Vedâ’ Haccı ve Vedâ’ Hutbesi

(Hicrî: 10, Mîlâdî: 632)

 

Hicretin onuncu senesinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye gideceklerini ve hac yapacaklarını söylemişti. Zilkâde ayında hac ha-zırlığına başlandı. Arzu eden mü’minlerin gelmesi için, her tarafa ha­berler gönderdi. Onbinlerce müslüman, büyük bir şevk ve heyecanla Medîne’de toplandı.

 

Zilhicce ayına beş gün kala, Peygamber Efendimiz gusletti, güzel kokular süründü ve saçını taradı. Öğle namazı kılındıktan sonra, Ehl-i Beyt’i ve ashâbı ile Medîne’den çıkıp Zülhuleyfe’ye vardı. Gece burada kaldı. Ertesi günü öğle namâzından sonra, ihrâma(27) girdi ve telbiyede(28) bulundular. Peygamber Efendimiz, yanındakilerle berâber kuşluk vakti Mekke’ye vardı.

 

Ka’be’yi görünce; “Ey Allâhım! Sen, bu Beyt’in şeref ve şânını, hey-bet, azamet ve iyiliklerini ve mehâbetini artır.” buyurdu.

 

Ka’be’yi yedi defâ tavâf etti ve Hacer’ül-Esved’i(29) selâmladı. Makâm-ı İbrâhim’de iki rek’at namaz kıldı. Daha sonra, Zemzem Kuyusu’ndan su içti. Safâ ile Merve arasında yedi defa sa’y etti. Peygamber Efendimiz, Safâ tepesinde Beytullâh’a nazar ederek, tehlil ve tekbir getirdikten sonra; Allâh’ın birliğini, mülkün ve hamd’in ona âit bulunduğunu, hayâtı ve ölümü onun halk ettiğini, kudretini, va’dini îfâ ile yardım etti­ğini ve düşmanları hezîmet ile dağıttığını beyânla duâlar etti.

 

Zilhicce’nin sekizinci günü Peygamberimiz, Minâ’ya gitti. Orada geceledi. Dokuzuncu günü, Arafât’a geldi. Hacca iştirak eden müslü­manlar da bölük bölük gelerek, Arafât’da toplandılar. Mevsim, Mart ayı idi. Arefe günü Cuma’ya rastlamıştı. Hac, Cuma gününe rastla­dığı zaman Hacc-ı Ekber olur. Böylece, 124 bin olduğu rivâyet edilen mü’minlerle Hacc-ı Ekber yapıldı.

 

Peygamber Efendimiz, Arafât vâdîsinin ortasında devesi Kasvâ üze­rinde müessir ve beliğ bir hutbe ile halka, dînî hükümleri tebliğ etti. Orada öğle ile ikindi namâzını birleştirerek kıldı.

 

Câhiliyet devrinde, halkın işlerine geldiği şekilde ayların yerini, za­manını değiştirmeleri sebebiyle, hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebû Bekr’in (r.a.) emirliğinde yapılan hac, Zilkâde ayında yapılmıştır. Pey­gamber Efendimiz’in hicretin onuncu senesindeki bu haccı ise asıl za­manında, Zilhicce ayında vukû bulmuştur. Böylece Resûlullâh, ayların, haccın zamanını yerli yerine yerleştirmiş ve kıyâmete kadar gelecek müslümanlar için hac ef’âli gerçek şeklini almıştır.

 

VEDÂ’ HUTBESİ

 

Hz. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz Hazret­lerinin bindörtyüz küsûr sene evvel, son haclarında îrâd buyurdukları bu hutbesi(30), insanlık târihinin en ulvî konuşmasını teşkil etmektedir. İnsan haklarını yükseltmekte, insan şeref ve haysiyetini belirtmekte, gerçek hürriyeti îlân etmektedir. Her türlü istismârcılığa, fâizciliğe, ah­lâksızlığa son vermekte, beşeriyet için sulh, sükûn, huzur ve saâdet yollarını göstermektedir. Her insan, bunu öğrenmeli, buna uymalı ve yaymalıdır. Kurtuluş ancak bu yoldadır.

