilk tohumlarını atıp, "Sebeiyye" fırkasını ortaya çıkardı. Âsîlerden on üç bin kişi, Medîne'yi sardılar ve Hz. Os­man’a halîfeliği bırakmasını teklif ettiler.

 

Hz. Osman (r.a.) ise, "Peygamberimiz server-i âlemin, bana giy­dirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam" buyurdu. Sahâbe-i Kirâmın ve Tâbiîn-i kirâmın hepsinin içtihatları da böyle idi. Fakat, âsîler iknâ edi­lemedi, Hicretin otuz beşinci senesinde Medîne'ye gelip, Hz. Osman (r.a.)'ın evini kuşattılar. Muhâsara kırk gün devam etti, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile Hz. Talha (r.a.) halîfenin kapısında nöbet tuttular.

 

Ashâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah ibni Selam hazretleri bu­yurdu ki: Muhâsara altında bulunan Hz. Osman (r.a.)'ı ziyâret etmek üzere yanına gittim. Selâm verdim. Hz. Osman (r.a.) selâmımı aldı. Oturdum, az sonra Hz. Osman; "Kardeşim, bu gece rüyâmda şu pen­cereden Resûl-i Ekrem'i gördüm.

 

Bana; «Osman, seni muhâsara ettiler, öyle mi?» diye sordu.

 

Ben de, Evet yâ Resûlallah dedim.

 

Resûl-i Ekrem; «Seni susuz bıraktılar, öyle mi?» diye tekrar sordular.

 

Ben de, Evet yâ Resûlallah dedim.

 

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bana bir bardak su verdi, o suyu içtim. Soğukluğunu göğsümde duyup kandım.

 

Sonra Resûl-i Ekrem bana; «İstersen seni onlara gâlip getirelim. İs­tersen iftârı bizim yanımızda yap» buyurdu. Ben de Resûl-i Ekrem'in yanında iftârı tercih ettim" dedi.

 

Hasenü'l-Kuşeyri dedi ki: Abdullah ibni Selâm, Hz. Osman’ın evin­den ayrıldıktan sonra Hz. Osman (r.a.) evini saran adamların karşısına çıktı ve onlara; "Sizi benim üzerime teşvik ve tahrik eden o iki kişiyi getirin göreyim" dedi. Kızıl deve veya eşek gibi iki adam, Hz. Osman’ın karşısına çıktı.

 

Hz. Osman (r.a.); "Size Allah ve Resûlüne yemin verdirerek soruyo­rum. Resûl-i Ekrem Medîne'ye geldiği vakit, Rûme kuyusundan başka içilecek tatlı su bulunmadığı için «Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile berâber tutarsa, Cennetteki kovası bundan hayırlı olur.» buyurunca, bol para verip onu satın alan ve mil­lete vakfeden ben değil miyim? Şimdi siz onun bir bardak suyundan beni men ediyorsunuz" dedi.

 

Onlar; "Evet, doğrudur" dediler.

 

Sonra yine Hz. Osman (r.a.); "Allah ve İslâmiyet hakkı için size so­ruyorum: Darda olan İslâm ordusunu tamâmıyla kendi servetimden techîz etmedim mi?" dedi.

 

Onlar; "Evet, doğrudur." dediler.

 

Hz. Osman (r.a.); Allah ve İslâmiyet adına size yemin verdiriyorum; mescid Müslümanlara dar geldiği vakit, Resûl-i Ekrem: «Cennette daha hayırlısını almak üzere falancanın arsasını kim alıp mescide ilâve eder?» buyurduğu vakit onu satın alıp mescide katan ben değil miyim? Böyle iken, şimdi siz benim mescidde namaz kılmama mâni’ oluyorsunuz" dedi.

 

Onlar; "Evet, doğrudur." dediler.

