Uhud Gazâsı

(Hicrî:3, M.:625)

Müşrikler, Bedir Harbi’nde uğradıkları ağır mağlûbiyeti bir türlü hazmedemediler. İntikâm almağa karar verdiler. Bedir Harbi’nin baş­lamasından hemen önce Şam’dan dönen ticâret kervanının malları Dâ­runnedve’ye konmuş ve Ebû Süfyân, Kureyş’in başına geçmişti. Bedir Harbi’nde ölenlerin yakınları, Ebû Süfyân’ın yanına gelerek; “Muham­med bizim büyüklerimizi öldürdü. Ondan intikâmımızı almamız lâ­zım. Bizleri öksüz bıraktı. Şu kervanın malını tamâmen bize verin ki, bir ordu hazırlayıp, ondan intikamımızı alalım.” dediler.

 

Nitekim Ebû Süfyân da, “olur!” cevâbını verip hazırlık yapmala­rını söyledi. Hepsi toplanarak, Bedir Harbi’nin bir sebebi olan bu ker­vanın mallarını, ordunun hazırlığı için kullandılar ve kuvvetli bir ordu hazırladılar.

 

Ebû Süfyân, Bedir’de akrabâsı ölen birkaç kişiyi sokaklarda konuş­turup, halkın hislerini galeyâna getirdi. Böylece câhiliyet gayretleri arttı. Müşriklerin kalplerindeki kin ve ihtiras ayyûka çıktı. Hazırlanan Kureyş ordusu, hicretin üçüncü senesi, şevval ayının ilk çarşamba günü Uhud’a vardı. Kureyş ordusu 3000 kişi idi. Orduda 3000 deve, 200 at vardı. Askerin 700’ü zırhlı idi. Ayrıca, harbe kışkırtmak üzere, bu orduya 15 kadar kadın da katıldı.

 

Bu arada, Peygamberimiz’in henüz müslüman olmayan amcası Hz. Abbas, Kureyş’in yaptığı hazırlıkları Peygamber Efendimiz’e bir mek­tupla haber verdi. Haberci, Resûl-i Ekrem’i Kubâ yakınlarında bularak mektubu verdi. Peygamber Efendimiz mektubu aldı ve Übeyy ibn-i Ka’b’a okuttu. Resûlullâh, haberi önce Ashâbın büyükleri ile istişâre etti. Kureyş’e nasıl mukâbele edilecekti?

 

Peygamber Efendimiz’in Rü’yâsı

Peygamber Efendimiz, cumâ gecesi bir rü’yâ gördü. Sabahleyin ya-nına gelen müslümanlara; “Vallâhi, ben bir rü’yâ gördüm. Hayra yor­dum. Rü’yâmda, boğazlanmış bir sığır, kılıcımın ağzında açılmış bir gedik, ellerimi sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm!” dedi.

 

“Yâ Resûlallâh, bunları ne şekilde yordun?” diye sordular.

 

“Sağlam zırh giymek, Medîne’de kalmaya işârettir. Orada kalınız. Kı­lıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işârettir. Boğazlanmış sığır, ashâbımın şehid düşmelerine işârettir.” Bu­yurmuşlardı. (Resûlullah, bu rü’yâyı yorarken, «Kılıcımda gedik açıl­ması, Ehl-i Beyt’imden bir kişinin öldürülmesidir!» de demişti.)

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gördüğü bu rü’yâdan mülhem ola­rak, Kureyş müşrikleri ile Medîne dışında çarpışmayı uygun görmü­yordu. İstişâre meclisinde fikirleri sorulan ashâbın büyüklerinden birçoğunun ve münâfıklardan Abdullah ibn-i Übeyy’in kanâati de böyle idi. Zâten, etrafı sağlam kayalarla çevrili olan Medîne şehri muh­kem bir kaleden farksızdı.

 

Gençlerin Arzusu

 

Peygamber Efendimiz ve ashâbın büyüklerinden birçoğunun gö­rüşü böyle iken, henüz hayâtın baharında olup Bedir’de bulunamayan ve şehid düşmeyi arzulayan bazı gençler şöyle diyorlardı: “Yâ Resûlal­lâh! Biz bu günleri bekledik. Allah istediğimizi yerine getirdi. Dışarı çıkmak ve müşriklerle savaşmak istiyoruz. Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim. Biz, Kureyşlilerin; ‘Muhammed (s.a.v.) ve Sahâbe­sinin Medîne surlarını ve kalelerini muhâsara ettik, hurmalıklarını çiğ­nedik, ekinlerini ezdik’ diyerek memleketlerine dönmelerini kat’iyyen istemeyiz. Böyle olursa kuvvetimiz kaybolur. İnsanlar üzerimize hü­cûm ederler”.

 

Yaşlılardan Hz. Hamza, Sa’d bin Ubâde, Nubân bin Mâlik’le Evs ve Hazrec’den bâzı kişiler de gençlerin bu isteklerini desteklediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, harbin Medîne’nin hâricinde yapılma­sına ve müslümanların harp hazırlığı yapmasına karar verdi.

