Tebûk Gazâsı

(Hicrî: 9, Milâdî: 630)

 

Tebûk Medîne ile Şâm arasında bir yer olup, hicretin 9. yılı Receb ayında bir perşembe günü Hz. Peygamberimiz buraya bir sefer düzenlemiştir. Bu târihlerde, Bizans İran’ı mağlub etmişti. İslâmın yayılmasına karşı koymak ve bu yayılmayı önlemek maksadıyla, İslâm’a bir darbe indirmek için Bizanslılar’ın hazırlık yaptığı ve kırk bin kişilik bir ordu hazırladığı haberi geldi.

 

O sene, Arabistan’da müthiş bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Hurma­lar harâb olmuş, develer ölmüş, hayvanlar kırılmıştı. Müslümanlar bu seferde, imkânsızlıklar sebebiyle, çok büyük vâsıta, binit, yiyecek ve su sıkıntısı çektiklerinden, güçlükle hazırlanan bu orduya, «Ceyşü’l-usreh (Güçlük Ordusu)», sefere de «Güçlük Gazvesi» denir.

 

Resûlullâh, Mekke’ye ve diğer Arap kabîlelerine, harbe iştirâk etme­leri için haber gönderdi. Mevsim sıcak, şartlar çok ağırdı.

 

Ashâbın Cömertlik Yarışı

 

Resûlullâh’ın önceleri, gideceği gazveleri gizlemesi âdetlerinden ol­duğu hâlde, bu seferi bütün müslümanlara bildirmişti. Çünkü, bu öbür harplerden daha farklı olup, uzun bir yolculuk, kuvvetli bir düşman onları bekliyordu. Bu yüzden, iyi bir hazırlıkla düşman karşısına çık­mak için ashâbına bildirdi. Zenginleri, orduyu techiz etmeye teşvik etti. İşte bu noktada, ashâb-ı kirâm birbirleriyle yarış ediyorlardı.

 

Hz. Osman (r.a.), zahîre yüklü 300 deve ile 1000 altın verdi. Resûlul­lâh’ın yüzü sevinçle doldu ve “Ey Osman! Allah senin sudûr etmiş ve edecek taksîrâtını afvetmiştir.” müjdesini verdi.

 

Hz. Ömer (r.a.), malının yarısını verdi. Resûlullâh, ona da bereket duâsı etti.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise elinde olan nesi varsa, herşeyini bu yola vak­fetti. Onu, kendisinden bile gizler gibi Peygamber Efendimiz’e usûlca verdi.

 

Resûlullâh; “Ya Ebâ Bekir! Ev halkına ne bıraktın.” diye sordu.

 

Hz. Ebû Bekir; “Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım.” dedi.

 

Önceden içinden; «Ebû Bekir, beni her defa geçiyor. Ben de hayır yarışında bu def’a onu geçeyim.» diye niyet etmiş olan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekr’in hayır yarışında yine kendisini geçtiğini görünce; “Vallâhi, Ey Ebû Bekir! Babam anam sana fedâ olsun. Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, sen onda beni geçmiş olmayasın. Ben, artık anladım ki, hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim.” dedi.

 

Ashâb-ı kirâm’dan her biri, mâlî gücü ve îmkânı nisbetinde, bu ûlvî Tebûk seferi için mallarını infâk ettiler. Abdurrahman ibn-i Avf, bu sefer için 100 okka altın, Hz. Abbâs ve Talha bir çok şeyler infâk ettiler. Âsım ibn-i Adiyy, 1000 okka hurma infak etti.

 

Birçok kadınlar da imkânlarına göre, her şeylerini Resûlullâh’a gön­derdiler. Bâzı kadınlar, kollarındaki bilezikleri, kulaklarındaki küpe­leri, gerdanlıkları, mescidde Peygamber Efendimiz’in önüne atıyorlardı. Resûlullâh da onlara duâ ediyordu.

