Bedir Gazâsı

(Hicrî: 2, M.: 624)

Bedir, Medîne’ye 80 mil mesâfede bir köydür. Mekke’den Suriye’ye giden kervan yolunun üzerindedir. Müşriklerle müslümanlar arasında harp, ilk defa işte burada olmuştur. Bedir Harbi, peygamberliğin 14 üncü, hicretin ikinci senesi ramazan ayında vukû’ bulmuştur. Hakk ile bâtıl arasında cereyan etmiş, tevhid şirke, îmân küfre gâlib gelmiştir. Kureyş, hicretten sonra Medîne’nin muteber insanlarından Abdul­lah İbn-i Übeyy’e mürâcaat ederek Muhammed’i öldürmesini veyahut Medîne’den çıkarmasını istemişlerdi. Eğer bunu yapmazsa, Medî­ne’nin bir taarruza uğrayacağını bildirmişlerdi. Ebû Cehl de Ka’be’de rastladığı Medîne’nin eşrâfından Sa’d’a buna benzer sözler söylemişti. Kureyşten bâzı müfrezeler Medîne etrâfında dolaşmağa, Medîne mer’alarına sarkıp yağmaya başlamıştı. Kürz bin Câbir el-Fihrî müfre­zesi Medînelilerin hayvanlarını alıp gitmişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, hemen bir bölük Muhacirle Medi­ne'den çıkıp Kürz bin Câbir'in arkasına düşmüştü. Fakat Kurz sapa yollardan kaçtığı için ona yetişemediler. Bundan sonra Abdullah bin Cahşi'l-Esedî on kadar mücâhidle keşif için Mekke yakınlarına gönde­rildi. Mekke ile Tâif arasında Mekke'ye gelmekte olan Kureyş kerva­nına rast geldiler. Kervan başı Amr bin Hadramî idi. Müslümanlar iki kişiyi esir alıp Amr bin Hadramî'yi öldürdü. Diğerleri kaçtılar. Bu iki esirle kervanı alıp selâmetle Medine'ye döndüler. İşte, Müslümanların ilk aldığı ganîmet budur.

 

Daha sonra harp hazırlığını tamamlamak için Kureyş, Sûriye’ye büyük bir kervan çıkarmıştı. Müslümanlar bu kervanın yolunu kesmek istiyordu. Abdullah ibn-i Cahş seriyyesinde ilk okun atılması ve ilk ölümün vukûbulmasiyle Kureyş ile müslümanlar arasındaki vaziyet büsbütün gerginleşti. Kureyş, ticâret yolunun ciddî sûrette tehlikeye düştüğünü görmüş; müslümanlara karşı kat’i harekete geçmek için ha-zırlığa başlamıştı. İşte Ebû Süfyân’ın Sûriye’ye çıkardığı kervan bu maksatla yapılacak bir harp hazırlığı içindi. Müslümanlar bunu bildiği için bu kervanı önlemek istiyordu. Mekke’den Medîne’ye hicret etmiş bulunan müslümanlar, Mekke’deki mallarını almak için müşriklerle anlaşıp bir neticeye varmanın imkânsızlığını anlamışlardı. Yumuşak hareket ettikçe Kureyş onlara karşı şiddetini artırıyordu. Müslümanlar da etrafa müfrezeler, seriyyeler çıkararak seslerini duyurmağa başla­mıştı. Bununla berâber Bedir Harbi, önceden tasarlanmış, düşünülmüş bir harp değildi. Hâdiselerin birbirini takip etmesi onu ortaya çıkar­mıştı. Hele müslümanlar böyle bir harp için hiç hazırlıklı değildiler. Ortaya çıkan şartlar karşısında harbe girmek zorunda kaldılar.

 

Ebû Süfyân’ın Sûriye’ye çıkardığı kervanı bütün Mekkeliler hazırla­mıştı. Hattâ kadınlar bile buna katılmıştı. Kervanın reisi Ebû Süfyân’dı. Amr ibn-i Âs da yardımcı idi. 30-40 nefer kadar kervan muhâfızı vardı.

 

Peygamber Efendimiz; Talha, Ubeyde ve Saîd ibn-i Zeyd’i kervanın harekâtını gözlemeğe yollamıştı. Havrâ’ya vardılar ve kervanın Sûri­ye’den Mekke’ye dönmekte olduğunu öğrendiler. Medîne’ye haber uçurdular. Fakat onlardan haber gelmeden önce Hazreti Peygamber ashâbı toplayıp istişâre etti. Zira bu kervandaki malları Kureyş, yarın müslümanlara karşı kullanacaktı. Onun için tedbir almak lâzımdı.

