Tâif Muhâsarası

(Hicrî: 8, Mîlâdî: 630)

 

Tâif; yüksek rakımlı, akarsuları, ekinleri, hurma bahçeleri, üzüm bağ­ları bulunan, muz ve sâir meyvâlar yetişen, Mekke’nin doğusunda, Mek­ke’ye yaya yürüyüşüyle bir günlük mesâfededir. Kalelerle çevrili idi.

 

Evtâs’da bozguna uğrayan Sakîfliler, Tâif’e sığınmışlardı. Kalelerini onarmışlar, bir yıllık gıda maddelerini kale içine toplayarak, savaşa hazırlanmışlardı.

 

Resûl-i Ekrem, onların bu fikirlerini öğrenip, maksatlarını anlayınca, Huneyn’in esir ve ganîmet mallarını, Mekke’ye on mil mesâfedeki Ci'râne mevkiinde, bir miktar askerin nezâretinde bırakarak, Tâif’e yü­rüdü. Öncü kuvvetlerin başına, Allâh’ın çekilmiş kılıcı Hz. Hâlid’i, ku­mandan tâyin etti. Peygamberimiz, çok geçmeden Tâif’e gelip kalenin yanına karargâh kurdular ve kaleyi kuşattılar. Düşmanlar müs­lümanları şiddetli ok atışına tuttular. Müslümanların attıkları oklar, Tâiflilerin attıkları oklarla havada çarpışarak, geri dönüp müslüman­ların üzerine düşüyordu. Müslümanlardan birçoğu yaralandı. Oniki kişi de şehid oldu. Müslümanlar ok menzilinden biraz uzağa çekildiler. Muhâsara böyle 18 gün kadar devâm etti.

 

Düşman, kalelerinden çıkmayınca Hâlid ibn-i Velîd, onların kale arkasından savaşmalarından bıkmış ve usanmıştı. Meydana çıkarak, onlardan meydana çıkıp, kendisiyle çarpışacak er istedi. Bunun üze­rine Abdi Yâlil, Hâlid ibn-i Velîd’e şu cevâbı verdi: “Kalenin içinde sana karşı çarpışacak biri yoktur. Biz yiyeceğimiz bitinceye kadar bu­rada kalacağız. Eğer sen bu yiyecekler bitinceye kadar beklersen, hepi­miz iner, hiç kimse kalmayıncaya kadar dövüşürüz”.

 

Muhâsara uzuyordu. Selmân-ı Fârisî’nin; “Yâ Resûlallâh! Vaktiyle biz Fars ülkesinde, düşmanımızı mancınıkla yenerdik, onlar da bizi mancınıkla yenerdi. Eğer mancınık olmazsa uzun zaman otururduk.” demesi üzerine, Peygamber Efendimiz, mancınık yapılmasını emretti. Önce Selmân-ı Fârisî bir mancınık yaptı. Kaleye karşı bu ağaçtan yapıl­mış kulelerle saldırdılar. Tâifliler ve Sakîfliler, üzerlerine kızdırılmış sapan demirleri ve şişler atarak kuleleri yakıyorlar, içindekilerin kaleye yanaşmasına fırsat vermiyorlardı.

 

Nihâyet Resûlullâh; “Bir üzüm asması kesene, cennette bir üzüm asması mevkii var.” diyerek Tâiflilerin üzüm asmalarının ve bağlarının kesilmesini emretti. Meyvesi yenmeyen ağaçtan herkesin beşer tâne kesmesi emrolundu. Bu, onları bezdirip boyun eğdirmek içindi.

 

Tâifliler, bağları ve hurmalıkları kesilmeye başlanınca şöyle bağır­dılar: “Onu, Allah ve merhamet için bırakın.”

 

Resûlullâh da; “Ben bağınızı, Allâh’ın rızâsını ve akrabâlık hakkını gözeterek bırakıyorum.” buyurarak asma ve hurmaları kestirmekten vazgeçti.

 

Daha sonra, Resûlullâh bir münâdî çıkartarak; “Kim, kaleyi terkeder bize gelirse, o emindir.” diye bağırmasını emretti. Bu nidâdan sonra on kişi kaleden çıktı ve müslümanlara ilticâ ettiler.