 

Peygamberimiz, işini çok sıkı ve hızlı tuttu. Sefere çıkmak için ordu­gâhını Seniyyet’ül-Vedâ’da kurdu. Kadınlar ve çocuklar, Peygamber Efendimiz’i uğurlamak için buraya kadar geldi. Tebûk Seferi için topla­nan müslümanlar, dîvan defterine sığmayacak kadar çoktu. Resûlul­lâh, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i ordugâhta namaz kıldırmakla, vazîfelendirdi. Medîne’de, Muhammed ibn-i Mesleme’yi yerine vekil bıraktı.

 

Peygamberimizle birlikte Seniyyetü’l-Vedâ’a kadar gitmiş olan Hz. Ali’ye Resûlullâh; “Burada muhakkak ya ben oturacağım, ya sen otu­racaksın.” buyurup Ehl-i Beyt’in ihtiyaçlarını görmek üzere kendisini Medîne’de bırakınca, Hz. Ali ağlıyarak; “Yâ Resûlallâh! Beni çocuklar ve kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun?” dedi.

 

Peygamberimiz; “Bana göre Sen, Hz. Mûsâ yanında Hz. Hârûn mevkiinde olmayı kabûl etmiyor musun? Ancak benden sonra nebî yoktur.” buyurdu.

 

Bunun üzerine Hz. Ali, hemen geri dönerek, öyle hızlı yürüdü ki, ayaklarının kaldırdığı tozların havaya yükseldiği görüldü.

 

Tebûk Seferine Çıkış

 

Peygamberimiz (s.a.v.); Talha bin Ubeydullâh’ı, sağ cenah kuman­danlığına, Abdurrahman bin Avf’ı da sol cenah kumandanlığına tâyin etti. Sancaklar ve bayraklar bağlandı. En büyük sancağı Hz. Ebû Bekr’e, en büyük bayrağı da Zübeyr ibn-i Avvâm’a verdi. Diğer kabîlelere de sancaktar ve bayraktarlar tâyin etti. on bin at, onbeş bin deve ile otuz bin kişilik mücâhit, perşembe günü yola çıktı. Tebûk’e varıncaya kadar 19 yerde konaklayıp, oralarda mescidler kurdular. Son konakladıkları yer, Tebûk mescidinin olduğu yer idi.

 

Ordunun konakladığı yerde bir su vardı. Fakat, bu su çok az akı­yordu. Koskoca ordunun bu su ile ihtiyaçlarını gidermesine imkân yoktu. Mücâhitler, sızan sudan elleriyle azar azar avuçladılar. Avuçla­nan sular, bir su kırbasında toplandı. Fahr-i Kâinât Aleyhissselâm, onun içinde ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra, onu kaynağa geri döktü. Sonra kaynağa, ucu demirli üç asâ sapladı. Saplar saplamaz, üç yerden bol su kaynamaya başladı. Bütün müslümanlar ihtiyaçlarını gördüler. Allâh’ın yüce Resûlü, Muâz ibn-i Cebel’e; “Senin hayâtın, buraların bah­çelerle dolduğunu görmeye umulur ki, kâfi gelir.” buyurdular.

 

Tebûkteki bu kaynak, o zaman mücahidlerin su ihtiyaçlarını karşı­lamağa yetti. Hazret-i Muâz bunu gördü. "Bu Allah'ın Resûlünün mûcize­lerindendir." dedi. Peygamber Efendimiz’in haber verdiği üzere, oranın bahçe ve bostanlarla dolmasına vesîle oldu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Tebûk mescidinin kıblesine mübârek eliyle bir taş koyup, o taşa doğru yönelerek; “Bu bizim kıblemizdir.” bu­yurdu. Müslümanlara öğle namazını kıldırdıktan sonra, cemâata döne­rek; “İşte, Şam oradadır. İşte, Yemen de şuradadır!” buyurdu.

 

Büyük İslâm ordusunun çok şiddetli bir yaz sıcağında, Tebûk’e ha­reketinden günlerce sonra, ordu ile berâber sefere çıkmamış olan Ebû Hayseme’nin iki hanımı vardı. Onlardan her biri çardaklarını, su ser­pip serinletmiş, kendisi için su soğutmuş, yemek hazırlamış bulunu­yorlardı. Ebû Hayseme bostana girip, çardaklarının kapısı önüne dikildi. Kadınlarına ve kendisi için onların hazırladığı şeylere baktı. “Sübhânallah! Geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmışken, Resûlullâh (a.s.) yakıcı güneşin ve rüzgârın altında silâhını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme, serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu! Vallâhi Resûllullah (a.s.)’a gidip kavuşmadıkça, hiçbirinizin çardağına gir­meyeceğim. Hemen azığımı hazırlayınız.” dedi.