 

Ebû Süfyân’a gelince; müslümanların kervanın hareketine mânî ola­cakları haberini almıştı. Bu sebeple o da, tâkip edilecekleri kuşkusuyla, Bedir’e kervanı sürmeden önce adamlarını göndererek konaklayacak­ları yerlerde bir keşif yaptırttı. Bunun neticesinde; tâkip edilmekte ol­duklarını sezerek, kervanı Bedir’e uğratmadan deniz sâhiline, Cidde’ye sürmüştü. Bu arada, Damdam adında müthiş çığlık atan birini de ki­ralayarak Mekke’ye feryatçı tellal olarak göndermişti.

 

Damdam, korkunç bir kılıkla Mekke’ye gelip sokakları dolaşarak; “Ey Kureyş! Müslümanlar kervanı yağma ediyor! Yetişîn! İmdât! İmdât!” diye feryada başlamış, halkı galeyana getirmiş ve Kureyş harp için harekete geçmişti.

 

Ebû Cehil de işi kızıştırıyordu. Ebû Leheb hasta yatıyordu. O da hasta yatağından Kureyş’i harbe teşvik ederek, kendi gidemeyeceği için yerine bir bedel çıkarmıştı. Böylece hazırlanan müşrik ordusu 100 atlı, 700 develi, kalanı yaya olmak üzere 1000 civarında idi. Müslüman­larla harp etmek üzere yola çıktılar.

 

Bu arada Ebû Süfyân, kervanı hiçbir şey olmadan Mekke’ye ulaştır­mış ve yola çıkmış bulunan müşrik ordusunun geri dönmesi için de adamlarına haber göndermişti. Fakat, müşrikler tam bir harp hazırlı­ğıyla yola çıktıklarını söyleyerek geri dönmediler. Bedir’e kadar gelip harp sâhasına hâkim noktalara yerleştiler. Su başını tuttular.

 

Aslında Ebû Cehil’den başkası harbi pek istemiyordu. Ebû Cehil kızgın bir hâlde şöyle bağırıyordu. “Buradan kat’iyyen gitmeyeceğiz. Burada üç gün kalacağız. Develer boğazlayıp yemekler yiyeceğiz, içki­ler içip, çalgılar çalacağız. Bundan sonra Araplar bizim sevinç ve neş’e­mizi işitecekler, bizi ebediyyen sevecekler...”

 

Medîne’den Bedir’e Hareket

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ticâret kervanının Sûriye’den Mek­ke’ye dönmekte olduğunu öğrenince, Ashâb’ı ile Bedir’e doğru hare­kete geçti. Fahr-i Kâinât’ın ordusu 313 kişi olup, bunların 83’ü Muhâcirlerden, gerisi Ensâr'dan idi. Orduda, gözcü süvârilerin kullan­dığı iki at vemünâvebe ile binilen yetmiş deve bulunuyordu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Abdullah ibn-i Ümm-ü Mektûm’u, Medîne halkına namaz kıldırmak için yerine vekil bırakarak, Ramazân’ın seki­zinde Medîne’den yola çıktılar. İbn-i Ümm-ü Mektûm âmâ olduğun­dan, yahûdîler bir kargaşalık çıkarmasınlar diye Resûlullâh, Ebû Lübâbe’yi de yoldan çevirerek, Medîne’ye kâim-i makâm tâyin etti. Resûl-i Ekrem, Ebû İnebe kuyusu yanında, Kays ibn-i Ebû Sâsâ’yı piyâ­deler üzerine çavuş tâyin edip, müslümanların sayılmasını ona emretti. O da aldığı emir üzerine müslümanları orada durdurup saydı ve ken­disine tekmil verdi.

 

Safrâ yakınındaki Zefirân denilen yere geldiklerinde, Kureyş’in Mekke’den büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu öğrendiler. O za­mana kadar Kureyş’in bu hareketinden haberleri yoktu. Onlar, kerva­nın hareketine manî olmak için yola çıkmışlardı. Bu haber üzerine meselenin rengi değişti. Koca Mekke ordusuna nasıl karşı duracak­lardı? Fakat, Medîne’ye dönmek de olmazdı.