 

Resûlullâh, fethin nasib olamayacağını anladı. Nevfel bin Muâviye ile gitmek veya kalmak husûsunda istişâre etti. Nevfel bin Muâviye de şöyle dedi: “Ey Allâh’ın Resûlü! Tilki inindedir. Burada kalırsanız onu alırsınız. Onu terkederseniz, size zarar vermez.”

 

Bâzı Sahâbeler, Peygamber Efendimiz’den, Sakîf için bedduâ etme­sini istediler. O da; “Allâh’ım Sakîf’e hidâyet nasib et, doğruyu göster. Onları bize getir.” diyerek duâ buyurdu.

 

Resûl-i Ekrem dönmeğe karar verdi. Ordusuyla birlikte Tâif’den, Ci'râne denilen yere gelip, konakladılar. Burada on günden fazla kaldılar.

 

Huneyn Ganîmetlerinin Taksîmi

 

Peygamberimiz (s.a.v.), ganîmetleri bölüştürmeye, dağıtmaya Ebû Cehm Huzeyfetü’l-Adiyy’i me’mûr etti. Herkese hisselerini dağıttırdı. Piyâdelerden her birine ya dörder deve, ya da bunların karşılığı olarak kırkar koyun, süvârilere ise ya onikişer deve, ya da bunların karşılığı olarak yüzyirmişer koyun düştü. Yanlarında bir attan fazla at bulundu­ranlara, birden fazlası için hisse verilmedi.

 

Cenâb-ı Hakk’ın hükmü olarak, alınan ganîmetlerden dâimâ beşte biri Allah ve Resûlü yolunda hizmet için ayrılır, Peygamber Efendi­miz’in tasarrufunda olur, geriye kalan beşte dördü, gâziler arasında taksim edilirdi.

 

Taksîmât bu usul üzerine yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendine ayrılan bu beşte birini de İslâm’ı yeni kabûl etmiş, Müslümanlığa tam ısınmamış olan Mekke uluları ile müellefe-i kulûb’e taksim etti.

 

Huneyn ganîmetinin taksiminde Resûlullâh Efendimiz, yeni müslü­man olanları, daha müslümanlığı yeni kabûl etmiş Mekke ulularını hoşnut etmek için, ganîmetten onlara fazlaca verdi.

 

Mekke ulularından Ebû Süfyân’a, oğulları Muâviye ile Yezîd’e yüzer deve, kırk okka altın, İkrime ibn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Hişâm, Huveytıb ibn-i Abdül'uzzâ ile Süheyl ibn-i Amr’a da bu kadar mal ve­rilmişti. Böylece, on kişi ayrıca taltif edilmiş oldu. Bunlar birinci dere­cede kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerdendi. İkinci derecede gelen diğerlerine ise kırkar deve verdi. Bu kimseler, daha sonra en kuv­vetli müslümanlardan olmuşlardı. Ebû Süfyân’ın oğulları Muâviye ile Yezîd ve Huveytıb ibn-i Abdül'uzzâ, Resûl-i Ekrem’in kâtiblik hizme­tinde bulunmuşlardı.

 

Müellefe-i Kulûb

 

Müellefe-i Kulûb, Kalpleri İslâmiyete alıştırılacak, ısındırılacak olanlardır. Aşağıdaki îzâhattan da anlaşılacağı üzere Müellefe-i Kulûb’ün hepsi münâfık değildir. Peygamber Efendimiz, bütün bun­lara sadaka ve ganîmetlerden vermek, güzel muâmele etmekle;

 

Bâzılarından gelebilecek kötülükleri önleyip, müslümanların gö­nüllerini rahatlaştırmak,
İçlerinden müslüman olanların İslâmiyette sebatlarını ve tebaala­rının da onlara uyarak müslüman olmalarını sağlamak,
Müslümanlıkları henüz gelişmemiş olanların da müslümanlıkla­rını geliştirip, güzelleştirmek istemiştir.

 

Ganîmetlerin taksimi sırasında, bâzı zayıf görüşlüler ve münâfıklar, Resûlullâh’ın adâletli hareket etmediği iftirâsında bulundular. Pey­gamberimiz buna çok üzüldü. Bu haksız ithamlar karşısında, sabır ve metânet içinde îkâzda bulundu. Sonra devesine bindi ve devesinin hör­gücünden bir kıl alarak şöyle dedi: “Ganîmetten hiçbir şey bende kal­madı, velev ki, şu kıl kadar olsun. Hattâ beşte bir benim hakkım da size verilmiştir. Ganîmetten, kim haksız yere bir iplik aldıysa kıyâmette bu onun için ateştir.”

