Peygamber Efendimiz’in Doğumu

Mîlâdın 571, Rebîulevvel ayının 12. gecesi, (Nisan ayının 20. günü) Mekke ufukları ağarırken Peygamber Efendimiz, Hz. Muham­med’ül-Mustafâ (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) dünyâyı şereflendirdi. Onun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu. Zîrâ onun teşrifleri sıradan bir hâdise değildi. Bütün peygamberlerin gelece­ğini müjdelediği ins ü cinnin ve melâikei kirâmın teşriflerini beklediği bir peygamberdi o.. Onun içindir ki; bu gece, geceler içinde benzeri ol­mayan bir gecedir. Kâinâtın en azametli hâdisesi bu gece vukûa gelmiş­tir. Bu gece bütün âlemlerin beklediği bir gecedir.

 

Peygamber Efendimiz’in babası Abdullah, az zaman önce vefât et­mişti. Annesi Hz. Âmine hiç zahmet çekmeden dünyâya getirdiği bu nur topu çocuğu, dedesi Abdülmuttalib’e müjdeledi, bahtiyar dede to­rununun doğumuna pek sevindi. Hemen bir ziyâfet verdi.

 

Kureyş uluları; “Bu ziyâfete vesile olan çocuğa ne isim koydun?” diye sordular, Abdülmuttalib; “Muhammed ismini verdim” dedi. Onlar; “Ecdâdında olmayan bu ismi vermekten murâdın nedir?” diye sorunca,

 

Abdülmuttalib; “Umarım ki, onu yerde halk, ulvîlikler âleminde Hakk pek çok övecek” diye cevap verdi. (Zîrâ, Muhammed; «pek çok hamd ü senâ olunmuş kimse» mânâsına gelmektedir.)

 

Peygamber Efendimiz’in doğduğu gece dünyâda fevkalâde hâdise­ler oldu. Şöyle ki:

 

• O devrin en büyük devletlerinden olan Îran Kisrâ’sının (hü­kümdârının) sarayında, mîmarların yıkılmaz dediği on dört sütûn bir­den çöktü.

 

• Sâvâ gölü kurudu.

 

Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşgedeleri söndü.


Müşriklerin Ka’be üzerine koymuş oldukları putlar, devrilip kı­rıldı. Onların, hâşâ, ilâh diye tapındıkları putları küp kırığına döndü, yere serildi.

 

Bütün bunlar çok mühim bir şeye işâret ve beşâretti. Çünkü, Hak gelmiş, bâtıl zâil ve muzmahil olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan Kâinâtın Efendisi, Peygamberler Peygamberi, Fahr-i Âlem, Muhammed’ül-Mustafâ (s.a.v.) doğmuştu.

 

Gerçekten ilerde Îran’ın saltanatı yıkılacak, Bizans İmparatorluğu dağılacak, putperestlik sönecek, küfrün bataklığı kuruyacaktı.

 

Peygamber Efendimiz’in Nesebi

 

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) nesebi, şirki, küfrü reddeden Hanîf dîninin yayıcısı Hz. İbrâhim’e dayanır. Babası Abdullah, Hâşimoğulla­rındandır. Annesi Âmine, Zühreoğullarından olup, birkaç batın sonra soyları birleşir. Her ikisi de Mekkelidir.

 

Peygamber Efendimizin ana ve babası ve Hz. İbrahim’e kadar bütün ecdâdı îmân sâhibidirler.(4)

 

İbrâhim Aleyhisselâm’ın oğlu Hz. İsmâil’in evlâtları içinde Benî Adnan; Adnânîler içinde Benî Mudar; Mudârîler içinde Kureyş kabî­lesi; diğerlerinden daha büyük bir şerefe sâhipti. Hele Kureyş kabîlesi­nin içinden Hâşimî kolu, çok sayılan ve sevilen bir koldu.

 

 

Hâşimî Kolunun Soy Silsilesi

 

Hâşim’in babası Abdimenâf, onun babası Kusayy (Zeyd), onun ba­bası Kilâb, onun babası Mürre, onun babası Ka’b, onun babası Lüveyy, onun babası Gâlib, onun babası Fihr, onun babası Mâlik, onun babası Nadr, onun babası Kinâne, onun babası Huzeyme, onun babası Müd­rike (Âmir), onun babası İlyâs, onun babası Mudar, onun babası Nizar, onun babası Ma’âd, onun babası Adnân’dır.