 

Mevlâ-yi Zülcelâl’ın beşeriyete en son ve en büyük bir hidâyet meş’alesi, bir necât rehberi olarak göndermiş olduğu Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri, saâdet ve selâmet yollarının anahtarlarını, son olarak bir defâ daha insanlığa tebliğ ve teslim eden, bu târihî ve cihan­şumûl hitâbelerinde, Allâhü Teâlâ’ya hamd ü senâdan sonra buyur­muşlardır ki:

 

“Ey İnsanlar!

 

Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

 

“Ey İnsanlar!

 

Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukad­des bir ay ise, bu beldeniz nasıl mukaddes bir belde ise, Rabbinize ka­vuşuncaya kadar kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öylece mukaddesdir, her türlü taaddî ve tecâvüzden masûn (korunmuş), bir­birinize haramdır.

 

“Ey Ashâbım!

 

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketiniz­den muhakkak sorulacaksınız. Sakın, benden sonra, eski dalâletlere dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız!... Bu vasiyetimi burada

 

bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.

 

“Ey Ashâbım!

 

Kimin yanında bir emânet varsa onu sâhibine versin. Borç mutlakâ yerine verilecektir. Kirâlanan şey sâhibine iâde edilecektir. Hediyeler, hediye ile karşılanır. Başkalarına kefil olanlar, kefâletin mes’ûliyetini de üzerine almış olur.

 

“Câhiliyet devrine âit fâizin her çeşidi mülgâdır, ayağımın altında­dır. Lâkin, borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulm olununuz. Allâh’ın emri ile fâizcilik, artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz; amcam Abbâs’ın fâizidir.

 

“Ey Ashâbım!

 

Câhiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da kaldırılmıştır. Kaldırdı­ğım ilk kan dâvâsı; Abdülmüttalib’in torunu Rabîa’nın kan dâvâsıdır. Câhiliyyetten kalan örf ve âdetler de kaldırılmıştır. Ancak, Ka’be’ye dâir sidânet (hizmetçilik) ve sikâyet hacca gelenlere sâkîlik (su da­ğıtma) âdetleri bâkîdir.

 

Amden (bilerek) öldüren, kısâs edilecektir. Sopa ve taşla öldürülen ise amden öldürülmüşe benzer. Sopa ve taşla öldürülenin yüz deve diyet hakkı vardır. Bunu arttıran câhiliyyet devrinin insanı gibidir.

 

“Ey İnsanlar!

 

Artık şeytan, sizin şu topraklarınızda nüfûz ve saltanatını kurmak kudretini ebediyyen kaybetmiştir. Fakat, size bu saydığım şeyler hâri­cinde, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun ede­cektir. Dîninizi korumak için bunlardan hazer ediniz.

 

“Ey İnsanlar!

 

Haram ayların yerlerini değiştirip tehir etmek, inkarcılıkta gerçek­ten ileri gitmektir. Kâfirler böylece sapıyorlar. Allâh’ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor­lar. Böylece, Allâh’ın haram kıldığını helâl saymış oluyorlar.

 

Zaman, Allâhü Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana aynı şekilde devam ediyor. Hakîkatte, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri onikidir. Bu hakîkat, Allâh’ın kitâ­bında mevcuttur. Bu aylardan dördü, haram aylarıdır. Bunlardan üçü, birbirini tâkip ederler. Yalnız biri tekdir. Birbirini tâkip edenler; Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem’dir. Cemaziyelâhir ile Şaban arasında bulunan Recep ayı ise tek olan haram aydır.

 

“Ey İnsanlar!

 

Kadınlara hayırla muâmele etmenizi ve Allah’dan korkmanızı tav­siye ederim. Çünkü onlar emriniz altındadır. Siz kadınları Allah emâ­neti olarak aldınız ve onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Şunu biliniz ki, sizin kadınlar üzerinde hakla­rınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.