 

Üzücü Söylentiler ve Ensâr’ın Ağlaması

 

Resûlullâh’ın ganîmetleri Kureyş’e çokça vermesi, insanların en kıy­metlilerinden olan Ensar’ın bâzıları arasında da söylentilere yol açtı. Kureyş kabîlesinden yeni müslüman olanlar, harbe ilk defa giriyordu. Kendilerinin ise yıllardır, harplerde, darplerde, cihad hizmetlerinde olduklarını dikkate alarak; “Bu hâl acâiptir. Bizi terkediyor, Kureyş’e infâk ediyor. Kılıçlarımızdan onların kanları damlıyor, Peygamber artık kendi kavim ve kabîlesine kavuştu. Bizimle Medîne’ye döner mi hiç!” diyenler olmuştu.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu söylentileri duyunca onları topla­yarak dedi ki; “Ey Ensâr! Ben bu hareketi Kureyş’i İslâm’a ısındırmak için yaptım. Siz ise dünyâlık, basit şeyler için gazaplandınız. Ben ise sizin imânınıza kefil oldum. Ey Ensâr! Onlar deve ve davar sürülerini alıp diyârlarına giderken, siz Allâh’ın Resûlünü alıp memleketinize dönmeğe râzı değil misiniz? Sizin kavuştuğunuz, onların elde ettiğin­den daha hayırlı ve üstündür.” Resûl-i Ekrem bu sözleriyle Ensâr'ın şüphelerini ortadan kaldırdı.

 

Hepsi de; “Râzıyız... râzıyız, Yâ Resûlallâh!” dediler.

 

Bundan sonra, Resûlullâh dedi ki: “Nefsim, yed-i kudretinde bulu­nan Allâh’a yemin ederim ki, eğer hicret olmasaydı ben Ensârdan bir fert olmayı tercih ederdim. Eğer bütün halk bir yola dökülse, ensâr da bir yola dökülse, ben ensâr’ın gittiği yolu tutardım. Ey Allâh’ım, sen ensâra rahmet et. Onların oğullarını ve oğullarının oğullarını bağışla”.

 

Bu sözler Ensâr’ın ruhlarına işledi. Gözyaşlarını tutamadılar. Öyle ağlamışlardı ki, sakalları bile ıslanmıştı ve hepsi birden; “Biz Resûlul­lâh’a râzîyız. Biz ganîmet olarak sana râzîyız. Eğer arzu edersen, bütün mülkümüzü de dünyâlık verdiklerine bağışla. Bizim maksadımız, senin râzı olmaklığındır. Sensiz, dünyâ malı bize lâzım değildir!” dediler.

 

Peygamberimiz, onların bu hâllerinden çok memnûn oldu, ço­luk-çocukları için hayır duâlarında bulundu. “Sizinle kıyâmet günü buluşma yeri Havz-ı Kevser’in başı olsun.” buyurdu. Böylece Ensâr-ı kirâm da hoşnut ve mesrûr olarak dağıldılar.

 

Resûl-i Ekrem, harp işlerini ve ganîmetler mes’elesini bitirdikten sonra, Ci'râne’de ihrâma girdi. Geceleyin Mekke’ye gelerek tavâfını yaptı. Yine geceleyin, Ci'râne’ye oradan da Medîne’ye dönmek üzere harekete geçti. Bütün ordu Medîne’ye sâlimen vardı.

 

Şâir Ka‘b’ın Müslüman Oluşu

 

Ka’b ibn-i Züheyr, meşhur bir şâirdi. Söylediği şiirlerle, Peygambe­rimiz’e sataşmalarda bulunmuş, diliyle Peygamber Efendimiz’i ve As­hâbını çok rahatsız etmiş olduğundan, hakkında Peygamberimiz; “Kim rastlarsa, Ka’b’ı öldürsün. Artık onun kanı helâl kılınmıştır.” buyur­muştu. Bu şahıs Mekke fethinde, Ka’be’nin örtüsü altına sığınmış olsa­lar dahî öldürülmeleri emrolunanlardan birisi idi.