 

Peygamber Efendimiz’in; “Eğer sabrederseniz Allah size yardım edecektir.” buyurması üzerine müslümanlar çok sevinmişlerdi. Gün­lerden cumâ idi. Resûlullah, cuma hutbesinde cihâdın fazîletlerinden bahsetti. Sabırlı olurlarsa, zafere nâil olacaklarını bildirdi. Cumâ nama­zını ve ikindi namazını kıldırdıktan sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte evine girdi. Zırhlarını giyip, kılıçlarını taktılar.

 

Bu arada, dışarıda harp hakkında münâkaşa ediliyordu. Üseyd bin Hudayr ve Sa’d bin Muaz şöyle dedi: “Siz Resûlullâh’ın Medîne’de kalmak fikrini duydunuz. Fakat, hâriçte müdâfaada bulunmayı iste­diniz. Resûlullâh bunu iyi görmemekle berâber kabûl etti. O işi ona bırakmalıydınız, ona vahiy gelir ve işin ne şekilde olacağını bize bildi­rirdi. Bu mevzuu Resûlullâh’a yeniden götürün ve ona tâbi olun”.

 

Gençler, yaptıklarına pişman olmuşlardı. Doğruca Resûlullâh’ın bu­lunduğu yere geldiler. “Ey Allâh’ın Resûlü! Size muhâlif olmak bize yakışmaz, sen dilediğini yap; biz sana uyarız” dediler.

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) silahlarını almış ve zırhını giymişti. Yine de onların böyle söylemesi, memnûnluk uyandıran bir hareketti. Onların bu sözlerine memnun olmakla berâber; “Hiçbir peygamber zırhını giy­dikten sonra harbetmeden çıkarmaz.” buyurdu.

 

Harp İçin Medîne’den Ayrılış

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Medîne’de yerine kâim-i makâm ola­rak Abdullah ibn-i Ümmü Mektûm’u bıraktı. Resûlullâh, kıt’alara birer sancak verdi. Muhâcirlerin sancağını Müs’ab ibn-i Umeyr’e, Evs kabî­lesinin sancağını Üseyd ibn-i Hudayr’a, Hazrec kabîlesinin sancağını da Hubâb ibn-i Münzir’e verdi. Atına bindi. Ordunun başına geçti. İlk emri: “Medîne’den çıkıyoruz” oldu.

 

İslâm ordusu 1000 nefer ve 100 zırhlı olarak Medîne’den hareket etti. Bütün kadınlar caddelere çıkmış, onları teşyî ediyor, ilâhîlerle uğurluyorlardı. Sa’d ibn-i Muâz ile Sa’d ibn-i Ubâde Resûl-i Ekrem’in önünde yürüyorlardı. Maksatları, Kâinâtın Efendisi’ni korumaktı. Üzerlerindeki zırh ve ellerindeki kılıçlarla, hiç kimseyi ona yaklaştır­mayacak kadar güçlü ve azimli idiler.

 

Medîne ile Uhud arası tam bir saatlik yoldu. O gün, Uhud ile Me­dîne arasında yarım saatlik mesâfede Şîhayn mevkiinde gecelendi. Resûl-i Ekrem orduyu teftiş etti. Bir yoklama yaptı. Bu arada, yaşları 13-15 arasında on yedi gencin de gelmiş olduklarını gördü. Peygamber Efendimiz, onların Medîne’ye geri dönmelerini emretti ve Medîne’de çocukları ve kadınları beklemek ve korumakla vazîfelendirdi.

 

Zübeyr ibn-i Râfi (r.a.); “Yâ Resûlallâh! Râfi ibn-i Hadac, iyi ok atı­cıdır” diyerek, onun orduda kalmasını istedi.

 

Râfi ibn-i Hadac (r.a.) der ki: “Resûlullah’a arzolunduğum zaman ayaklarımda mestlerim vardı. Ayağımın ucuna basarak uzun görün­meye çalıştım. Resûlullah da benim orduya katılmama müsâade etti. Bana müsâade edince, Semûre ibn-i Cündüb, üvey babası Mürey ibn-i Sinân’a; ‘Babacığım! Resûlullah, Râfi ibn-i Hadac’a müsâade etti, beni geri çevirdi. Halbûki ben, güreşte onu yenerdim.’ dedi.

 

Mürey ibn-i Sinân (r.a.); ‘Yâ Resûlallâh! Sen benim oğlumu geri çe­virdin, Râfi ibn-i Hadîc’e müsâade ettin. Oğlum onu yener.’ dedi.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.); ‘Güreşsinler bakalım’ buyurdu. Gençler güreştiler. Semûre, Râfi’i yendi. Hz. Peygamberimiz, onun da orduya katılmasına müsâade etti. O zaman Semûre ile Râfi 15’er yaşında idiler.

 

Uhud’daki İslâm Karargâhı

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Şîhayn’de bulunduğu sırada, müşrik­ler de Ebû Amr’ın arâzîsinin bulunduğu yere kadar harp düzeni hâlinde, yavaş yavaş uzandılar. Peygamberimiz, Uhud’a doğru ilerleyip, köprü­nün bulunduğu yere kadar geldiler. Artık müslümanlar da müşrikler de birbirini iyice görüyorlardı.