 

İsteği üzerine hazırlığı yaptılar. Sonra devesini yanına getirdiler. Ebû Hayseme, devesini çöktürdü. Kolanını sıkıladı. Azığını alarak Pey­gamber Efendimiz’e yetişmek üzere yola çıktı. Yolda Umeyr ibn-i Ve­heb’e yetişti. O da Peygamberimiz’e yetişmek istiyordu. İkisi yoldaş oldular. Tebûk’e yaklaşınca Ebû Hayseme, Umeyr ibn-i Veheb’e; “Ey Umeyr! Ben günahkârım. Sen ise günahsızsın. Benden geri kalmanda senin için bir mahzur yok. Ben, Resûlullâh (a.s.)’ın yanına senden önce varacağım.” dedi. Umeyr bunu mâkul karşıladı.

 

Ebû Hayseme hayvanını mahmuzlayıp, sürüp gitti. Peygamberimiz o sırada, Tebûk’te konaklamış bulunuyordu. Ebû Hayseme Resûlul­lâh’a yaklaştığı zaman, yanındakiler; “İşte bakınız. Yolda bir süvâri geliyor.” dediler.

 

Peygamberimiz; “Ebû Hayseme mi ola? Ebû Hayseme olmasını is­terdim.” buyurdu.

 

“Yâ Resûlallâh, o vallâhi Ebû Hayseme’dir.” dediler.

 

Ebû Hayseme, devesini çöktürdükten sonra Peygamberimiz’in yanına gelip, selâm verdi.

 

Peygamberimiz; “Ey Ebû Hayseme, sen helâka yaklaşmış, gitmiş­tin.” buyurdu.

 

Ebû Hayseme, olup bitenleri haber verince, Peygamberimiz ona ha-yırla duâ buyurdular.

 

Yazın sıcağında çölü aşarak, Tebûk’e gelen İslâm ordusunun karşı­sına düşman çıkamadı. Rum ordusu, müslümanların kuvvetini görüp, geri çekilmişti.

 

Bundan sonra, Peygamber Efendimiz Tebûk’te ashâbını bir araya toplayarak, ileriye gitmek isteyip istemediklerini sordu.

 

Hz. Ömer; “Eğer emir Allah tarafından geliyorsa, buyrun gidelim.” dedi.

 

Peygamberimiz de; “Bu hususta, Allah tarafından emir bulunsaydı, size danışmazdım.” buyurdu.

 

Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi; “Yâ Resûlallâh, Rumlar sayı­ları pek çok olan bir toplulukturlar. Oralarda müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Görüyorsun ki; siz ve size inananlar, onların yakınlarına kadar gelmiş bulunuyoruz. Bizim bu derece yaklaşmamız kendilerini korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönelim. Baka­lım ilerde Allah ne gösterecek.”

 

Bu istişâre yapılmakta iken, Şam bölgesinde tâûn hastalığı olduğu haberi geldi. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem; “Tâûn olan yere girmeyi­niz” buyurdu. “Onlar sûlh için ellerini uzatırlarsa, Sen de onlara uzat. Ve Allâh’a tevekkül et.” âyetine uyarak onları tâkip etmedi. Burada 20 gün kaldı.

 

Bâzı kabîleler geldiler. Onlarla anlaşmalar yapıldı. Kendilerine, de­nizde ve karada eman verildi.

 

Münâfıkların Bozgunculuğu

 

Münâfıklar26, kendilerini hiçkimsenin bilmediğini, yapmak istedik­lerini gizli yaptıklarını zannederlerdi. Oysa ki Resûl-i Ekrem, bütün münâfıkları bilirdi. Lâkin îlân etmezdi. Fakat, sâdece çok iyi sır muhâ­faza eden Hz. Huzeyfe’ye münâfıkların isimlerini bildirdi. Hz. Hu­zeyfe, Resûl-i Ekrem’in mahrem-i esrârı idi.