 

Bunların içinde ne zaman birinin iki oğlu oldu ise Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v.) en şerefli, en hayırlı olan tarafta bulunurdu. Peygam­ber Efendimizin ceddi, her zaman yüzlerindeki nurdan anlaşılırdı. Hz. İsmail’in alnında, yıldızlar gibi parlayan bir nur vardı. Bu ona, pede­rinden intikâl etmişti.

 

Bu nur; Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın dünyâya indirilmesinden îti­bâren peygamberden peygambere geçerek peygamberimize kadar gelen ve ona intikâl edip onda kararlaşmakla gerçek sâhibine kavuşan nurdur.

 

Peygamber Efendimiz’in Süt Annesi

 

Mekkeliler, bilhâssa Mekke uluları, yeni doğan çocuklarının daha iyi ve sağlıklı yetişmeleri arzusuyla, bir müddet için yüksek yerlerde oturan kabîle kadınlarından süt anne tutar, çocuklarını onlara verip baktırırlar, mukâbilinde ücret de öderlerdi. Bu usul o zamanlarda, umûmî bir gelenek olduğundan, her sene kabîle kadınlarından isteyen emzirmek, büyütmek için, şehre çocuk almaya gelirlerdi. Yetiştirdik­ten sonra tekrar geri getirip analarına teslim ederlerdi. Bu sebepten yine şehre süt anneler gelmişlerdi.

 

Benî Sa’d kabîlesinden gelen kadınlar, kendilerine çocuk seçmiş­lerdi. Fakat Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’yı henüz alan olmamıştı. Birçok kadın, yetimdir, fazla para vermezler diye almaya yanaşma­mıştı. Fakat yine Benî Sa’d kabîlesinden Hâris’in âilesi Halîme, başka çocuk da kalmadığından biraz tereddütle berâber onu aldı. Ancak, sonradan o çocuğu aldığına çok memnun oldu. Çünkü bu yetim çocuk onlara çok uğurlu gelmişti. Halîme onu, öz evlâdından çok sevdi. Şeymâ adındaki kız evlâdı da Hz. Muhammed’i pek severdi.

 

Halîme’nin kocası Hâris de, âilesine şöyle dedi: “Halîme! Bu çocu­ğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O evimize ayak basalı beri davarımı­zın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimiz bereketlendi, elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık görüyorum.”

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yürümeye başladığı zaman, annesi Âmine Hâtun onu almak, şehre getirmek istedi. Halîme “Onu şehre götürmeyiniz, oraların havası ağırdır, bir müddet daha bizim yanı­mızda kalsın” dedi.

 

Peygamber Efendimiz , kırda bu âile yanında beş yıl kadar kaldı. Hz. Peygamberimiz süt annesini çok severdi. Yanına geldiğinde, “ana­cığım” diyerek karşılar, çok hürmet gösterirdi. Daha sonraları onun kendisine ve âilesine dâima yardım etti. Daha üç dört yaşlarında iken, gerek Halîme gerekse kocası Hâris, Peygamber Efendimiz’de, diğer insanlarda görülmeyen yücelikler ve fevkalâde hâller görür oldular. Bu hâl, onları, “böyle bir kıymeti koruyamazsak..., ona sonra bir şey olursa...” gibi endişelere sevkettiğinden artık annesi Hz. Âmine’ye tes­lim etmeye karar verdiler ve Mekke’ye götürüp annesine teslim ettiler.

 

Artık annesi Âmine ile sâdık hizmetçileri Ümm-ü Eymen, onun üs­tüne titriyor, onu, esen rüzgardan bile sakınıyorlardı.