 

Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız; yatağınızı yabancılardan koru­maları ve müsâadeniz olmadıkça, hoşlanmadığınız bir kimsenin evi­nize girip, oturmasına müsâade etmemeleridir. Hiçbir kadın erkeğinin izni olmaksızın evinden bir şey harcayamaz! (Ashâbdan bâzıları; ‘Yemek de mi veremez?’ deyince, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Yemek insanların en üstün malıdır’.) Şâyet kadınlarınız, bu yasaklar­dan birini yaparlarsa; onlardan ayrı yatın ve yaralamadan, bereleme­den dövüp vazgeçirin. Eğer size itâat ederlerse, onların aleyhine yürümek için başka yol aramayın, daha ilerisine geçmeyin.

 

Kadınlarınızın da sizin üzerinizdeki hakları; mâruf olan şekliyle (şer’î ahkâma göre), her türlü yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

 

Kölelerinize(31) gelince; onlara yediğinizden yedirmeğe, giydiği­nizden giydirmeğe dikkat ediniz. Affedemeyeceğiniz bir hatâ yapar­larsa aslâ eziyet etmeyiniz! Çünkü, onlar da Allâh’ın kullarıdır. Onları satılığa çıkarınız.

 

“Ey Mü’minler!

 

Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhâfaza ediniz! Muhak­kak ki, Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz Âdem’densiniz,

 

Âdem (a.s.) da topraktandır. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Allah katında en hayırlınız, Allah’dan en çok korkanınızdır. Arab’ın Acem’e, Acem’in de Arab’a, sarı ırkın siyah ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. Din kardeşlerinize âit olan herhangi bir hakka tecâ­vüz, helâl değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.

 

Haksızlık da yapmayın! Haksızlığa boyun da eğmeyin!

 

“Ey Ashâbım!

 

Nefislerinize de zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır.

 

“Ey İnsanlar!

 

Allah’dan korkun. Halîfe olarak başınıza; burnu kulağı kesik bir köle dahi seçilmiş olsa, Allâh’ın kitâbıyla hükmettiği müddetçe onu dinleyin ve ona itâat edin.

 

“Ey İnsanlar!

 

Allah, her hak sâhibine hakkını Kur’ân’da vermiştir. Vâris için va­siyyete lüzûm yoktur. Mirasçının hâricinde olanlara vasiyyetse, tereke­nin (geride bıraktığının) sâdece üçte biri nisbetinde câizdir.

 

Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise, ona âittir. Zinâ eden için mah­rûmiyyet vardır. Bunların hesapları Allâh’a âittir. Babasından başka­sına neseb iddiâ eden soysuz veyâ efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör, Allâh’ın gazabına, meleklerin ve bütün insanların lâne­tine uğrasın! Cenâb-ı Hakk, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adâlet ve şehâdetlerini kabûl eder. Böyle bir kişiden ne mal, ne de can fedâkârlığı kabûl edilebilir!

 

“Ey İnsanlar!

 

Her suçlu kendi suçundan bizzat kendisi mes’ûldür. Hiçbir babanın işlediği suçun cezâsını evlâdı çekemez. Hiçbir evlâdın suçundan da babası mes’ûl edilemez.

 

“Ey İnsanlar!

 

Size bir emânet bırakıyorum ki, siz ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız! O emânet, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve onun Resûlü’nün sünnetidir.

 

“Ey Mü’minler!

 

Allah’dan korkun! Beş vakit namâzınızı kılın! Ramazan ayındaki oruçlarınızı tutun! Mallarınızın zekâtını verin! Sizden olan emirlerinize itâat edin ki, Rabbinizin cennetine giresiniz.

 

“Ey İnsanlar!

 

Ben, hepinizden önce Kevser Havuzu’na varacağım. Sizin çokluğu­nuzla diğer ümmetlere karşı iftihâr edeceğim. Benim yüzümü kara et­meyin. Ben birtakım insanları kurtaracağım. Bir takımları da benim kendilerini kurtarmamı isteyecekler,

 

Ben; “Yâ Rab! Bunlar, benim ashâbımdır, bunlar da «ümmetim» di­yeceğim.

 

Allâhü Teâlâ ise; ‘Sen, onların senden sonra ne yaptıklarını bilmez­sin!’ diyecek.

 

“Ey Nâs!