 

• Münâfıklar, müslümanlar arasına fitne sokmak, ayrılık çıkarmak maksadıyla, Kubâ mescidine mukâbil olmak üzere Medîne civârında bir mescid yaptılar. Bundan niyet ve maksatları: Ashâbı, Hz. Peygambe­rimizin arkasından ayırmak, mescidinden uzaklaştırmak, cemâatı da­ğıtmak, bozgunculuk yapmaktı. Medîneli bir Hıristiyan olan Ebû Âmir de münâfıkları bu işe teşvik etmiş; “Siz büyük bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar da silâh koyunuz. Ben de, Rum Kay­seri’ne gidiyorum. Size külliyetli rum askeri getiririm. Muhammed ile ashâbını Medîne'den çıkarırız.” diyerek fâsık Şam’a gitmiş, münâfıklar da mescidlerini tamamlamışlardı.

 

Münâfıklar mescidi inşâ ettikten sonra, tam Tebûk seferine çıkıla­cağı bir sırada, Peygamber Efendimiz’e gelip, kış şartları, ihtiyarlık ve hastalık gibi mâzeretlerle mescide gelemeyenler için bir mescid hazır­ladıklarını söylemişler, Peygamber Efendimiz’in gelip içinde namaz kılarak bu mescidi açmasını istemişlerdi. Peygamberimiz de, o sırada vakti olmadığını söyleyerek onların isteklerini yerine getirmemişti. Münâfıklar, hakîkatta bu mescidi, sûikast yapmak için depo olarak kul­lanmayı da plânlamışlardı. Böylesine kötü niyet ve gâye ile yapıl­dığından, buna «Mescid-i Zırâr» dendi.

 

• Münâfıklar, Tebûk seferine çıkılacağında, böyle sıcak günlerde yola çıkmayınız diye halkı kışkırtıp, mâneviyâtlarını bozmağa çalışıyorlardı.

 

Onlara; “Cehennemin harâreti daha şiddetlidir.” buyuruldu.

 

Münâfıkların başı Abdullâh ibn-i Übeyy de; “Roma devletini Mu-hammed oyuncak mı sanıyor? Onun, ashâbı ile birlikte esir olacaklarını gözümle görmüş gibi oluyorum.” diyerek korku vermek istiyordu. Onun böyle konuşması müslümanların canlarını sıkıyor, itikâdı yarım olanlar onun bu sözlerinde gerçek payının bulunup bulunmadığını an­lamağa çalışıyorlardı.

 

Bâzı niyeti bozuk olanlar, mâzeretleri olmadığı hâlde özür beyân ederek, Tebûk seferine katılmadılar. Îtikâdı tam olanlar, kendilerine söylenen sözlere aldırmıyorlar, cihad ve gazâya gâyet istekli olarak, kemâl-i sür’atle sefere hazırlanıyorlardı. Öyle ki, bâzıları zâhire ve eş­yâlarını yükleyecek deve bulamadıklarından, pek ziyâde mahzun ola­rak saatlerce ağlıyorlardı.

 

• Bir ara sefer esnâsında, Resûl-i Ekrem’in devesi kaybolmuştu. Ordu içindeki içi bozuk olanlardan birisi; “Muhammed, ‘Peygambe­rim’ der. Yerlerden ve göklerden, haber verir. Kendi devesinin yerini bilmeyen kimse nasıl peygamber olur.” demişti.

 

O vakit Resûl-i Ekrem ashâbına; “Bir şahıs benim hakkımda şöyle böyle diyor” diyerek, onun bu sözlerini anlattı. Ve; “Ben, vallâhi bir şey bilmem, ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiğini bilirim. Ancak, şimdi Ce­nâb-ı Hakk bana bildirdi ki, deve şu anda filân vâdîde filân yerde, yu­ları bir ağacın dalına ilişip kalmış. Hemen gidip getirin” buyurdu. Deveyi bulup getirdiler.