 

İslâm ordusu ile Uhud’a kadar deve kuşu gibi boynunu uzata uzata gelmiş olan münâfık Abdullâh ibn-i Übeyy, artık kanlı bir müsâdemenin kaçınılmaz olduğunu görünce, Peygamber Efendimiz için; “O, rey ve görüş sâhibi olmayan gençlerin sözünü dinledi de beni dinlemedi. Ey ahâli! Şuracıkta biz, ne diye kendimizi öldürteceğimizi bir türlü anlaya­madık” diyerek, kavminden kuşku içinde bulunan ve kendisine uyan 300 kişi ile birlikte oradan geri döndü. Böylece İslâm ordusu 700’e indi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Uhud’da Şi’b vâdîsine inince, orada arkaları Uhud dağına dayalı, yüzleri Medîne’ye doğru gelecek şekilde karargâhını kurdu. Ordusunu çarpışma düzenine koymaya başladı. Solda bulunan düşman süvârisinin gelmesi muhtemel olan Ayneyn te­pesine Abdullâh ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçu yerleştirdi.

 

Onlara; “Ben emir vermedikçe, gâlip olsak da, mağlub olsak da, yensek de yenilsek de kat’iyyen yerinizden ayrılmayacaksınız. Müşrik­leri hezîmete uğrattığımızı görseniz bile yerinizi terketmeyeceksiniz. Düşmanı yenip ganîmet toplamaya koyulduğumuzu görseniz de, sakın bize uymayınız! Kuşların bizi kapıştıklarını görseniz de ben size adam gönderip emir vermedikçe, sakın yerinizden ayrılmayınız. Düş­man süvârîsi gelirse, okla mukâbele eder, ok atarsınız. Çünkü, at oku yiyince ilerleyemez, geri döner.” buyurdu.

 

Uhud’da müslümanların parolası «Emit, Emit (öldür, öldür)» idi.

 

Uhud’da Müşriklerin Yeri

 

Kureyş müşrikleri, Medîne’ye arkalarını çevirmişler, Müslümanlara karşı saf bağlamış bulunuyorlardı. Müşriklerin sancağını, Talha ibn-i Ebî Talha tutuyordu. Kureyş ordusunun emîrî Ebû Süfyân idi. Ku­reyş’in diğer kumandanları ise; okçuların başında Abdullah ibn-i Rabîa, sağ cenah kumandanı Hâlid bin Velid, sol cenah kumandanı İkrime bin Ebû Cehil, fırka kumandanları ise Safvân bin Ümeyye ile Amr bin Âs idi.

 

Müşriklerin parolası «Yâ Lel Uzzâ ve yâ Lel Hübel» idi. Böylece putlarından medet umuyorlardı.

 

Kureyş kadınları, ordunun arkasında Ebû Süfyân’ın karısı Hind ile berâber defler çalıyor, şiirler söylüyor ve orduyu harbe teşvik ediyor­lardı.

 

Uhud Harbine Nasıl Başlandı ve Nasıl Bitti?

 

İki taraf da harbe iyice hazırdı. Bu esnâda Allâh’ın Resûlü elindeki kılıcı havaya kaldırıp; “Bunun hakkını kim verecek?” buyurdu.

 

Kılıcın üzerinde şu beyt yazılı idi:

 

“Fi’l-cübni ârun Vefil’ikbâli mekremetün

Vel’mer’ü bilcübni lâyencû mine’l-kaderi”

 

(Korkaklıkta âr ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır. Kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.)

 

Kılıca birçok tâlib olanlar oldu ise de Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onlara vermedi. Ebû Dücâne (r.a.); “O kılıcın hakkı nedir, yâ Resûlal­lâh?!” diye sordu.

 

Peygamber Efendimiz; “Onun hakkı kırılıncaya kadar onu düşmana vurmaktır. Onunla müslüman öldürmemek, onunla kâfirlerin önün­den kaçmamaktır. Onunla Allah sana zafer, yahud şehidlik nasib edin­ceye kadar Allah yolunda çarpışmaktır.” dedi.

 

Ebû Dücâne (r.a.); “Yâ Resûlallâh! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum.” dedi.

 

Hz. Peygamberimiz, elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne, çok cesur ve kahraman bir kişi idi. Ebû Dücâne, Peygamber Efendimiz’in elinden kılıcı alınca, başına kırmızı şalı sararak müslümanlar ile müş­rikler arasında meydana çıkıp çalımlı çalımlı yürümeğe başladı. Peygamberimiz, onun böyle kurula kurula yürüdüğünü görünce; “Bu bir yürüyüştür ki, Allah onu, bu yerin başkasında sevmez.” buyurdu.

 

Ebû Dücâne, düşman ordusunun içine öyle bir daldı ki, dağın ete­ğinde deflerle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar ilerledi.

 

Resûlullâh’ın kılıcının şerefini gözeterek, kadın kanını ona bulaştırmak istemedi, onları korkuttu. Kadınlar feryât ederek kaçıştılar.

 

Müşriklerin Hevâzin süvârileri, İslâm okçularının korudukları geçide dalmak istedilerse de oka tutulunca, geri dönmek zorunda kaldılar.

 

Müşriklerden, deve üzerinde bir adam meydana çıkıp çarpışmak için er diledi. Zübeyr ibn-i Avvâm ona doğru vardı. Devenin üzerine sıçrayıp, adamın boğazına sarıldı. Deve üzerinde boğuşmağa baş­ladılar.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Yere, aşağı doğru düşür onu!” dedi.

 

Müşrik, yere düştü, Zübeyr ibn-i Avvâm (r.a.) da üzerine çöküp onun başını kesti.