 

Ka’b, öldürüleceğini duyunca kaçmıştı. Arabistan’da kabîleler ara­sında İslâmiyet sür’atle yayılmağa başlayınca Ka’b için sığınacak yer kalmamıştı. Nereye gitse kendisine «bize gelme» deniyordu.

 

Ka’b’ın müslüman olan kardeşi, kendisine “Resûlûllah’ın (s.a.v.) ya-nına hiçbir kimse gelmemiştir ki, kendisi Allah’dan başka bir ilâh bu­lunmadığına ve Muhammed (s.a.v.)’in Resûlullâh olduğuna şehâdet etsin de o da onun müslümanlığını kabûl etmesin. Bu mektubum sana vardığı zaman, eğer canın sana gerekli ise müslüman ol, acele Resûlal­lâh’ın yanına gel”. diye mektup yazmıştı.

 

Mektup ulaşınca, Ka’b, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) haber göndererek, «Medîne’ye gelip, müslüman olacağını, kendisini himâyesine alma­sını» istedi. Tanındığı takdirde, öldürüleceğinden korkuyordu. Gizlice Medîne yolunu tuttu. Hz. Ebû Bekr’e sığındı. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onu Resûl-i Ekrem’in huzûruna çıkardı. Ve kim olduğunu söylemeden “Yâ Resûlallâh bir adam bîat edecek.” dedi.

Bunun üzerine Ka’b, kendisini bildirmeden, hemen Resûl-i Ek­rem’in elini tutarak, özür ve af diledi. Gene kendisinin Ka’b olduğunu söylemeden, Sanki bir başkasını haber veriyormuş gibi “Yâ Resûlallâh! Ka’b ibn-i Züheyr yaptıklarına pişman ve müslüman olarak senden emân dilemeğe gelmiş. Ben onu sana getirsem ona emân verir, kendi­sinin tövbesini ve müslümanlığını kabûl eder misin?” dedi.

 

Peygamberimiz; “Evet.” buyurdu.

 

Bunun üzerine Ka’b ibn-i Züheyr; “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh (Şehâdet ederim ki; Allah’dan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki; muhakkak Mu-hammed (s.a.v.) Allâhu Teâlâ’nın kulu ve Resûlü'dür.” diyerek şehâdet getirdi, îmân etti.

 

Ka’b, kendini tanıttığı zaman Ensâr’dan biri sıçrayıp ayağa kalktı; “İzin ver Yâ Resûlallâh, şu Allah düşmanının boynunu vurayım.” dedi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.); “Vazgeç ondan, o üzerinde bulunduğu hâl­den pişman ve Hakk’a dönmüş olarak gelmiştir.” buyurdu.

 

Ka’b, daha önceden yaptıklarına çok büyük pişmanlık içinde idi. Çünkü, kendisini kurtarmak isteyen bu büyük Peygamber hakkında çok kötü şeyler düşünmüş, şiirler söylemiş ve yazmıştı. Bu defa yüce huzurda; «Bânet Suâd» diye başlayan Peygamber Efendimiz’i methe­den meşhur uzun kasîdesini okumaya başladı. Bu kasîde; âdet üzere, şâirin sevgilisi Suâd’ın ayrılığından, onu terkedişinden, vefâsızlığından duyduğu teessürünü, kalbinin elemlerini, yana yakıla ifâde ile baş­layıp, sevgilisinin güzelliğini, parlak çehresini, semâvi tebessümünü sayarak bir girizgâh yaptıktan sonra asıl maksada gelir, sözü Peygam­berimiz’e getirir, onu methederken belâğatın şâhikasına yükselir. Resûlûllâh’ın bana va’dde bulunduğunu duydum. Ondan zâten afv umulur, diyerek afv diler.

 

Ka’b; “Şüphe yok ki Resûlullâh doğru yolu gösteren bir nûr, kö­tülükleri yok etmek için sıyrılmış, Allâh’ın keskin ve yalın kılıçla­rından bir kılıçtır. Parıltısından bütün cihân aydınlanır” meâlindeki beyitlerine gelince, Peygamber Efendimiz yanındaki muhâcirlere işâret ederek; “Dinleyiniz!” buyurdu.

 

Peygamberimiz, bu kasîdeyi büyük bir hazz ile dinledi. Bu beyitler Fahr-i Kâinâtın çok hoşuna gitmiş, o anda yanında hediye edecek başka bir şey olmadığından üzerindeki hırkasını çıkararak şâir Ka’b’a hediye etmiştir. Ondan dolayı bu kasîdeye «Kasîde-i Bürde» denir.