 

• Münâfıklardan on iki kişi Peygamberimize sûikastta bulunmayı kararlaştırdılar. Geceleyin Akabe denen yerden geçerken ansızın öl­dürmek üzere, yola pusu kurdular. Onların bütün bu kötü maksat ve tertipleri Allah Resûlüne, Cebrâil (a.s.) tarafından bildirilmişti. İhtiyatlı bulunup o yere geldikleri zaman, Resûl-i Ekrem bir karaltı görmüştü. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Hz. Huzeyfe’ye onları gösterdi ve dağıt­masını istedi. Hz. Huzeyfe onları kısa bir zamanda dağıttı.

 

Bunların münâfık olduklarını, sûikast için geldiklerini Huzeyfe’ye haber verdi. Ertesi gün, Üseyd ibn-i Hudayr (r.a.) hazretleri bu vak’a­dan haberdâr olunca, ordu içinde ne kadar münâfık varsa îdâm et­tirmek istedi. Lâkin, Resûl-i Ekrem buna râzı olmadı. Ve; “Mâdem ki lisanları ile kelime-i şehâdet getiriyorlar, onlara taarruz etmek câiz olmaz.” buyurdu.

 

Mescid-i Dırâr’ın Yıktırılması

 

Tebûk seferinden dönerken, yolda, Mescid-i Dırâr ve onu yapanlar hakkında Peygamber Efendimiz’e indirilen Kur’ân âyetlerinde Cenâb-ı Hak buyurdu ki (meâlen);

“Şunlar da vardır ki, tuttular -zarar vermek, kâfirlik etmek, mü­minler arasına tefrika sokmak ve bundan evvel Allâh’a ve Resûlüne harbe kalkışmış olan kimseye bir pusu yapıvermek için- bir mescid yaptılar. Bununla berâber, ‘Hüsnüniyyetten başka bir muradımız yok­tu’ diye yemin de edecekler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphe­siz yalancıdırlar. Onun içinde aslâ namaza durma. Elbette ilk gününden takvâ üzerine temeli atılan bir mescid, içinde kıyâma daha lâyıktır. Onun içinde öyle ricâl vardır ki, gayet temiz olmayı severler. Allah da iyi temizlenenleri sever. O hâlde binâsını Allah korkusu ve Allah rızâsı üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır? Yoksa binâsını çatlak ve çökmeğe meyilli bir (yar)ın kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvar­lanan mı? Allah zalimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Onların binâ­ları kalblerinde bir nifak ukdesi olup kalacak, tâ kalpleri parçalanıncaya kadar.” (Tevbe Sûresi, 107-110).

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Medîne’ye gelince, Mâlik ibn-i Dahşem ile Mean ibn-i Adiyy ve bir kaç kişi daha göndererek mescidin yakılıp, yıkılmasını emretti. Onlar gidip o Mescîd-i Dırâr’ı yıktılar.

 

Tebûk Seferine Katılmayanlar

 

Meşrû’ bir ma’zareti olmadığı hâlde sıcak havanın verdiği rehâvet ve ihmâlkârlıkla bâzı mü’minler bu sefere katılamamışlardı. Sefer es­nâsında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu zâtları teker teker sormuş: "Herhâlde mühim bir ma’zeretleri olduğu için katılamadılar" denilince tesellî bulmuşlardı. Sefer bitmiş, Allah Resûlü ve ordusu Medîne-i Mü­nevvere’ye dönmüşlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz gazâya, ma’zeretle­rinden dolayı iştirak edemeyen mü’minlerinde, seferdeki mücâhitler gibi, ecre nâil olduklarını ifâde buyurdular. Ancak gazâdan kaçınan münâfıklara ve ihmâlkârlara yüz vermediler. Seksen kadar münâfık gelip, hasta oldukları için sefere katılamadıklarını söylediler Peygam­ber Efendimiz zâhirlerine göre hükmederek, iç âlemlerini Allâh’a havâle ettiler.

 

İhmâlleri yüzünden sefere katılamayan mü’minler ise, pişmanlık ve sıkıntı içinde bulunuyorlar, Peygamberimize ne söyleyeceklerini düşü­nüyorlardı, ama yalan söyleyemezlerdi. Söylemediler de.

