Umre Haccı ve Ka’be’yi Ziyâret

(Hicrî: 7, Milâdî: 629)

Bir sene önce yapılmış olan Hudeybiye anlaşması gereğince, müslü­manlar bu yıl Ka’be’yi ziyâret edeceklerdi. Hicretin yedinci yılı, Zilkâde ayı girince, Peygamber Efendimiz ashâbına, Ka’be’yi ziyâret için ha­zırlanmalarını söyledi. Bütün müslümanlar buna çok sevindiler. Zâten bunu iştiyakla bekliyorlardı. Bilhâssa muhâcirler, yedi senedir ayrıl­dıkları ana-baba diyârına kavuşacaklar, elemli ve acı günlerde terket­tikleri Mekke’ye girip, Mescid-i Harâm’ı serbestçe ziyâret edeceklerdi. Peygamberimiz, Medîne’de, Ebû Zerr-i Gıfârî (r.a.)’yi yerine vekil bırakarak, çocuklar ve kadınlardan başka yüzü atlı, 2000 kadar mü’min ile Ka’be’yi tavâf etmek üzere yola çıktılar. Kurban etmek için altmış da deve aldılar. Anlaşma gereğince Mekke’ye silâhlı giremeyecek­lerinden, yanlarında sâdece birer kılıç bulunuyordu. Hz. Peygambe­rimiz her ihtimale karşı, yanına yedek olarak 100 de at almıştı. Fahr-i Kâinât ashâbın önünde, yine Kasvâ adlı devesi üzerinde gidiyorlardı. Peygamber Efendimiz’in devesini, beyitler okuyarak şâir Abdullâh ibn-i Revâha çekiyordu. Hepsi çok sevinçli ve heyecanlı idiler. Mekke’den ne şartlar altında ve kaç kişi çıkmışlar! Şimdi ise kaç kişi olarak Mekke’ye giriyorlardı!.. Kureyşliler, anlaşma gereğince şehri boşaltmışlar, tepelere çekilmiş­ler, müslümanların heybetle Mekke’ye girişini seyrediyorlardı. Müslümanlar kurbanlık develeri en öne sürmüşlerdi. Muhâcirler, topraklarına, mukaddes diyâra kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Nihâyet, Beytullah (Ka’be) görünmüştü. Müslümanların hep bir ağız­dan söyledikleri “Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk... (Allâhım, bütün itâatımız, sevgi ve güvenimiz sanadır.)” sedâlarıyla yer yerinden oynu­yordu. Mekkeliler, Medîne havasının müslümanları güçsüz ve zayıf düşür­düğünü, onlara yaramadığını zannederek bu hususta dedikodu çıkar­mışlardı. Onların bu zanlarının yanlış olduğunu, müslümanların zayıf ve güçsüz olmayıp gâyet sıhhatli, güçlü ve zinde olduklarını göstermek için, Fahr-i Kâinât Efendimiz; Ka’be’nin etrafında ilk üç tavâfın, başı dik bir hâlde, sert ve hızlı adımlarla, heybetli olarak yapılmasını em­retti. “Bugün kendini kuvvetli gösterene, Allah rahmet etsin” buyurdu. Peygamberimiz ve ashâbı, usûlü vechile Ka’be-i Muazzama’yı tavâf ettikten sonra, Safâ ve Merve tepeleri arasında sa’y yaptılar. Sonra kur­banlarını kesip, tıraş olup ihramdan çıktılar. Bilâl-i Habeşî, o tatlı ve gür sesiyle Ka’be’de ezân okudu. Mekke ilk defa ezân sesi duyuyordu. Ufuklar tevhîd ve ezân sadalarıyla çınladı. 2000 müslüman Beytul­lâh’ın etrâfında cemâatle namaz kıldılar. Muhâcirler eski yerlerini, evlerini-barklarını gezip dolaştılar. Akrabalarıyla görüştüler. Ensârdan olan kardeşlerine de, eski yerlerini gezdirip gösterdiler, “İşte bizim yer­lerimiz buralardı” dediler.

 

Müslümanların hepsi sulh ve sükûn içinde idiler. Hiçbir müessif hâdise olmadı. Ne temiz insanlar! İçki içeni yok, küfredeni yok, kötü söyleyeni yok! Birbirlerine karşı gâyet mütevâzi, kardeşçe, çok candan muâmele ve davranış içinde! Ne güzel ahlâkları var! Fahr-i Kâinât, ara­larında bir güneş gibi parıldıyor, dolaşıyor! Abdest alıyorlar, topluca namaz kılıyorlar, duâ ediyorlardı.

 

Müslümanların bu hâllerini gören Mekkeliler, hayranlıktan kendi­lerini alamadılar. Böylece, müslümanlar bu âlicenap hâlleriyle Mek­ke’den önce, Mekkelilerin kalplerini fethediyordu. Bâzıları dayanamadı, Müslüman olmayı içine koydu ve müslüman oldu. (Hâlid ibn-i Velid, Amr ibn-i Âs ve Osman ibn-i Ebî Talha gibi.)

 

Bu ziyâretle, Peygamber Efendimiz’in, Hudeybiye vak’asından önce görmüş olduğu rü’yâ, aynen vuku’ bulmuştu. Bütün müslümanlar, Resûl-i Ekrem’in büyüklüğüne ve onun, Allâh’ın Resûlü olduğuna bir daha cân-ü gönülden inanmışlardı.