 

Hz. Muâviye, hilâfeti zamanında bu hırkayı Ka’b’dan satınalmak istemişti. Vermedi. Hz. Ka’b vefât edince, mübârek hırkayı Hz. Muâ­viye yirmibin dirheme vârislerinden satın aldı. Hırka kendisinden sonra gelen hâlifelere intikâl etmiş nihâyet, Osmanlı hükümdârı Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı fethiyle, mukaddes emânetler arasında İs­tanbul’a getirildi. Osmanlı sultanlarının son derece dikkat ve hürmetle muhâfaza ettikleri bu «Hırka-i Şerif», hâlen Topkapı Sarayında, Hırka-i Saâdet dâiresinde, Emânât-ı Mübâreke arasında mahfuz olup ziyâret edilmektedir.

 

Hâtem-i Tâî'nin Kızı

 

Peygamber Efendimiz, hicretin 9. yılının rebîu’l-âhir ayında Hz. Alî’yi Ensâr’ın ileri gelenlerinden ellisi atlı yüzü develi olmak üzere 150 kişilik bir kuvvetle Tay' kabîlesinin putu olan Füls’ü yıkmağa gön­derdi. Baskın yapılacağı zaman, birlikleri dağıtıp, her taraftan birden­bire baskın yapılmasını emretti. Atlar yedeklere alınıp develere binildi. Benî Esedler’den Hâris isminde bir zâtın kılavuzluğu ile yola çıkıldı.

 

Nihâyet mücâhitler tan yeri ağarırken, birliklerini her taraftan saldı­racak biçimde dağıtıp Hâtem-i Tâî âilesinin konak yerine birden baskın yaptılar. Öldürülecekler öldürüldüler, esir edilecekler de esir edildiler. Bu arada Hz. Ali ve arkadaşları bütün putları kırdıktan sonra meşhur Füls isimli putu da paramparça ettiler.

 

Tay' kabîlesinin reîsi Adiyy ibn-i Hâtem, korkusundan Suriye’deki Şam araplarının yanına kaçmıştı.

 

Hz. Ali, birçok ganîmet ve ele geçirdiği esirlerle Medîne’ye döndü. Bu esirlerin arasında, sahâvet ve iyiliği ile meşhur Hâtem-i Tâî'nin kızı Saffâne de vardı. Medîne’ye varınca, Saffâne Resûlullâh ile görüşmek ve kendisine hürriyet vermesini istemek için izin talep etti.

 

“Yâ Resûlallâh! Babam öldü, kardeşim de kayboldu. Onun verdiği iyilikten bana emniyet ver. Benim babam âileleri korur, esirlerin esâret bağlarını çözer, açları doyurur, çıplakları giydirir, konukları ağırlar, yemekler yedirir, selâmlaşmayı yapar, dileyicilerin dileklerini reddet­mezdi. İşte ben o Hâtem-i Tâî'nin kızıyım.” dedi.

 

Peygamberimiz; “Ey kadın! Bunlar gerçekten mü’minlerin sıfatları­dır. Keşke baban müslüman olsaydı da onu rahmetle ansaydık. Senin istediğin şeyi yapacağım. Gitmek için acele etme. Kavminden seni yur­duna ulaştıracak, güvenilir kişiler buluncaya kadar bekle. Bulduğunda bana haber ver.” buyurdular.

 

Saffâne binti Hâtem, müslüman oldu. Kavminden tanıdık kimseler gelince Resûlullâh’a gelerek; “Yâ Resûlallâh, kavmimden bâzı kişiler gelmiştir. Onlar, benim için güvenilir ve beni yurduma ulaştırır kimse­lerdir.” dedi.

 

Resûl-i Ekrem Saffâne’ye elbise, binit ve yol harçlığı, azığı vererek adamlarıyla birlikte Şam’a gönderdi.

 

Adiyy ibn-i Hâtem’in Müslüman Oluşu

 

Saffâne Şam’a gelip, Resûlullâh’ın kendisine yaptığı muâmeleyi kar­deşi Adiyy’e anlattı. Adiyy: “Peygamber hakkında görüşün nedir?” diye sordu.