 

Peygamberimiz’in Ashâbıyla İstişâresi

 

Peygamber Efendimiz, müşriklerin büyük bir ordu ile kendilerine doğru gelmekte olduğunu öğrenince vaziyet hakkında ashâbıyla istişâ­rede bulundu. Yapılacak gazânın onların rızâsıyla olmasını istiyordu. Ensâr ve Muhâcirîn ise, Resûlullâh’ın tam hoşlanacağı şekilde ko­nuştular ve Peygamberimizin mübârek kalbi sevinçle doldu.

 

Muhâcirîn nâmına, Mikdâd bin Esved (r.a.) konuştu ve şöyle dedi:

 

«Ey Allâh’ın Resûlü! Seni bize Allah gönderdi, biz de seninle berâbe­riz. Biz sana İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya dedikleri gibi ‘git! Sen ve Rabbin, ikiniz onlarla harbediniz biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat deriz ki; ‘Git, sen ve Rabbin, ikiniz onlarla harbediniz. Biz de sizinle birlikte harbederiz!’»

 

Ensâr nâmına Sa’d ibn-i Muâz (r.a.) konuştu ve dedi ki:

 

“Ey Allâh’ın Resûlü! Biz sana îmân ettik. Senin getirdiğine inandık, sana bu hususta söz verdik. Bize istediğini emret! Biz seninle berâberiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen seninle berâber biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekin­meyiz! Muhârebe vaktinde geri dönmeyiz! Sabrederiz, sadâkattan ayrıl­mayız! Allah’dan dileriz ki, bize memnun olacağın işler nasîb etsin! Hemen, Allâh’ın bereketinden dileyerek, istediğiniz tarafa gidelim.”

 

Resûlullâh onlardan bu sözleri işitince çok, hem de çok memnun oldu. “Böyle söyleyen bir kavim kat’iyyen yok ve mağlub olmaz.” buyurdu, yüzleri saâdet belirtileriyle doldu ve “Yürüyün ve Allâh’ın lütfuyla şâd olun. İşte, Kureyş’in tek tek düşeceği noktaları görü­yorum.” diyerek, o noktaları mübârek elleriyle birer birer gösterdiler.

 

Hedef, kervanı basmak değil, küfür safını yıkmaktı. İstişâre ne­tîcesinde, geri dönmek müşriklere ve yahûdîlere cesâret vereceğinden, harbe karar verildi.

 

Müşrik ordusu evvelce gelip Bedir suyunu zaptettiklerinden, Pey­gamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’de kumluk bir sahrâya indiler. Müslümanlar susuz kalmaktan korktular. Fakat, sabaha karşı yağan bol yağmur, müslümanların yüzünü güldürdü. Allah tarafından, bir te’yîd-i Rabbânî olan bu yağmur sularından bol bol istifâde ettiler.

 

Kumluk arâzi, yağmur yağınca biraz pekleşti. Üzerinde yürümek de kolaylaştı.

 

Bu arada Hubâb bin Münzir (r.a.), inilen yeri beğenmeyerek şöyle dedi: “Yâ Resûlallah! Buraya vahiy ile mi indik, yoksa bu harp durumu îcâbımıdır?”

 

Peygamber Efendimiz; “Mes’ele harp işidir” deyince,

 

Hubâb; “Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önüne ordugâh ku­rulmasını” teklif etti.

 

Onu münâsib buldular. Oraya gidip büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurduktan sonra diğer kuyuların üzerini kapattılar. Böylece düşman or­dusunun onlardan faydalanmasını önlediler. Çünkü «harp hîledir».

 

Bu hâdise bize istişârenin ehemmiyetini gösterir.

 

Orada, Sa’d ibn-i Muâz’ın işâretiyle Allâh’ın Resûlü için bir gölgelik yaptılar. Peygamberimiz, o gölgelik altında,“Ey Allâhım! Kureyş, atla­rıyla ve ordularıyla senin Resûlünü yalanlamak için geldiler.

 

Yâ Rabbi! Bana vâ’dettiğin zaferi bugün ver!

Yâ Rabbi! Sen eğer bu topluluğu helâk edersen, sana yeryüzünde ibâdet edilmeyecek.” diye duâ etti.

 

Bu duâsında o kadar vecd ve istiğrâka gelmişti ki, ridâsı (hırkası) omuzundan düştüğü hâlde farkına varmamıştı.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in ridâsını alıp omuzuna koyarken şöyle dedi. “Yâ Resûlallah, duân arşı titretti. Allah elbette va’dini yerine getirecek”.