 

Ka’b İbn-i Mâlik Anlatıyor

 

Bu zatlardan Hazreti Ka’b ibni Mâlik başlarından geçen o sıkıntılı hâli şöyle anlatır.

 

Seferden döndüğünde huzûruna vardığım zaman Resûlullâh beni acı bir tebessümle karşıladı. Peygamberimize: "Ey Allâh'ın Resûlü! Şu anda kurtulmak için bir yalan söylesem, yüce Allah, onu meydana çı­karır ve Resûlü de bana gazaplanır. Meşru’ bir ma’zeretim olmadığını i‘tirâf ediyor ve afvımı talep ediyorum." deyince:

 

"İşte Ka’b hakîkati söyledi." buyurdular. Benim gibi doğru söyleyen iki kişi daha çıkmıştı. Onlar Merâret İbn-i Rabî’ ve Hilâl İbni Ümeyye idi. Peygamber Efendimiz; evimize gidip, Allâhü Teâlâ’nın hakkımız­daki hükmü gelinceye kadar beklememizi emr ettiler.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, halkı bizimle berâber olmaktan, görüşüp konuşmaktan men etmişti. Kimse bizimle konuşmuyordu. Biz de evle­rimize kapanarak, gözyaşları içinde tevbemizin kabûlü için Hazreti Allâh’a yalvarıp durduk. Ben, diğer iki arkadaşımdan daha genç ol­duğum için dışarı çıkıyordum. Fakat beni gören mü’minler, her yerde yüzlerini asıyorlar ve nazarlarını benden çeviriyorlardı. Artık dayana­madım, Allah Resûlü’nün tekrar huzûruna çıkıp, ona olan bağlılığımı arz ettim. Fakat Resûlullah (s.a.v.) susmakta devâm etti...

 

Bu şekilde tam kırk gün geçti. Sonra Resûlullah hanımlarımızdan da uzak kalmamızı emr etti. Bu arada diğer iki kardeşim de afv edilmeleri için Cenâbı Hakka yalvarıp göz yaşları döküyorlardı. Birinin ağlamak­tan gözleri görmez olmuş, diğeri ise "Afv edildin" müjdesi gelinceye kadar kendini mescid’de bir direğe bağlamıştı.

 

Halktan tecrid edildiğimizin ellinci günü hakkımızda nâzil olan "Ve geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini (Hz. Allah) kabûl etti. Yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı..." (Tevbe 118) meâlindeki âyet-i celîlesinde beyan buyuruldu­ğu üzere yeryüzü bütün genişliğine rağmen bize dar geldiği, kalbleri­mizin kederden iyice sıkıldığı ve Allâhü Teâlâ’dan başka sığınacak melce’ olmadığının idrâki içinde bulunduğum bir anda, Sel dağı tara­fından birinin: "Müjde ey Ka’b!" diye bağırdığını duyar duymaz sec­deye kapandım. Büyük bir ferahlık ve huzûra kavuştum. Sevinç ve mutluluk içinde Allah Resûlü’nün huzûruna varıp selâm verdim, selâ­mıma neşe ile karşılık verdi. Sevincinden mübârek yüzü ay gibi parlı­yordu. "Yâ Ka’b! Anandan doğduğundan beri, en hayırlı günün, bu gündür." buyurdular.

 

Tebûk Gazâsı ile İslâm’ın kudret ve şevketi her tarafta daha iyi anlaşıldı.

 

Böylece İslâm dîni önce Harzret-i Allâh’ın yardımı sonra da Pey­gamberimiz ve İslâm mücâhitlerinin îmân, irfân, ve gayretleri ile gün­den güne yayıldıkça yayılıyor ve bütün dünyâya ışık verecek bir binânın temelleri atılıyordu.

 

Artık Bizans’ta hıristiyanlar, bu kudret ve şevketin önünde boyun eğiyor, İslâm'a teslim oluyordu.

 

 

(26) MünâfıKesk; îman ve İslâm pazarında müslümanlık satan; fâsıklar, fâcirler arasında onlara tâbi‘ olana denir. İçi başka dışı başka olup müslüman görünür.