 

Bu defa, Kureyş ordusunun sancaktârı Talha ibn-i Ebî Talha; “Be­nimle çarpışmak için kim çıkar er meydanına” deyince, Hz. Ali çıktı, Talha’yı bir hamlede yere serdi, Hz. Hamza sancağı alan Talha’nın kar­deşi Osman ibn-i Ebû Talha’nın üzerine hücum edip kılıcı ile kolunu yaraladı. Fakat, bu defa da, sancağı Ebû Saîd ibn-i Talha almıştı. Onu da Sa’d ibn-i Ebî Vakkas hakladı. Ebû Saîd yere düşünce sancağı Nâfi ibn-i Ebî Talha aldı. Müşriklerin sancağı durmadan el değiştiriyordu. Müşriklerin bayrağını tutmakla vazîfeli Talha sülâlesinden başka kimse kalmadı. Yedinciyi de Hz. Hamza bir hamle ile katletti.

 

Hz. Hamza (r.a.), kükremiş bir arslan gibi düşman ordusuna girmiş; öne, sağa, sola kılıç sallayarak devamlı ilerliyordu. 2818 müşrikin başını gövdesinden ayırmıştı. Artık muhârebe şiddetlenmiş bulunuyordu. Müşrik ordusu fena hâlde bozuldu.

 

Hz. Hamza’nın Şehâdeti

 

Müşrik askerlerini cesaretlendiren Hind, Cübeyr ibn-i Mut’im’in kölesi olan Vahşî’ye, Hz. Hamza’yı öldürdüğü takdirde bir çok vaat­lerde bulundu. Çünkü Hz. Hamza, Bedir’de Hind’in babasını ve kar­deşini öldürmüş, Uhud’da pekçok müşrikin başını uçurmuştu. Ayrıca, Cübeyr’in amcasını da Bedir’de öldürmüştü. Cübeyr, kölesi Vahşi’ye, Uhud’da Hz. Hamza’yı öldürdüğü takdirde, kendisinin azad edilip hürriyetine kavuşturulacağını da vâdetmişti.

 

Vahşî Hz. Hamza’yı gözlemeğe başladı. Hamza’nın karşısına Sibâ ibn-i Abdül-Uzzâ çıkmıştı. Allâh’ın arslanının kılıcını kaldırıp indirme­siyle müşrikin yere düşüp ölmesi bir olmuştu.

 

Vahşî, bu arada saklandığı yerden çıkıp mızrağını atarak Hz. Ham­za’yı sırtından vurdu. Hz. Hamza (r.a.) şehidlerin reîsi oldu.

 

Nihâyet harp iyice kızışmıştı, müslümanlar güçlerinin üstünde bir gayretle harbediyorlardı. Sabırla cihâda devam ederek, müşrikleri boz­guna uğrattılar. 3000 kişilik müşrik ordusu, 700 kişilik orduyu yene­memişti, kaçmağa başladılar.

 

Bir Hatâ ve Netîcesi

 

Peygamberimiz (s.a.v.), düşman süvârisinin hücûm edebileceği yeri okçularla kapatmıştı. Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçuyu oraya yerleştirmiş, “Düşman süvârisi buradan hücum edecek olursa ok atarsınız. At oku yiyince geri döner. Ben emir vermedikçe gâlip olsak da, mağlup olsak da buradan aslâ ayrılmayınız” diye sıkı sıkıya tembih etmişti.

 

Fakat, ilk anda düşman ordusunun bozguna uğratılması ile zaferin kazanıldığını, harbin bittiğini zannederek okçuların çoğu, yerinden çıkıp ganîmet toplamak üzere gidiverdiler. Her ne kadar kumandanları «Sakın ayrılmayın!» dediyse de, harp bitti diye, bu emre uymadılar. Kuman­danları Abdullâh ibn-i Cübeyr on kişiyle kaldı. Tam bu esnâda, oranın zayıfladığını görüp bunu fırsat bilen Kureyş ordusunun süvâri kolu ku­mandanı Hâlid ibn-i Velîd, 200 kişilik bir kuvvetle hücûma geçip, dağ geçidinde kalan okçuları şehîd etti. İslâm ordusunun sol cenâhından dolaşıp arkadan vurdu. İşte böylece harbin çehresi birden değişti. Gâlib durumda olan müslümanlar mağlup duruma düştüler.

 

Bu hâl, müslümanları hayret ve şaşkınlığa düşürdü. Hâlid ibn-i Velîd’in müslümanları arkadan çevirdiğini öğrenen Kureyş, kaçmak­tan vazgeçerek geri döndüler. İki hücum arasında kalan müslümanlar neye uğradıklarını bilemediler. Ümitsizliğe düştüler. Düşmanlar ku­durmuşlar, Fahr-i Kâinât’ın etrâfındaki müslümanları dağıtarak onun yanına kadar sokulmuşlardı.

 

Sa’d ibn-i Vakkâs (r.a.)’ın birâderi Utbe ibn-i Ebî Vakkâs, müşrikle­rin saflarında idi. Onun attığı taşlarla Resûlullâh’ın alt dudağı yara­landı ve alt çenesinin sağ yanındaki rebâiyye (kesici) dişi şehîd oldu.

 

İbn-i Şihâb’ın attığı taş Peygamberimiz’in alnına isâbet etti.