 

Resûlullâh duâsına devâm etti. Hafif bir uykuya dalar gibi kendin­den geçti. Rü’yâda, zaferin hilâlini gördü ve müslümanlara şöyle müj­deledi: “Bu gün kim sabırla ve sebâtla harp ederse ve bu yolda öldürülürse Allah onu cennetine koyar.”

 

Harp Tarzının Müzâkeresi

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Bedir gecesi yanındakilere, “Nasıl çarpışır­sınız?” diye sormuştu.

 

Âsım ibn-i Sâbit (r.a.) kalkıp eline yayı ve oku aldı; “Ey Allâh’ın Resûlü! Kureyş kavmi, ikiyüz Zîrâ’ (takrîben 150-180 metre mesâfe) kadar yaklaştıkları zaman yay ile ok atarız. Kureyş bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, taşla mücâdele ederiz. Kureyş, bize ve onlara mızrak erişecek kadar yakınımıza sokuldukla­rında, ise kırılıncaya kadar mızrakla mücâdele ederiz. Kırılınca da mız­rağı koruz” dedi ve kılıcı alıp kuşandı onu sıyırarak, “Kılıç sıyrılır. Kılıçla çarpışmaya tutuşulur!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah; “Har­bin îcâbı budur, bu tarzda çarpışılmasını gerekli gördüm. Çarpışan, Âsım’ın çarpışması gibi çarpışsın!”  buyurdular.

 

Tarafların Karşılaşması

Ertesi sabah, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Mü’minlerle müşrikler karşılaştıkları zaman, mü’minler müşrikleri az, müşrikler de mü’min­leri az ve zayıf görerek her iki taraf çarpışmaya isteklenmiş ve heves­lenmişti. Müşrik ordusunun başı olan Ebû Cehil, müşrikleri durmadan harbe teşvik ediyordu. Müşriklerin bayrağından birini Ebû Azîz bin Umeyr, diğer ikisini de Nadr bin Hâris ile Talha bin Talha taşıyordu.

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), meydana çıkıp müslümanların saflarını dü­zeltti. “Ben emretmedikçe düşman üzerine gitmeyiniz. Fakat ok men­ziline gelindiği zaman onlara ok atınız.” buyurdu.

 

Peygamber Efendimiz, askerlerini saf saf dizdikten sonra sancaktarlar tâyin etti. Muhâcirlerin bayrağını Müs’ab bin Umeyr’e, Hazrec’in bayra­ğını Hubâb bin Münzir’e, Evs’in bayrağını da Sa’d bin Muâz’a verdi.

 

Harp mübâreze(17) ile başladı. Mübârezeye ilk olarak müşriklerden, Rabîaoğulları Utbe, Şeybe ve Utbe’nin oğlu Velîd çıktılar. Bunlara kar­şılık, müslümanların saflarından birçok sahâbînin çıkmak için ileri atıl­maları üzerine Peygamber Efendimiz, üç kişiye karşı sâdece üç kişinin çıkmasını emretti. Bunun üzerine Benî Neccâr’dan ve Ensâr’dan Afrâ hanımın oğulları Ensar gençlerinden Avf ile Muâz ve bir de Abdullah ibn-i Revâha çıktı.

 

Utbe onlara sordu: “Siz kimsiniz, kimlerdensiniz?”

 

Onlar da adlarını, sanlarını teker teker saydıktan sonra karşılık verdi­ler; “Ensârdanız! Resûlullâh’ın Medîneli yardımcılarındanız!” dediler.

 

Utbe; “Bizim sizinle işimiz yok.”dedi. Bu üç kişiyi reddettiler. Bunun sebebi de, karşılarındaki insanları hakir görmeleri idi. Medîne­liler Zîrâatla, Mekkeliler ise ticâretle uğraştıklarından, Medînelileri hep küçümserlerdi.

 

Müşrik mübârizler, yüzlerini Peygamber Efendimiz’e çevirerek; “Yâ Muhammed! Bize kendi içimizden (Mekkelilerden) kendi kanımızdan adam çıkar!” diye bağırdılar.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok celâllendi. Hemen; “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” buyurarak, onların, üç müş­riki susturmalarını istedi. Hz. Ubeyde (r.a) 63, Hz. Hamza (r.a.) 58, Hz. Ali (r.a.) 21 yaşlarında idi. Bu üç kişi Arap âleminin en cesur, savaşçı kişileri idi. Hz. Hamza ve Ubeyde İslâmdan önce Arablar tarafından da takdir edilen kimselerdi. Hz. Ali ise, Allâh’ın arslanı idi. Üçü de mey­dana çıktılar, isim ve şöhretlerini söylediler.

