Mekke-i Mükerreme ve Ka’be

Mekke, çok eski bir şehir olup Ka’be’yi ziyârete gelenler, orada ticâ­ret de yaparlardı. Zîrâat mümkün olmadığından Mekke’den, Yemen’e ve Şam’a ticâret kervanları gidip gelirdi. Bu sâyede, Arap yarımadası içinde Mekke, yüksek mevkiini almış, rakipsiz bir merkez olmuştu.

 

Mekke’nin ehemmiyetinden dolayı, Roma ve Bizans imparatorları, Acem ve Habeş hükümdârları, bu şehri kendi idârelerine bağlamak istemişlerdir. Fakat, İslâmdan önce aldığı ismiyle, Ümmü'l-Kurâ (şehir­lerin anası) denilen Mekke, hiçbir zaman ecnebî işgâlinde kalmamıştır.

 

Arap yarımadasının ve bütün dünyânın kalbi olan Mekke-i Müker­reme’de, müslümanların namaz kılarken, yönlerini kendisine çevirme­leri Allâhü Teâlâ tarafından emredilmiş mübârek Ka’be’yi, Mevlâ’nın emriyle, Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm berâberce binâ etti­ler. Bu mübârek Ka’be, ibâdet edenler, rükû ve secde yapanlar için ter­temizdi, içinde heykel, put ve benzeri yoktu. Ancak, sonradan Araplar oraya, elleri ile yapıp taptıkları putları doldurdular. Etraftan gelen ziyâretçiler, bunlara kurban kesmeğe başladılar. Şirk aldı yürüdü.

 

Ka’be ve Mekke’nin İdâresi ile Alâkalı Vazîfeler

 

Kureyş kabîlesi, Mekke idâresini aralarında taksim ettikten ve Ka’be hizmetlerine ortak olduktan sonra, idârî, ticârî ve dinî yeni vazîfeler koyarak Mekke’ye geliş ve gidiş serbestliği, Ka’be’yi ziyâret kolaylığı sağlamaya çalıştılar. Çünkü gelirleri, geçimleri buna bağlı idi.

 

Buranın eskiden beri mânevî bir merkez olması, insanların devamlı Ka’be ziyâreti için gelip gitmesi, ticâretin temelini teşkil ediyordu. Bu sebeple Yemen ve Şam cihetlerine kervanlar çıkarılıyor, kalabalık pana­yırlar kuruluyordu.

 

Kabîleler, üzerlerinde bulunan vazîfeleri müstakil olarak ya­pıyorlardı. Ancak hepsi de umûmî bir ittifak ve intizam içinde bu vazî­feleri îfâ ediyorlardı. Onların bu idâre tarzları, vaktiyle Venediklilerde olduğu gibi bir “Seçkinler Cumhuriyeti” şeklindeydi.

 

Fikirlerin tartışıldığı Dârunnedve meclisinin reisliği ise, sıra ile icrâ ediliyordu. Kureyş İdâresinin Başlıca Vazîfeleri Şunlardır: Sidâne, Sikâye, Livâ, Rifâde, Kıyâde, Nedve, İ’sâr, Emvâl-i Muhcere, İmâre.

 

Sidâne: Ka’be’nin kilitlerini muhâfaza etmek. Bu vazîfe İzâroğullarında idi.

 

Sikâye: Ka’be’yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedârik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.

 

Livâ: Bayraktarlık vazîfesiydi. Harp zamanlarında bayrağı taşıyan vazîfeliler bulunurdu.

 

Rifâde: Gelen hacıları konuklayıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazife Nevfeloğulları tarafından îfâ olunuyordu.

 

Kıyâde: Kumandanlık. Harp ve ticâret seferlerinde kâfilenin ba­şında kumandanlık edip onlara istikâmet vermek. Bu vazîfe Ümeyye­oğullarının elindeydi.