 

İbni Kamîa’nın kılıç darbesiyle Fahr-i Kâinât’ın sağ omuzu yaralandı ve yine onun kılıç darbesiyle başındaki miğfer de parçalandı. Miğferin halkalarından ikisi Resûlullah’ın şakaklarına, yanaklarına battı.

 

Peygamberimiz’e ezâ verenlerin hepsi de üzerlerinden sene geçme­den belâlarını buldular. İbn-i Kamia, Uhud’dan ev halkının yanına döndüğü gün dağa ava gitmişti. Dağda, kendisini bir dağ keçisi boynuzlayarak öldürdü. İbni Şihâb’ı, Mekke yolunda ak benekli bir yılan sokarak öldürdü, Utbe ibn-i Ebî Vakkâs’ı, Hâtıb ibn-i Ebî Beltea öldürdü.

 

Peygamber Efendimiz’in bulunduğu yerde, kılıçlar şakırdıyor, oklar yağmur gibi yağıyordu. Bunun üzerine ashâb, halka teşkil etmişler, Ebû Dücâne de kendisini kalkan yaparak, Peygamber Efendimiz’i ko­ruyorlardı. Ebû Dücâne saplanan oklarla kirpiye dönmüştü.

 

Düşman, âlemlere rahmet olan yüce peygamberimizin canına kas­dedip ona her taraftan oklar yağdırırken, onun mübârek lisânından şu duâ göklere yükseliyordu: “Allâhümmehdi kavmî feinnehüm lâ ya’lemûn” (Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet et. Çünkü onlar câhildirler ne yaptıklarını bilmiyorlar).

 

İnsanlık târihinde acabâ, başka böyle bir hâdise var mıdır?

 

O gün Talha bin Ubeydullah, bu sıkıntılı anlarda Peygamberimiz’in yanından hiç ayrılmıyor, kendi kalkanı ile onun mübârek yüzünü muhâfaza ediyor, Resûlullah harp sâhasına bakmak istedikçe; “Aman, başınızı kaldırmayınız! Olmaya ki, bir ok isâbet eder” diyordu.

 

Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs ise Resûlullâh’a yaklaşanlara durmadan ok yağdırıyor, Resûl-i Ekrem de ona kendi oklarını kendi eliyle vererek; “Bunları da at!” diyor ve kendisi için duâ ediyordu. Sa’d ibn-i Ebî Vak­kâs kendisine verilen okları müşriklere attıkça, müşriklerden hiçbirisi Resûl-i Ekrem’in yanına yaklaşamıyordu.

 

Ümm-ü Umâre diye anılan Nesîbe Hâtun, harp sâhasında eline su tulumunu almış, müslümanlara su dağıtıyordu. Kendisi Akabe’de Resûl-i Ekrem’e bîat edenlerdendi.

 

Bu defa zevci ve iki oğlu ile berâber Uhud gazâsında bulunup, su hizmeti yanında, onların kahramanlıklarını da görmek istemişti. Vaktâ ki, müslüman mücâhitleri iki taraftan gelen hücum arasında kalıp şaşı­rınca ve arkasından hezîmet de başlayınca, elindeki su tulumunu bırak­mış, onun yerine bir kılıç alarak, Resûlullâh’ı Kureyş’e karşı müdâfaa etmeğe başlamıştı. Son olarak İbn-i Kamia ile vuruşurken yaralandı.

 

Düşmana şiddetle karşı koyan Enes ibn-i Nadr, 70 kılıç darbesi ile şehid oldu. Onu, kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyıp teşhis edebildi.

 

Peygamberimiz’in Übeyy ibn-i Halef’i Öldürmesi

 

Übeyy ibn-i Halef, Mekke’de Peygamberimize rastladıkça; “Yâ Mu-hammed! Benim bir atım var, her gün ona 16 ölçek darı yediriyorum, bir gün gelir onun üzerine biner seni öldürürüm!” diyordu.

 

Buna karşı Peygamber Efendimiz de; “Belli olmaz, belki İnşâallah ben seni öldürürüm!” derdi.

 

Übeyy ibn-i Halef Uhud’da, Hz. Peygamberimiz’in hayâtına son vermek için and içmişti. Kardeşi Ümeyye ibn-i Halef’in intikâmını almak istiyordu. “Muhammed nerededir?” diye bağırıyordu. “Gelsin de benimle çarpışsın. Peygamberse beni öldürür.” diyordu.

 

Peygamberimiz Uhud’da çarpışırken dönüp arkasına bakmıyor, sa­habîlerine, «Übeyy ibn-i Halef’den emin değilim. Arkamdan hücum edecek olursa beni haberdar ediniz» diye tenbih ediyordu.

 

Bu sırada Übeyy ibn-i Halef «Ya sen, ya ben» diyerek Resûlullâh’a hücum edince bâzı Ashab onu karşılamak istedi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) ise kükremiş arslan gibi silkindi ashâb’a, «Geri durunuz» dedi. Hemen eline bir mızrak aldı. Resûlullâh’ın o an­daki celâdeti kimsede yoktu.