 

Meydandaki üç müşrik, kalabalığa doğru dönerek; “Bunlar tam bizim dengimizdir. Biz bu üç kişi ile kılıç sallarız.” diye bağırmağa başladılar.

 

Artık onları durdurmak için hiçbir sebeb kalmamıştı. Mübâreze baş­ladıktan sonra, yapılan darbeleri teşvik için her iki taraftan da sesler yükseliyor, takdirlerle, Allah, Allah sesleri göğe yükseliyordu.

 

Müslüman mübârizlerin en yaşlısı Hz.Ubeyde, Utbe ile; Hz. Hamza, Şeybe ile; Hz. Ali de Velid ile karşılaştılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali rakip­lerini birer kılıç darbesiyle hemen devirdiler. Hz. Ubeyde, Utbe ile bir­birine hamleler yapıyorlardı. Amma yaptıkları hamleler ihtiyarlıkları dolayısıyla yerini bulmuyordu. Hz. Ubeyde (r.a.) aynı kuvvet hamlesiyle kılıcını savururken düşmanıyla berâber kendisi de dizinden yaralandı. İş­lerini bitiren Hz. Ali ve Hz. Hamza hemen atıldılar. Utbe’nin de işini bitirdiler. Hz. Ubeyde’yi tutup Peygamber Efendimiz’in yanına getirdiler.

 

Hz. Ubeyde’nin ayağından kanlar akıyordu. Resûlullah’a; “Yâ Resû­lellâh! Ben şehid miyim?” diye sordu.

 

Kâinâtın Efendisi; “Evet” dedi. Ayağına bakarak, “Senin yerin cen­nettir” dedi. Bunun üzerine Ubeyde’nin yüzü güldü.

 

Taraflar arasında ferdî cenk bitince, saflar birbirine yaklaşmağa baş­ladı. O anda görünen manzara; birbirine sıkı sıkıya yapışmış yürüyen bin kişilik küfür ordusu, suratlar asık, kaşlar çatık, ellerde kılıç gelmek­tedir. Karşılarında sâdece 313 mü’min...

 

Umûmî bir hamle başladı. Allâh’ın Resûlü yerden bir avuç kum aldı ve yaklaşan düşmana sa­çarak; şâhetil’vücûh (Yüzler yere sürünsün! Yüzleri kara olsun!) dedi.

 

Çarpışma evvelâ şiddetli bir ok atışı ile başladı. Sonra iki taraf taş, mız­rak, kılıç, hançer, birbirine girdiler. Toz duman, nâra, çığlık, demir sesleri birbirine karışmış, geriden hücum işâretleri veren davul sesleri başlamıştı.

 

Müslümanlar, o zamana kadar hiç görmedikleri, beyazlar giyinmiş, başları beyaz sarıklı askerleri yanlarında gördüler. Bunlar Allâh’ın em­riyle insan şekline girmiş meleklerdi «Dayanın, düşman zayıf! Allah sizinledir» diye nidâ ediyorlardı.

 

Müşriklerin Mağlubiyeti

 

Kureyş müşrikleri, 70 ölü, 70 esir vererek ve bütün eşyâlarını bıra­karak kaçtılar. Mü’minler altısı muhâcirlerden, sekizi ensardan 14 şehid verdi. Bedir şehidlerinin cenâze namazlarını Peygamber Efendi­miz kıldırdı.

 

Müslümanlar, bu harpte daha ziyâde, Kureyş’in elebaşılarını göze­tip temizlemek istiyorlardı. Çünkü müslümanlar, ne çektilerse onların elinden çekmişlerdi. Onun için, Kureyş ulularından çoğunun Bedir harbinde öldürüldüğünü görüyoruz.

 

O zamanlar İslâm düşmanlığının azılı lideri, elebaşısı Ebû Cehil idi. Ensardan Afrâ Hâtun’un iki oğlu Muâz ile Muavviz, fedâî çıkmış onu öldürmeye and içmişlerdi. Bu iki genç, harbin en şiddetli zamanında Abdurrahman ibn-i Avf’a rastlamışlar, kendisinden Ebû Cehli göster­mesini ricâ etmişlerdi. O sırada, Ebû Cehil karargâhından müşrikleri kışkırtmak için çıkmış, “Anam beni bu gün için doğurdu” diye, harbi kızıştırıyordu. Abdurrahman ibn-i Avf, gösterdi. İkisi de yıldırım gibi, at üzerindeki Ebû Cehil’e saldırdılar. Yaralayıp yere düşürdüler. Bu arada kendileri de şehîd edildiler.