 

Nedve: Nedve’deki toplantıları idâre etmek vazîfesiydi. Bu vazife Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Ka’be yanında inşâ edilmiş olan Dârunnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli meseleleri görü­şüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî tören­ler ve nikâh akitleri burada yapılırdı.

 

İ’sâr: Her iş için fal oku çekmek ve netîcesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Benî Cumh’a âit idi.

 

Emvâl-i Muhcere: Ka’be için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.

 

İmâre: Ka’be’nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle Benî Hâşim uhdesinde iştirak ederdi.

 

ZEMZEM

 

Zemzem, Hz. Hâcer’in Ka’be-i Muazzama’nın yanında susuzluktan kıvranmakta olan oğlu İsmâil için su aramak maksadıyla defalarca Safâ ile Merve tepesi arasında koşup, çâresizlik içinde etrâfına bakındığı bir zamanda, Ka’be’nin hemen yanından Allâhü Teâlâ’nın ihsân ettiği mü­bârek bir sudur. Hz. Hâcer, birbirine yakın Safâ ve Merve tepeleri ara­sında su aramak maksadıyle yedi defa koşmuş ve en sonunda, bir meleğin topuğu veya kanadıyle yeri kazdığını, oradan suyun çıktığını görmüş, koşarak gelip, suyun akıp gitmemesi için önüne bent yapmış ve kırbasını doldurarak oğluna içirmiştir.

 

İşte bu su Zemzem-i şerîf olup, Allâhü Teâlâ bu suyu bütün mü’min­lere Hz. İbrâhim ve ehl-i beyt hürmetine ihsan buyurmuştur.

 

Zemzem, ayakta, kıbleye dönülüp, Salavât-ı Şerîfe okunarak içilir.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Zemzem ne için (hangi niyetle) içi­lirse onadır” buyurmuşlardır. Meselâ, karnı aç olan içse karnı doyar, susuz olan suya kanar. En güzeli, «bütün dertlerime şifâ olsun, bana feyiz ve nur olsun» diye niyet ederek içilmesidir.

 

Peygamber Efendimiz’in kâinâtı şereflendirmesinden çok seneler evvel, Cürhüm kabîlesinden Mudâd, Mekke’ye düşman saldırınca, ka­çarken Ka’be’nin bütün hazînelerini Zemzem kuyusuna atmış, kuyu­nun üstünü de toprak seviyesinde tesviye ederek, belirsiz bir hâle getirmişti. Nice yıllar sonra, Resûlullâh Efendimiz’in dedeleri Abdül­muttalib, gördüğü bir rü’yâ üzerine kuyuyu açıp meydana çıkardı, te­mizledi. Abdülmuttalib’in bu hizmeti çok makbûle geçti.

 

FİL VAK’ASI (Ebrehe’nin Ka‘be’ye Saldırması)

 

(2) Ka’be’nin, Araplar ve kudsiyetini takdir edebilen herkes yanında müstesnâ bir ehemmiyeti vardı. İnşâ olunduğu zamandan beri uzak­tan-yakından pek çok insan, onu ziyârete gelirdi. Bu sebeple Mekke şehri, insanların toplandığı, kaynaştığı mühim bir ziyâret yeri ve ayrıca mühim bir ticâret merkeziydi. Bunu bir türlü çekemeyen, Habeşistan kralı Ebrehe, San’a’da3 büyük bir binâ yaptırdı ve etrâfa haberler gön­dererek; “Bu insanlar niye gidip Arapların Ka’be’sini ziyâret ediyorlar? Buraya gelsinler, benim binâmı ziyâret etsinler, hem ben gelenleri bu­rada yedirip içirip, gâyet güzel ağırlayacağım” dedi. Onun bu hareketi Araplar’ın, bilhâssa Kureyş’in çok ağırına gitti. Kinâne kabîlesinden birkaç kişi, Ebrehe’nin binâsına geldiler.

 

Ebrehe onlara, -kendi mukaddes binâlarını bırakarak bana geldiler diye- çok alâka gösterdi. Yedirdi, içirdi, o gece o binâda müsâfir etti. Fakat onlar geceleyin binâyı, tahrip ettiler ve kirletip gittiler.