 

Hz. Osman (r.a.); "Allah ve İslâmiyet adına yemin verdirerek soru­yorum: Resûl-i Ekrem, Ebû Bekir, Ömer ve benimle Şebir (Uhud) da­ğında otururken, dağ sallanıp taş yuvarlandı ve Resûl-i Ekrem taşı ayağıyla tutup: «Ey Şebir, ey Uhud Dağı, dur! Zîrâ senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd var» buyurmadı mı?" dedi.

 

Onlar; "Vallâhi doğru söylüyorsun" dediler.

 

Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.); «Allâhü Ekber» diye tekbir aldık­tan sonra: "Kâbe'nin Rabbi hakkı için şâhid olun ki, ben şehîdim" dedi.

 

Daha sonra âsîler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler.

 

Hz. Osman (r.a.) oruçlu olup, Kur'ân-ı Kerîm okuyordu.

 

Âsîler Hz. Osman radıyallâhü anh'ın üzerine saldırıp şehîd ettiler. Bu arada hanımı Nâile radıyallâhü anhâ'nın da parmakları kesildi.

 

Abdullah ibni Selâm, Hz. Osman’ın şehîd edildiği esnâda yanında bulunanlara; "Hz. Osman son olarak o esnâda ne söyledi?" diye sordu.

 

Dediler ki: Hz. Osman, "Yâ Rabbi Ümmet-i Muhammed arasındaki tefrikayı kaldır ve kendilerini birleştir" diye üç kere duâ etti.

 

Abdullah ibni Selâm dedi ki: "Hz. Osman bu şekilde duâ etmeseydi, kıyâmete kadar Müslümanlar bir araya gelemezdi."

 

Hz. Osman (r.a.) dâimâ adâletli davrandı. Müslümanların râhatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsîlerin her türlü bozuk iddiâlarına, iknâ edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsîlerin maksadı karışıklık çıkarmak ve fitne yaymak ol­duğundan onu şehîd ettiler.

 

* * *

 

Âsîler, Hz. Osman’ın evini soydular. Devlet hazînesi olan beyt'ül-mâlı da yağma ettiler. Medîne-i Münevvere’yi kana buladılar. Halîfenin cenâ­zesi üç gün defnedilemedi. Nihâyet Zübeyr ibni Avvâm (r.a.) ve on yedi kişi cenâze namazını kılarak, Bakî’ Kabristanlığına defnettiler.

 

Hz. Osman (r.a.)'ın şehîd edildiği haberi, İslâm ülkesinde büyük üzüntü uyandırdı. Her tarafta büyük bir huzursuzluk ve hüzün baş­ladı. İslâm düşmanları fitneyi çıkarmışlar, kinlerini kusmuşlardı.

 

Hz. Osman (r.a.) on bir sene altı ay on dört gün halîfelik yaptı. Hic­retin 35. senesinde, 80 yaşını geçtiği hâlde şehîd edildi (M. 656).

 

Hz. Osman hakkında Peygamber Efendimiz (me’âlen) şöyle bu­yurdu;

 

• Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.

 

• Osman’dan gök kubbedeki melekler hayâ ederler.

 

• Bütün melekler benimle iftihâr eder. Ben de Osman ibni Affân ile iftihâr ederim.


• Osman’ın şefâatı sâyesinde cehennemi Hak etmiş yetmiş bin kişi hesapsız cennete girecektir. 

 

(33) Taşkent’teki bu Kur’ân-ı Kerim, Arap Yarımadası’ndan başladığı yolculuğu, kimbilir nereleri dolaşarak Taşkent’te noktaladı. Türkler'in İslâmiyet'i kabûlünden sonra Türk dünyâsındaki bu ilk nüsha bir ara Rusya’da uzun süre Petersburg'da kalmış, Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra yeniden Taşkent’e getirilerek, İslâm Kültür Merkezi Kütüphânesi'nde sıkı muhafazaya alınmıştır.

(34) Bir menn; 1,05 litre hacminde ölçektir.