 

Ebû Cehil’i arayanlar arasında Ensârdan Muâz ibn-i Amr (r.a.) da fırsat kolluyordu. O da Ebû Cehil’in yanına yaklaşarak kılıcını salladı ve ayağından yaraladı. Küfür önderi mecâlsiz yere serilmişti. Bu arada Ebû Cehil’in oğlu da babasının kanlar içinde yerde kıvrandığını gö­rünce yardımına koşmuş, Muâz’ı yaralamış, bir kolunu kesmiş ve arka­sından tâkibe girişmişti.

 

Ebû Cehl’in Son Sözleri ve Başının Kesilmesi

 

Resûl-i Ekrem, yanındakilere; “Acabâ Ebû Cehl’e ne oldu, ondan ve diğerlerinden bize kim haber getirebilir?” buyurunca, Abdullah bin Mes’ud Ebû Cehl’i kanlar içinde can çekişir görünce sevindi. Hemen kılıcını çekti, ayağı ile boynuna basınca Ebû Cehil gözlerini açtı.

 

Abdullâh bin Mes’ud (r.a.); “Ey Ebû Cehil! Sen misin?” deyince, Ebû Cehil, ona; “Ey koyun çobanı! Bir büyük reisi muhakkak büyük kimse­ler öldürmez. Bu ilk defa olan bir iş değildir. Sen, hangi tarafın gâlip geldiğini biliyor musun?” diye sordu.

 

Abdullâh bin Mes’ud; “Allâh’ın yardımıyla zafer bizim tarafta. Sizin gibi bütün kefereleri temizledik. Kalanlar da kaçıyorlar.” diye cevap verdi.

 

Ebû Cehil çok üzüldü. Gözlerini kapamadan önce, hayâtı boyunca düşmanı saydığı Kâinâtın Efendisi’ne şöyle haber gönderdi: “Muham­med’e söyle ki; şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı”.

 

Abdullâh bin Mes’ûd (r.a.) daha fazla dayanamadı ve kafasını bir kılıç darbesiyle gövdesinden ayırdı. Abdullâh bin Mes’ûd, cüsse ba­kımından Ebû Cehil’den küçüktü. Onun başını kestikten sonra saçla­rından tutup sürükleyerek Resûlullah’ın huzuruna getirdi ve söylediklerini nakletti.

 

Peygamber Efendimiz, onun başını görünce sevindi. Allâh’a şükretti ve “Bu ümmetin firavunu işte budur.” dedi. Ayrıca bir hadîs-i şerîfle­rinde; “Bizim firavunumuz, Mûsâ’nın firavunundan daha şedîd idi. Çünkü, Mûsâ’nın firavunu ölürken «Mûsa’nın ve Hârûn’un Rabbine îmân ettim» dedi, bu demedi.” buyurmuşlardır.

 

Müşrik Ölülerine Peygamberimiz’in Hitâbı

 

Müşrikler, ölülerini bile toplayamadan kaçtılar. Peygamber Efendi­miz, Bedir şehidlerinin defninden sonra, müşrik ölülerini toplatıp bir kör kuyuya gömdürttü. Kâfirlerin en mel’ûnlarından olan Ümeyye bin Halef öyle şişmişti ki, zırhının içinde öldüğü için, cesedi kuyunun ağzından geçmedi. Zırhının içinden çekilip çıkarılınca, bedeninin etleri dağıldı. Onu olduğu yerde bıraktılar. Üzerini kum ve taşlarla kapattılar.

 

Kuyu ağzına kadar kâfir cesetleri ile dolunca, Peygamber Efendimiz kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!” dedikten ve içindekilerden bâzılarını “Ya Utbetebn-e Rabia! Ya Şeybetebn-e Rabia! Ya Ümeyyetebn-e Halef! Ya Eba Cehlebn-e Hişâm!” diyerek, birer birer saydıktan sonra;

 

“Sizler, Peygamberinizin en kötü kavmi ve kabîlesi idiniz! Siz beni yalanladınız! Başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar! Siz beni yur­dumdan yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtılar! Siz benimle çarpıştınız! Başkaları ise bana yardım ettiler! Siz, Rabbinizin size vâdetmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbimin bana vâdetmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum!” dedi.