 

Sabahleyin bunu gören Ebrehe âdetâ öfkesinden kudurdu. Gidip onların Ka’be’sini yıkacağım diye harekete geçti. Fillerle takviyeli bir ordu hazırladı. En büyük filinin adı Mahmut idi. Ka’be’nin görüldüğü Cebel-i Kubeys’e (Kubeys dağına) kadar geldi. Dinlenmek için orada konakladı. Bu esnâda orada otlamakta olan, Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’e âit ikiyüz deveye el koydu.

 

Bunun üzerine Ebrehe’nin yanına gelen Abdülmuttalib ona; “bu­rada otlamakta olan develerime el koymuşsunuz, onları almaya gel-dim, develerimi verin” dedi.

 

Ebrehe; “Demek benden sâdece develerini istiyorsun, ben de Ka’be hakkında bana ricâya gelmişsin sanmıştım” dedi.

 

Abdülmuttalib “Ben develerin sâhibiyim, develerimi isterim. Ka’be-i Muazzama’ya gelince, onun sâhibi Hz. Allah’dır. O Ka’be’sini koruma­sını bilir” dedi.

 

Bu söz Ebrehe’nin vücûdunda büyük bir titreme husûle getirdi ve hemen develeri verdi.

 

Abdülmuttalib develerini alıp döndü, Ka’be’ye geldi. Ağlayarak Al­lâh’a yalvardı: “Yâ Rabbî! Bizde o azgın Ebrehe’ye karşı koyacak güç yok, Ka’be’nin sâhibi sensin, Beyt-i Şerîf’ini sen koru yâ Rabbî!” diye duâ etti.

 

Ebrehe, konakladığı yerden ordusunu kaldırdı. Önde en büyük fil Mahmut'la birlikte diğer filleri, develeri Ka’be’ye doğru yürütmek için zorluyor, fakat Mahmut ve diğer filler, develer yere çöküyorlar, bir türlü o tarafa gitmiyorlardı. Şam, Yemen, Irak cihetlerine döndürü­lünce hemen yürüyorlar, Ka’be’ye çevrilince çöküyorlar, bir adım dahi atmıyorlardı.

 

Ebrehe ve Ordusunun Helâkı

 

Ebrehe, ordusunu Ka’be’ye saldırmaya zorlarken, Cenâb-ı Hakk kır­langıc’a benzer bölük bölük kuşlar halketti. Onları sürüler hâlinde Eb­rehe’nin ordusu üzerine sevketti. Kuşlar, ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları, kırmızı çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, kime atıla­caksa üzerinde atılacak kişinin ismi yazılı, nohut tânesi gibi taşları atı­verdiler. Bu taşlar, Ebrehe ordusunun hepsinin tepesinden girdi, aşağılarından çıktı. Cenâb-ı Hakk Ebrehe’nin ordusunu, yenmiş ekin tarlasına döndürüverdi.

 

Hâdiseyi gören Ebrehe kaçtı, sarayına geldi. Olanları oradaki adam­larına anlattı. Topal bir kuş da onu tâkibediyordu. O da taşını attı. Eb­rehe de orada öldü.

 

Fil vak’ası da denilen bu hâdise Peygamber Efendimiz’in doğumun­dan 50 veya 55 gün evvel vâki oldu.

 

Peygamber Efendimiz’in Babasının Vefâtı

 

Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı Vehb kızı Âmine ile evlendirdi.

 

Âmine hâmile iken, Abdullah Şam kâfilesiyle Medine’ye gitti. Orada hastalanıp, yirmibeş yaşında olduğu hâlde dayılarının yanında vefât etti. Peygamber Efendimiz de daha dünyâya gelmeden yetim kaldı.

 

(2) Fil vak'asının cereyân ettiği bu yıla “Âmü’l-Fîl (Fil Yılı)” denilir. 3 San’a, Yemen’de bir şehrin adıdır.