 

Peygamberimiz bu şekilde davranınca Übeyy ibn-i Halef dönüp kaçmağa başladı. Peygamberimiz ona; “Ey yalancı, nereye kaçıyor­sun?!” dedi ve onu boynunun miğferle zırh yakası arasındaki kısmın­dan mızrakla vurup yaraladı. Übeyy, sığır gibi böğürerek atından yere yuvarlandı, kaburga kemiklerinden bâzısı da kırıldı. Müşrikler onu alıp ordugâhlarına götürdüler. Yarasından kan çıkmıyordu. Fakat ağ­rısı, sızısı dayanılacak gibi değildi.

 

Übeyy; “Vallâhi Muhammed beni öldürdü!” dedi.

 

Arkadaşları; “And olsun ki, sen aklını kaybetmişsin! Sendeki yara­nın hiç ehemmiyeti yok!” dediler.

 

Übeyy ibn-i Halef ise; “O bana Mekke’de ‘Seni ben öldüreceğim’ demişti. Vallâhi o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!” dedi.

 

Übeyy ibn-i Halef bir gün veya bir günden daha kısa bir zaman geçtikten sonra, Mekke’ye 6 mil uzaklıkta bulunan Selef’e gelince öldü. Yolda giderken; «Susadım» diye bağırmış, bir adam da «ona su verme, çünkü o Resûlullâh’ın düşmanıdır» demiştir.

 

Ayrıca Peygamber Efendimiz, kılıcını parlata parlata yürüyen bir müşriki, yaya olarak karşılayıp; “Enen-Nebiyyü lâ kizb, Enebnü Ab­dülmuttalib lâ kizb. (Ben, Peygamberim! yalan yok! Ben, Abdülmutta­lib’in oğluyum! yalan yok!)” diyerek vurup öldürdü.

 

Sahâbenin büyükleri, Resûlullâh’ın etrâfında toplandılar ve onu düşmandan korumak için berâberce dağa doğru çıktılar.

 

Sahâbenin Peygamberimiz’in Etrâfında Toplanmaları

 

Muhârebe nerede ise bitmek üzere idi. Resûl-i Ekrem, maiyyetindeki müslümanlara, Uhud vâdîsine toplanmalarını emretti. Bütün müslü­manlar Uhud vâdisinde toplanmışlardı. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’e su getirdi. Resûl-i Ekrem namazını kıldı.

 

Müminler emniyetli bir yere çekilince, ilk iş olarak Peygam­berimiz’in tedâvîsi ile meşgul oldular. Mübârek yüzüne batan iki zırh halkasını Ebû Ubeyde ibn-i Cerrâh dişleri ile çıkardı. Çıkarırken de kendi dişlerinden ikisi düştü.

 

Müşrikler, bitirmekte oldukları işi yarım bırakmak istemediler ve Uhud dağına tırmanıp müslümanları tamâmen ortadan kaldırmak üzere harekete geçtiler. Bu hâli gören Resûl-i Ekrem Allâh’a şöyle yal­vardı; “Yâ Rab! Artık oraya çıkamasınlar!”

 

Allâhü Teâlâ, Kâinâtın Efendisi Habîbi’nin duâsını kabûl etti. Müş­rikler bütün uğraşmalarına rağmen çıkamayacaklarını anlayıp vazgeçtiler.

 

Muhârebe sona ermiş sayılırdı. Fakat, Ebû Süfyân hâlâ şüphe içeri­sinde idi. Çünkü Resûl-i Ekrem’in ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek maksadıyla, bulunduğu tepeden; “İçinizde Muhammed var mıdır?” diye bağırmağa başladı. Üç defa tekrarladı, cevap verilmedi.

 

Bu sefer: “Peki! İçinizde Ebû Bekir var mıdır?” dedi. Buna da cevap verilmedi.

 

Bu defa; “İçinizde Ömer ibni’l-Hattâb var mıdır?” diye sordu.

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbı Kirâm’a; “Sakın sesinizi çıkarmayı­nız” diye buyurmuştu.

 

Sorulan suâle cevap gelmeyince, Ebû Süfyân rahatlıyordu, ölmüşler sanıyordu. Kendi kendine şöyle dedi: “Eğer sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi. Cevap vermediklerine göre öldüler, artık biz kazandık, ya­pılacak bir şey kalmadı, geri dönebiliriz”.

 

Amma Hz. Ömer dayanamadı ve “Yalan söylüyorsun Ebû Süfyân, söylediğin bütün şahıslar yaşıyorlar. Senin hakkından muhakkak gele­ceklerdir” diye bağırdı.

 

Ebû Süfyân şaşırmıştı; “Muhârebe nöbetledir. Bugün Bedir’in karşı­lığıdır.” diyordu.

 

Hz. Ömer (r.a.) kızdı ve; “Hayır, çünkü sizin ölüleriniz cehenneme, bizim şehidlerimiz cennete gitmişlerdir.” dedi.

 

Bunun üzerine Ebû Süfyân; “Beri gel, ya Ömer!” dedi. Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’den müsâade aldıktan sonra, ileri gitti. Ebû Süfyân’ın ne diyeceğini merak ediyordu. Ebû Süfyân: “Yâ Ömer! Allah için doğru söyle, biz Muhammed’i katlettik mi?”

 

Hz. Ömer “Hayır! Allâh’a yemin ederim ki hayır! Resûl-i Ekrem şimdi senin söylediğin sözleri duyuyor” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân; “Ben sana İbn-i Kamîa’dan daha fazla inanırım. Sen yalan söylemezsin.” dedi.