 

Saffâne, şöyle cevap verdi: “Ben senin, hemen bu zâta iltihak etmeni istiyorum. Eğer, o Peygamber ise ona tâbi olmakta başkalarını geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Yok eğer bir hükümdâr ise onun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin. Artık karar vermek sana âittir.”

 

Adiyy; “Vallâhi benim görüşüm de budur.” dedi.

 

Adiyy, Şam’dan kalkıp Medîne’ye vararak mescide çıktı. Resûlullâh onu görünce işini çabucak bitirdi. Adiyy’i evine götürmek üzere kalktı. Yolda, ihtiyar bir kadın ile karşılaştılar. İhtiyar kadın çeşitli şeyler so­rarak Resûlullâh’ın vaktini aldı.

 

Adiyy kendi kendine, «Bu zât melik değildir. Melikler yolda fakir­lere bakmazlar, onların ihtiyaçları ile yolda meşgul olmazlar» diye dü­şündü. Eve varınca Resûlullâh, Adiyy’e minderini vererek onun üzerine oturmasını istedi. Adiyy oturmaktan çekindi ve minderi Resû­lullâh’a geri verdi. Fakat, Yüce Peygamber kabûl etmedi. Adiyy min­dere, Resûlullâh de yere oturdu. Adiyy «bu hükümdâr işi değildir» diye düşündü. Resûlullâh biraz durduktan sonra Adiyy’e üç defa; “İslâm olursan kurtulursun.” diye hitap etti.

 

Adiyy; “Ben din üzerindeyim.” dedi.

 

Resûlullâh; “Ben senin dînini senden daha iyi biliyorum.” buyurdu.

 

Adiyy, bu sözün mânâsını anlayamamıştı ve “Benim dînimi benden daha mı iyi biliyorsun?” diye sordu. Resûlullâh; “Evet.” diye cevap verdi. Daha sonra yüce Resûl, ona, mesih dîninde olmayan, arap kâidele­rine göre yapılan bâzı şeyleri söyledi ve sözlerini şöyle bitirdi: “Sen, kavminden dörtte bir vergi alıyorsun. Yâni, ganîmetlerin dörtte birini alıyorsun. İşte bu senin dînine göre helâl değildir.” buyurdu.

 

Adiyy; “Evet doğrudur.” dedi ve kendi kendine «Muhakkak ki, bu zât peygamberdir. Çünkü o, meçhul şeyleri biliyor.» diye düşündü.

 

Daha sonra Resûlullâh şöyle dedi: “Ey Adiyy! Senin bu dîne gir­mene mâni olan şeyleri biliyorum. Sen bu dîne girenleri fakirler, yok­sullar görüyorsun. Fakat, Allâh’a yemin ederim ki; mallar onlar için o kadar çoğalacak ki, onu alacak kimse bulun- mayacak. Sen düşmanları müslümanlara nazaran çok görüyorsun. Fakat, Cenâb-ı Hakk dînini te’yid edecek ve bu yüce din her tarafta emn ü emân tesis edecek, o kadar genişleyecek, kudret ve şevket kazanacak ki; tek başına Kâdisiy­ye’den(25) kalkan bir kadın hacca gidecek, yolda Allah korkusundan başka bir korku duymayacaktır. Sen başka yerlerde melikler sultanlar görüyorsun. Allâh’a yemin ediyorum ki, bir gün onların beyaz saray­ları fethedilecektir”.

 

Artık Adiyy inanmış ve müslüman olmaya karar vermişti. Adiyy’in son sözü şu oldu: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muham­meden abdühû ve Resûlüh (Ben inanır ve şehâdet ederim ki Allah’dan başka bir ilâh yoktur. Muhammed (a.s.) onun hem kulu ve hem de Resûlüdür)”.

 

Çok geçmeden, Peygamber Efendimiz’in haberi tahakkuk etmiş, İslâm ülkelerinde, emsalsiz bir asâyiş ve emniyet kurulmuş, halk huzur ve rahata kavuşmuştur. Adiyy, Resûlullâh’ın haber verdiği herşeyi gördü ve onları yaşadı. Zamanla Adiyy ibn-i Hâtem, çok meşhur olup ashab arasında çok sevildi. İslâmî ilimleri öğrenerek âlimler arasına katıldı. Herkes ona bir şey danışmağa geliyordu.

 

 

(25) Kadisiyye, İran'da bir şehirdir.