 

Müslümanlardan bâzıları, bu arada Hz. Ömer (r.a.); “Yâ Resûlallah! Sen şu cansız cesetlere, kokmuş lâşelere, ne diye seslenir, söz söylersin? Ölülere konuşursun, onlar duyar mı?” deyince, Peygamber Efendimiz; “Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitiyor ve duyuyor de­ğilsiniz! Fakat, onlar bana cevap vermeye kâdir olamazlar” buyurdu.

 

İslâmın Zaferi ve Medîne’ye Dönüş

 

Bedir Harbi, 17 ramazan cuma günü olmuştu. Peygamber Efendimiz, harp biter bitmez, Abdullah ibn-i Revâha ile Zeyd ibn-i Hârise’yi Medî­ne’ye müjdeci gönderdi. O esnâda Resûl-i Ekrem’in kerîmelerinden Hz. Rukiyye vefât etmişti. Peygamber Efendimiz, onun rahatsızlığından do­layı zevci Hz. Osman’ı Bedir’e götürmemiş, başında bırakmıştı. Medî­ne’deki bütün müslümanlar üzüntülü idiler. Onu yeni defnetmişlerdi. Gelen müjde haberi, onlara üzüntülerini unutturdu, onları ferahlattı.

 

Harpten sonra Peygamber Efendimiz ve ordusu ikindi namazını Be­dir’de kılıp, Useyl mevkiine geldi. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medîne’ye vardılar. Medîne’ye yaklaştıklarında Revhâ’da karşılamağa gelenlerle buluştular. Karşılayıcılar Peygamberimiz’i tebrik ettiler. Ar­kalarından bir gün sonra esirler de getirildi.

 

Müslümanlardan üç kat fazla ve mükemmel silahlarla mücehhez müşrik ordusunun, bozguna uğratılıp mağlup edilmesi haberi Mekke­lileri şaşkına uğrattı. Habere önce inanamadılar. Bir avuç müslümanın koca bir orduyu yeneceğini havsalaları almıyordu. Fakat, gerçek bu idi. Ebû Leheb’in hastalığı bir kat daha arttı. Ona bu haber ölümden beter geldi. Kahroldu, yedi gün sonra öldü. Öldüğünü de bilen olmadı. Üç dört gün öyle kaldı. Ölüsü koktu. Oğulları bile kendisiyle alâkadar ol­madı. Terkedilmişti. Bütün Mekke halkı homurdanmaya başladı. Nihâ­yet bir çukur açtılar. Uzun kazıklarla leşi ite ite götürüp çukura attılar ve üstüne kum, toprak doldurdular. Bu mağlubiyet karşısında, Mekkeli müşrik kadınlar siyahlara bürünerek mâtem tutmağa başladılar.

 

Esirler Hakkındaki Muâmeleler

 

Müslümanlar, alınan esirleri takdir edilen fidye (kurtuluş akçesi) karşılığı serbest bıraktılar. Bu parayı bulamayanlar, müslümanlardan onar kişiye okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar. Bu, İs­lâm’ın ilme verdiği ehemmiyetin, ilmin her şartta ve fırsatta öğrenilme­sini istediğinin açık bir delîlidir.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Ashâbına esirlere iyi muâmele yapılmasını emretti. Ashâbı Kirâm esirlere kendi yediklerinden ve giydiklerinden daha iyisini yedirip giydirdi. Bu âlicenaplık karşısında, esirler çok duygulandı, içlerinden bâzıları müslüman oldu.

 

Esirler arasında şâir Ebû İzze Peygamber Efendimiz’e: “Beş kızım var, benden başka kimseleri yok, beni onlara bağışla!” diye ricâda bu­lundu. Peygamber Efendimiz de onu fidye almaksızın bıraktı. Fakat, sonradan o yine sözünde durmadı. Uhud Harbi’nde öldürüldü.

 

YAHÛDÎLERİN FİTNE ÇIKARMALARI

 

Bedir zaferi, Medîne’deki yahûdîleri kuşkulandırdı. Müslümanların gücü onların gözüne battı. Müslümanların aleyhine fırsat kollamaya başladılar. Daha önce anlaşma yapan yahûdîler, şimdi sözlerinden dönüyorlardı. İlk dönen Kaynukâ yahûdîleri oldu. Bunlar savaşçı idi­ler. Kendilerine güveniyorlardı. Müslümanlara; “Muhârebenin ne ol­duğunu bilmeyen Mekkelilerle çarpışmaya aldanmayın. Eğer bizimle harp ederseniz, harbin tadını alırsınız.” diyorlardı. Medine yakınında bir nâhiyede kaleleri vardı.