 

Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması gereğince, Mekke’de üç gün kaldıktan sonra Medîne’ye döndüler. Dönerken, «Seyyid’üş-Şühedâ (Şehitlerin Efendisi)» Hz. Hamza’nın küçük kerîmesi Ümâme, “Amca, Amca! Beni bırakma!” diyerek Hz. Peygamberimize atıldı.

 

Ümâme’yi, evvelâ Hz. Ali (r.a.) kucağına aldı. Câfer ibn–i Ebî Tâlib (r.a) ileri atılarak; “Onu ben himâyeme alıp yetiştireyim” dedi.

 

Bunun üzerine Ümâme, Resûlullâh’ın emriyle Câfer ibn-i Ebî Tâ­lib’in zevcesi olan, (Ümâme’nin teyzesi) Esmâ’ya verildi. Peygamber Efendimiz; “Teyze, anne gibidir.” buyurdu.

 

Amr ibn-i Âs ile Hâlid ibn-i Velîd’in Müslüman Olmaları

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ashâbıyla Medîne’ye döndüler. Müs­lümanların tutum ve vakarlarının câzibesine kapılan Kureyş’in büyük süvârisi Hâlid ibn-i Velid, Kureyş’e şöyle seslendi: “Aklı başında olan herkes artık anlamıştır ki, Muhammed (s.a.v.) öyle sâhir ve şâir değil­dir. Onun getirdiği Allah Kelâmıdır. Aklı başında olan herkes ona tâbi olmalıdır.”

 

Ebû Cehil’in oğlu İkrime, bu sözleri işitince; “Ey Hâlid! Sen de mi atalarının dîninden dönüyor, sâbiî (yıldıza tapan) oluyorsun?” dedi.

 

Hz. Hâlid (r.a.) şöyle cevap verdi: “Hayır! Ben sâbiî değil, müslü­man oluyorum.”

 

İkrime; “Kureyş içinde, bu sözü söylememesi îcâb eden bir kimse varsa, o da sensin. Çünkü müslümanlar babanın şerefini çiğnediler. Amcanı, amcanın oğlunu Bedir’de öldürdüler. Yemin ederim ki, ben senin durumunda olan bir kimsenin böyle şeyler söylemesini hiç bek­lemezdim.” deyince,

 

Hz. Hâlid, şu keskin cevâbı verdi: “Bunlar, hep taassup ve câhiliyyet eseri şeylerdir. Ben, ancak hakîkatı gördükten sonra müslüman oluyo­rum.”

 

Hâlid ibn-i Velid’in müslüman oluşu Kureyşlilerden hiçkimsenin hoşuna gitmemişti. Ebû Süfyân, onun müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti. Hemen onu huzûruna çağırdı; “Aldığım haber doğru mu?” diye sordu.

 

Hâlid ibn-i Velid; “Evet! Doğrudur.” cevâbını verince;

 

Ebû Süfyân; “Lât ve Uzzâ nâmına yemin ederim ki, doğru söyledi­ğine inansaydım, Muhammed’den önce seni öldürürdüm.” dedi.

 

Hz. Hâlid, ısrar edip duruyordu; “Doğru söylüyorum. Senin mâni olman, hiçbir şeyi değiştirmez. Ben müslüman oldum. Gerçek dînin İslâm olduğuna inandım. Şimdiye kadar boşuna muhârebelere katılmı­şım.” diyordu.

 

Ebû Süfyân, onun üzerine atılmak istediyse de İkrime mâni oldu. Çünkü, Mekke’nin durumunu biliyorlardı. Şehirde müslüman olmağa başlayan halk, putlara tapanlara nefretle bakıyordu.

 

Hz. Hâlid, bir pervâne gibi, herkesin koştuğu o ebedî nûra koştu ve Medîne yolunu tuttu. Yolda, Arap dâhîlerinden olan Amr ibn-i Âs’a rastladı. Amr, ona nereye gittiğini sordu. Hâlid de; “Müslümanlığı ka­bûle gidiyorum. Ben artık kat’iyetle anladım, vallâhi, o hak peygam­berdir. Daha ne diye duralım.” dedi.

 

Amr; “Ben de aynı fikirdeyim ve buna karar vermiş bulunuyorum.” dedi. İkisi berâber yola koyularak Medîne-i Münevvere’ye vardılar. Dün, şirk ordusunun başında İslâma karşı duran bu iki adam, şimdi Medî­ne’ye gelmiş, Medîne sokaklarında ilâhî nûra kavuşmuş olarak dolaşıyorlardı. Hâlid, Kureyş’in süvâri kumandanı idi. Uhud harbinde Kureyş mağlub olmuşken, gâlip mevkiine getiren o idi. Sonra Resûlul­lâh’ın huzûruna girdiler.

 

Kâinâtın Büyük Peygamberi, Hz. Hâlid’i görünce; “Seni bize hediye eden Allâh’a hamdolsun. Sende hayra götüren bir aklı keşfetmiştim...” dedi.

 

Hz. Hâlid; “Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı tâlim et. Allâh’a benim için duâ et.” deyince,

 

Resûlullâh şöyle buyurdu: “İslâm’a girenin geçmiş günahları affo­lur.” Sonra da, Allâh’a onun için duâ etti. Allâh’ın Resûlü ona, «Seyful­lah-il Meslûl (Allâh’ın çekilmiş kılıcı)» adını verdi.

 

Hz. Hâlid’le berâber Amr ibn-i Âs ve Osman ibn-i Ebî Talha İslâm’ın nûr halkasına katıldılar. Böylece de İslâmın şevket ve kudreti arttı.