 

Aşırı gitmekten sakının. Geçmiş ümmetlerin mahvolmalarının se­bebi; dinde aşırı gitmeleri idi. Hac usullerini benden öğrenin! ”

 

Bundan sonra Resûlullâh, uzunca Deccâl’ı32 anlattı. Nihâyet şöyle buyurdu:

 

“Allâh’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini bu Deccâl ile kor­kuttu. Nûh ve ondan sonra gelen peygamberler de bu Deccâl ile üm­metlerini korkuttular. Deccâl sizin devrinizde çıkacak. Şâyet Deccâl’ın alâmetlerinden bir kısmını bilmiyorsanız, Rabbinizi de bilmiyor de­ğilsiniz. (Resûlullâh bu sözü üç kere tekrâr buyurdular.) Sizce mâlûm­dur ki, Rabbiniz’in bir gözü kör değildir. Halbûki Deccâl’ın bir gözü kördür. Onun kör olan gözü üzüm tanesi gibi dışarı fırlamıştır.

 

Kıyamet alâmetlerinin ilkidir. Deccâl'in Hz. Mehdî zamanında zuhûru da Hz. Mehdî'nin alâmetlerindendir.

 

“Ey Nâs!

 

Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risâletimi tebliğ ettim mi? İlâhî vazîfemi yaptım mı?”

 

Bütün ashâb-ı kirâm; “Evet” dediler.

 

(Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübârek şehâdet parmağını göğe kaldırıp sonra da cemâat üzerine çevirip indirerek;)

 

“Şâhid ol yâ rab! Şâhid ol yâ rab! Şâhid ol yâ rab!” dedi.

 

Fertler ve cemiyetler için salâh, sükûn ve huzûr; Resûlullâh Efendi­miz’in veda’ hutbesi’nde beyân ettiği, bu hükümlere bağlı olmakla temin edilebilir.

 

Târihle de sâbit olmuştur ki; o büyük Peygamberin vaz’ ettiği, bu pek ulvî düstûrlara râbıtasını muhâfaza eden cemiyetler, fertler, müs­lüman milletler mes’ûd ve müreffeh bir hayat yaşamışlar inkişaf ve fütûhâta mazhar olmuşlardır. Bu prensiplere sırt çevirenler, felâket ve huzursuzluğa gömülmüş ve gömülmektedirler. Bugün, milletçe özle­nen gerçek huzurdan mahrum olmamız; bu prensiplere bağlılığımızın zayıflaması ve sarsılması ile izâh edilebilir. Huzur! huzur! diyenler, evvelâ huzûrun ne ile kazanılabileceğini bilmelidirler. Şurası muhak­kaktır ki, huzur, dünyâ ve âhirette mes’ûd yaşamak, bu İslâm umdele­rine (esaslarına) bağlı kalmak ve bağlılığımızı kuvvetlendirmekle mümkindir. Kurtuluş ancak bu yoldadır. Ne mutlu bu yolda olanlara. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(27) İhrâm: Müslüman, farz hac veyâ umreye niyet ettiğinde, üzerindeki elbisesini çıkarır ve iki parça hâlinde, dikişsiz bir kumaş giyer. Bu parçalardan biri göbeğinden aşağı ve bacaklarını örter ki, buna 'izâr' adı verilir. Diğer parçayı da omuzlarına örter ki buna da 'ridâ' adı verilir. İhrâmın Hac’daki mevkii, tekbirin namazdaki mevkii gibidir. Müslüman ihrâmı giyince, daha önce helâl olan birçok şeyler haram olur. Tabîi ki, bu ihrâm, erkekler içindir. Kadınlar elbiselerini çıkarmazlar. Ancak yüzleri açık kalır. İhrâm giymeden önce gusletmek, yıkanmak sünnettir.

(28) Telbiye, şu duâyı okumaktır: «Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, innel-hamde ve’n-ni’mete leke vel-mülk, lâ şerîke lek.» Bunun meâli ise; "Allâh’ım, biz senin dâvetine icâbet eder, zâhiren ve bâtınen sana itâat ederiz. Senin ortağın yok. Hamd ve ni‘met, mülk senin içindir.