 

Ebû Süfyân artık muhârebe edecek durumda değildi. “Gelecek sene Bedir’de buluşalım” dedi. Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’e bakmıştı. Resûl-i Ekrem olur mânâsında başını sallayınca; Hz. Ömer de; “İnşâallah” diye cevap verdi.

 

Peygamber Efendimiz ibn-i Mesleme’ye dönerek; “Acaba Sa’d ibn-i Rabi’ ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır? Yoksa yaralı mıdır? Onun durumundan bana haber getiriniz.” Eliyle vâdînin bir köşesine işâret ederek; “Ben onu bir ara orada görmüştüm!” buyurdu.

 

Ensardan Muhammed ibn-i Mesleme (r.a.), Peygamber Efendimiz’in işâret ettiği tarafa gitti. Her tarafa baktı. Bulamadı. Şehitlerin ve yaralı­ların yanına gitti. Aramağa başladı. Belki ağır yaralıdır, kendisine yar­dım lâzımdır düşüncesiyle nihâyet; “Ey Sa’d! Beni Resûl-i Ekrem gönderdi. Neredesin? Ses ver.” diye çağırmağa başladı.

 

Resûlullâh’ın ismini duyan Sa’d (r.a.); “Buradayım, yaralılar, şehid­ler arasındayım.” diye, zayıf bir sesle inledi. Muhammed ibn-i Mesleme nihâyet buldu. Vücûdu yaralar içeri­sinde olup, yüzü hâlâ gülüyordu. Henüz rûhunu teslim etmemişti.

 

Sa’d şöyle dedi: “Resûlullâh’a benim selâmımı ilet. Şu anda cennet kokularını duyuyorum. Kavmim Ensâr’a da selâmımı söyle; Peygambe­rimiz’e ihlâsla bağlılık ve itâat husûsunda kirpikleriniz kımıldar oldukça son derece gayret ediniz. Değilse, Allah katında mâzûr olamazsınız.” deyip vefât etti. Ensârın büyüklerinden olan Sa’d, Resûl-i Ekrem’e Aka-be’de bîat etmiş, dîn-i mübîni kavmine yaymak ile vazîfelenmişti.

 

İbn-i Mesleme, Resûl-i Ekrem’in yanına geldi. Sa’d’ın şehid olduğu haberini ve selâmını iletti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Sa’d hakkında; “Yâ Rab! Sen Sa’d’dan râzı ol” diye duâ ettiler.

 

Resûl-i Ekrem muhârebe sahasını dolaşırken amcası Hz. Hamza’yı gördüler. Hâlinden şiddetle müteessir oldular. Kulakları kesilmiş, karnı deşilmişti. Tanınmayacak hâlde idi. Bu hâle Resûl-i Ekrem pek ziyâde üzüldüler. Şimdiye kadar böyle üzüldükleri görülmemişti. Göz­leri yaşlarla doldu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın cesedinin başına dikilerek; “Hiçbir zaman, senin kadar musîbete uğranmamış ve uğranmayacak­tır. Ben, bunun kadar beni gazaplandıran bir yerde de durmamışımdır,

 

Ey Resûlullâh’ın amcası!

Ey Allâh’ın ve Resûlullâh’ın arslanı Hamza!

Ey hayırlar işleyen Hamza!

Ey üzüntüleri gideren Hamza!

Ey Resûlullâh’ı koruyucu olan Hamza!

 

Allah sana rahmet etsin! İyi bilirim ki; Sen, hısım ve akrabâlık hak­larını gözetir, dâimâ hayırlı işler işlerdin. Eğer senden sonra yas tut­mak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım...” diye hitâbede bulundu.

 

Hz. Hamza (r.a.), müslüman olduktan sonra müslümanlar rahat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz bundan dolayı Hz. Hamza’yı çok se­verlerdi. Hz. Hamza, Resûl-i Ekrem’den iki yaş büyüktü.

 

O sabah iki mübârek Sahâbi’den Sa’d ibn-i Ebî Vakkas (r.a.); “Yâ Rab! Bir büyük düşmana rastlayarak onunla cenk edeyim, gâlip gele­yim, onu yerle bir edeyim.” diye niyet etmiş, böyle duâ etmiş, böyle yalvarmıştı. Cenâb-ı Hakk onu niyetine ulaştırdı.

 

Diğer sahâbe Abdullâh ibn-i Cahş (r.a.) ise şehidlik, Allâh’a vuslat ve onun yüce makâmına ermek için; “Yâ Rab! Büyük bir düşmanla cenk edeyim, o beni şehid etsin, kulaklarımı burnumu kessin. Sen bana ‘kulakların ve burnun nerede?’ dediğin zaman, senin ve Resûlünün uğruna kesildi diyeyim.” diyerek yalvarmıştı.

 

Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs (r.a.), Abdullâh ibn-i Cahş’ı şehidler arasında bu hâlde görünce hayretler içinde kalmıştı. Çünkü, Allah’dan istedik­lerini elde edenlerden biri de Abdullâh ibn-i Cahş idi.

 

Uhud harbinde müşriklerden İbn-i İshâk, İbn-i Hişâm ve Vâkıdî’ye göre 22, Sa’d’de 23 diğer bâzı kaynaklarda ise 69 müşrik öldürüldü. Müslümanlar 70 şehid verdiler. Resûl-i Ekrem, şehidlerin üzerindeki elbiseleri ile gömülmelerini emretti.