 

Kaynukâ yahûdîleri, müslümanlara dilleriyle, elleriyle eziyet edi­yorlardı. Bir gün bir müslüman kadın, ziynetlerini tâmir ettirmek için bir yahûdî kuyumcusuna girmişti. Yahûdîler, oraya toplanmışlar, müslüman kadınla eğlenmek ve onunla alay etmek istemişlerdi. Kadı­nın haberi olmadan elbisesinin eteğinin arkasını sırtına iliştirdiler. Kadın ayağa kalkınca üzeri açıldı. Ona gülüştüler. Kadın feryât etti. Kadının bu hâlini gören bir müslüman, hemen kuyumcunun üzerine atıldı ve onu öldürdü. Fakat, diğer yahûdîler de onun üzerine hücum ederek onu şehid ettiler. Şehid edilen müslümanın âilesi, yahûdîlere karşı müslümanlardan imdat istedi.

 

Bunun üzerine, Resûlullâh (s.a.v.) geldi ve onlardan, daha önce ver­dikleri söze riâyet etmelerini istedi. “Aksi hâlde, Kureyş’in başına gelen sizin de başınıza gelir” dedi.

 

Kaynukâ yahûdîleri çok şer bir cevap olarak; “Yâ Muhammed, sen gâfil olma, senin karşılaştığın, harp san'atını bilmeyen bir kavimdi. Sen bunu fırsat bildin. Biz ise harbi çok iyi bilen bir kavimiz.” dediler.

 

Resûlullâh onlara hadlerini bildirmekten başka çâre bulamadı. On­ları 15 gün muhâsara etti. Allah onların kalplerine korku düşürdü.

 

Kurtulmaktan ümitlerini kesince, Peygamber Efendimiz’in emir ve hükmüne boyun eğdiler. Kalelerinden inerek teslim oldular.

 

Peygamberimiz, onları Medîne’den çıkardı. Silahlarını ve âletlerini bırakarak çıktılar. Şam hudûdunda bir yere gidip yerleştiler.

 

Allâhü Teâlâ’nın şu âyeti bu hâdiseye uygun düşer: “Biz onlara zul­metmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler.”

 

Bu hâdise, ahdini bozanların âkıbetini göstermektedir.

 

Sevik Gazvesi

 

Kureyş müşriklerinin Bedir’de bozguna uğraması üzerine Ebû Süf­yân; Ehl-i İslâm üzerine bir sefer etmedikçe, karılarına yaklaşmaya ve koku sürünmemeye yemin etmişti.

 

Bu yeminini yerine getirmek üzere zilhicce ayında Kureyş’ten 200 süvâri ile Mekke’den çıkıp Medîne’nin Urayz nâhiyesine kadar ilerle­diler. Sık bir hurmalığı, iki ev ve ekini ateşleyip yaktılar. Tarlalarında çalışan, Ensârdan bir zât ile amelesini şehîd ettiler. Ebû Süfyân bununla yeminini yerine getirmiş oluyordu. Tâkip edilme korkusu ile acele geri dönüp, Mekke’ye doğru kaçmağa başladılar.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu baskını haber alınca Ashâbıyla gö­rüştü. Yerine Ebû Lübâbe Beşîr bin Abdil-Münzir’i bırakıp tâkibe çıktı. Kargaratü’l-Küdre denilen mevkiye kadar ilerledi.

 

Ebû Süfyân ve arkadaşlarının savuşup gittiklerini, kaçarken yükle­rini hafifletmek için attıkları yiyecekleri olan sevik (kavrulmuş buğday unu) torbalarını, ekinlerin arasında gördüler ve topladılar. Bundan do­layı, bu gazveye «Sevik Gazvesi» adı verildi.

 

 

(17) Mübâreze; taraflar harbe girişmeden önce, seçkin erlerinden bâzılarının ortaya atılarak; biz filancalarız, şöyle güçlüyüz, böyle güçlüyüz, var mı bize karşı çıkacak, şöyle yaparız, böyle yaparız gibi sözlerle, karşı taraftan kendisi ile vuruşacak er dileyip, çıkanla, kılıçlarıyla vuruşmalarıdır. Böyle sözlerle ortaya çıkıp vuruşmalarına mübâreze, ortaya çıkan kişilere de mübâriz denir.