(29) Hacerü’l-Esved: Ka'be’nin doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve cennet yâkûtlarından olan parlak siyah taş. Asıl adı Hacer'ül-Es'ad’dır. Bu taş içerisinde Cenâb-ı Hakk’a Elestü bezminde bütün ruhlardan alınan ahdin bir sûreti bulunmaktadır. Bu mübarek taş yeryüzüne ilk indirildiğinde beyazdı. Günâhlarımız, kusurlarımız basiretimizin üzerinde bir hâile bir perde teşkil ettiğinden siyah gözlük camının arkasından bakan gibi beyazı siyah görüyoruz oysa ki; Pîrânımız, velâyet-i ulyâ’daki Evliyâullah’ın o mübârek taşı bembeyaz gördüklerini beyân etmişlerdir. Hacer'ül-Esved’in kendisine has çok hoş bir kokusu vardır. Ziyâret edenler hissederler.

(30) Veda' Hutbesi adıyla anılan bu hutbe, M.:632, Hicretin 10. yılı, zilhicce ayının dokuzuncu arefe günü, Veda' Haccı’nda sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz tarafından, Arafat’ta onbinlerce sahâbeye îrâd edilmiştir.

(31) Kölelik, aslında İslâmla gelmiş bir müessese değildir. İslâmdan önce de kölelik vardı. Ancak İslâmiyet onu düzene sokmuş ve kölelere bir takım insânî haklar temin eden sistemi oturtmuştur.

Cenâb-ı Hakk, kendisine îmân etmeyenleri, îmân eden kullarına "köle (hizmetçi)" yapıyor ki, onlar da îmân eden kulları vâsıtasıyle kendisini tanısınlar, îmân etsinler, böylece ebedî hayatlarını kazansınlar diye. Nitekim, müslüman efendilerine köle olarak gelenlerden, pekçoğu müslüman olmuştur. Dînimiz bir kısım şer’i cezâların keffâretinin köle âzâdı ile ödenmesini emretmiştir. Bunun hikmeti; hürriyetine kavuşan köle ile kavuşturan sâhibi arasında kardeşlik ve birliği sağlamaktır. Çünkü, müslümanlar kölelerine, Avrupalıların yaptıkları gibi, zûlüm ve işkence değil, şefkat ve merhametle me’murdurlar. Nitekim, Resûlullah Efendimiz’in bu hutbedeki emri de bunu gösterir. Gerçekten müslümanlar, bu emre büyük bir sadâkat ve samîmiyetle itâat etmişlerdir. İslâm'ın ilim âfâkında parlayan yıldızların pek çoklarının âzâd edilmiş köleler olması, bunun açık şâhididir.

(32) Deccâl, lügat mânâsı kezzâb (ziyâde yalancı)dır. Bir hadîs-i şerîfde "Hz.Âdem’le kıyâmet arasında en büyük fitne Deccâl fitnesidir." buyuruldu. Hz. Mehdî Kostantıniyye'yi fethederken Deccâl kurtarıcı olarak çıkar ve kendisine kâfirler, müminler tâbî olurlar. Sonra (sol) gözü kör olur ve alnında kâfir yazısı görülür ve müminler onu terkeder. Daha sonra peygamberliğini ve nihâyet ilâhlığını iddia eder; cennet diye gösterdiği cehennem, cehennem diye gösterdiği de cennettir."

Kıyamet alâmetlerinin ilkidir. Deccâl'in Hz. Mehdî zamanında zuhûru da Hz. Mehdî'nin alâmetlerindendir.

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde Hz. Fâtıma (r.anhâ)'ya şöyle buyurdular: "Beni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, şu ümmetin Mehdi'si, Hasan ve Hüseyin'dendir. Dünya hercümerc içinde kaldığında (çok kan döküldüğünde), fitneler zuhur ettiğinde, yollar kesildiğinde, bâzıları bâzısına hücum ettiğinde, büyük küçüğe merhamet etmediği, büyük büyüğe vakarlı davranmadığında, Allah onlardan adâvetin kökünü kazıyıp dalâlet kalelerini feth edecek ve evvelce benim ayakta tuttuğum gibi, âhir zamanda, dîni ayakta tutacak, önceden zulümle dolu olan dünyâyı adâletle dolduracak birini gönderecektir."