 

Allâh’ın Nusreti ile Mağlûbiyetten Gâlibiyete

 

Medîne’deki yahûdîler ve münâfıklar bu mağlubiyete sevin­mişlerdi. Bu, Hz. Peygamber’e ağır geldi. Ebû Cehl’in oğlu İkrime de reîsleri Ebû Süfyân’a, geri dönüp Medîne’ye bir baskın yapmalarını teklif etmişti.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), müslümanların zayıf düşmediğini hem yahûdîlere hem de müşriklere göstermek için, yaralı ve yorgun olduğu hâlde düşmanı tâkip etmeğe karar verdiler. Harbin ertesi pazar günü (16 Şevvâl) Resûl-i Ekrem, Bilâl-i Habeşî’ye; “Dön! Uhud har­binde bulunanlara haber ver. Hemen toplansınlar. Düşmanın peşine düşeceğiz” buyurdu.

 

Bütün müslümanlar mescidin yanında toplandılar. Resûl-i Ekrem orada Medîne muhâfızlığına Abdullah ibni Ümm-ü Mektûm (r.a.)’ı tâyin edip sancağı Hz. Talha (r.a.)’ya verdi ve 630 kadar İslâm mücâ­hidi ile yola çıktı. Sefere katılanların hemen hepsi yaralı vaziyette idi­ler? Birbirlerine destek oluyorlar, yarası daha hafif olanlar yarası ağır olanları sırtlarında taşıyorlardı.

 

Medîne’ye sekiz mil mesâfede bulunan Hamrâü’l-Esed mevkiine geldikleri zaman konaklamağa karar verdiler. Orada herkes üç gece söndürmeksizin ateş yakarak, tereddüt içinde olan düşmana karşı kuv­vetli olduklarını gösterdiler.

 

Mekkeliler, Uhud’dan çekilmişler, Revhâ’ya gelmişlerdi.

 

Hz. Peygamberimiz arkalarından bir gözcü gönderdi ve; “Git bak! Eğer develere biniyorlarsa Mekke’ye gidiyorlar, yok atlara biniyorlarsa Medîne’ye saldıracaklardır” dedi.

 

Haberci, develere bindiklerini söyledi.

 

Fakat, Mekkeliler’de bir tereddüt vardı. Kimisi harp için geri dönül­mesini istiyordu. Ebû Süfyân da müslümanlardan korkmağa başla­mıştı. Müşrikler hemen toplanıp Mekke’ye doğru hareket ettiler. Açık açık kaçıyorlardı.

 

Müslümanlar Uhud’da mağlup olmuşken gâlip duruma geçtiler. Müşriklerin kaçtığını öğrenince, sevinçlerinden ilâhî söyleyerek Medî­ne’ye döndüler.

 

Uhud Harbinden Alınan Târihî Ders Uhud Harbi netîcesinde müslümanların aldığı târihî ders; her hâ­lükârda, mutlak sûrette emre itâatın lüzûmudur. Zîrâ, düşman süvâ­risini karşılamak üzere yerleştirilen okçulara, Peygamberimiz tarafından; “Ben emir vermedikçe yerinizden ayrılmayınız” buyrul­duğu hâlde onların, emre itâatın mutlak sûrette lüzûmunu bilemeye­rek, harp kazanıldı zannıyla yerlerinden ayrılıvermeleri mağlûbiyete sebep olmuştu.

 

Kuzmân’ın Gösterdiği Yararlıklara Rağmen Cehennemlik Oluşu

 

Kuzmân, Uhud Muhârebesi’ne çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar onu; “Yoksa sen kadın mısın!?” diye ayıplayınca, arlanarak kılıcını ve yayını alıp harbe koştu.

 

“Ey Evs Hânedanı! Ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan hayır­lıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız.” diyerek müşriklerin ortasına daldı. Müşriklerden Hâlid ibn-i Alem’i, tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olmasına rağmen, omuzuna in­dirdiği bir kılıç darbesiyle göğsüne kadar yardı. Vâil ibn-i Âs’ı da bir vuruşta yere serdi. Yine müşriklerden 7-8 kişiyi daha öldürdü. Kendisi de yaralanınca Zaferoğulları’nın evine getirildi.

 

Uhud harbi esnâsında, Kuzmân’ın adı anıldıkça, Peygamber Efen­dimiz (s.a.v.); “O, cehennemliktir!” derdi.

 

Müslümanlardan birisi ona; “Ey Kuzmân! Seni tebrik ve cennet’le tebşir ederim. Vallâhi, bugün senin uğradığın musîbet sana Allah’dan­dır.” deyince,

 

Kuzman; “Ne diye tebrik ve tebşir ediliyorum?! Vallâhi ben, kavmi­min menfaatinden başka bir maksadla çarpışmadım.” dedi. Yaralarının sancısı şiddetlenince bir ok ile kolunun damarını keserek intihâr etti.

 

Peygamberimiz, Kuzmân’dan bahsedildiğinde, onun hakkında; “Şüphe yok ki, Allah bu dîni, fâcir bir adamla da te’yid eder” buyurmuştur. 

 

 

(18) Bazı siyer kitaplarında bu rakam 8 olarak geçmektedir.