 

Medîne Ziyareti ve Annesinin Vefâtı

 

Oğlunu uzun zamandan beri görmeyen anne, ona kavuşunca çok memnun olmuştu. Âmine Hâtun’un Medîne’de, Benî Neccâr’dan akra­baları vardı. Hem onları görmek, hem de babasının kabrini oğluna ziyâ­ret ettirmek maksadıyle bir seyâhat yaptılar. Bu ziyâret sırasında Peygamber Efendimiz altı yaşlarında idi. Medîne’de dayılarının yanında bir ay müsâfir kaldılar. Babasının kabrini ziyâret ettiler. Daha sonra, hiz­metçileri Ümmü Eymen ile birlikte Mekke’ye dönmek üzere yola çıktılar.

 

Medîne’nin 23 mil cenûbuna (güneyine) düşen Ebvâ köyüne kadar gelmişlerdi. O akşam o köyde kaldılar. Fakat anne, şiddetli bir hasta-lığa yakalanmış, son dakikalarını yaşadığını sezer gibi olmuştu. Baba öksüzü olan ciğerpâresini yanıbaşına oturtarak, onu şefkat dolu yaşlı gözlerle uzun uzun süzdü.. öptü.. öptü.. Parçalanan bağrına basarak, analığın bütün harâret ve şefkatiyle onu okşadı. Daha ana karnında iken babasından yetim kalan bu yavrucak şimdi de anneden mi mah­rum kalacaktı? Anne bu acıyı hisseder gibi oldu. Bir daha göremeye­ceği biricik oğlunun mâsum yüzüne baka baka şunları söyledi:

 

“Her diri ölür, her yeni eskir,

 

Her yaşlı göçer, her fâni yok olur,

 

Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,

 

Çünkü dünyâya bir büyük hayırlı varlık bırakıyorum.”

 

Bu sözlerden sonra yaşlı gözlerini bu fânî hayâta kapadı. Ümm-ü Eymen, öksüz yavruyu alarak Mekke’ye döndü. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.)’i, dedesi Abdülmuttalib yanına alarak ana ve ba­badan yetim kalan torununa iki sene baktı.

 

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ÇOCUKLUK DEVRİ

 

Dedesi Abdülmuttalib, yüz yaşını geçmiş olduğu hâlde vefatı yak­laşınca o zaman sekiz yaşında olan torunu Hz. Muhammed’e (s.a.v.) bakıp onu himaye etmesi için oğlu Ebû Tâlib’e vasiyette bulundu. Zira Peygamberimiz’in (s.a.v.) babası Abdullah ile Ebû Tâlib bir anadan doğmuşlardı. Ebû Tâlib’in pek fazla malı ve serveti yoktu. Fakat Pey­gamber Efendimiz’i (s.a.v.) kendi çocuklarından bile çok severdi. Böy­lece Peygamber Efendimiz (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in himayesine girmiş oldu. Birkaç gün sonra da dedesi, bu fâni hayata gözlerini yumdu.

 

Ebû Tâlib, ona öksüzlüğünü hissettirmemek için elinden geleni ya-pıyor ve öz evlâdı gibi bakıyordu.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), 10-12 yaşlarında iken amcası Ebû Tâ­lib’in ve Mekke halkının koyunlarını güttü.

 

Peygamber Efendimiz, çobanlık yapmayı hakir görmemiş, bilâkis bir Hadîs-i Şerifleri’nde; “Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, o, çobanlık yapmış olmasın. Mûsa peygamber çobanlık yapmıştı, Davud peygamberde kezâ...” buyurmuşlardır.

 

Bir defasında koyunlarını arkadaşlarına bırakarak Mekke’ye inmek istemişti. Yolda bir düğüne rastladı. Fakat düğünde uyuyakaldı. O, küfür ve câhiliyyet âdetlerinden zâten hoşlanmazdı, zevk almazdı. Ço­cukluğunda bile onu her kötülükten Allah koruyordu.

 

Şam Seyâhati

 

Ebû Tâlib, zaman zaman ticâret maksadıyle Şam’a ve Yemen’e gi­derdi. Yeğeninin ısrarlı arzusu üzerine bir defasında onu da götürdü. Peygamberimiz daha 12 yaşında idi. Bu seyahat, onun ilk yolculuğu oluyordu. Bu yolculuk, gâyet zevkli ve rahat geçti.

 

Mekke cihetinden gelmekte olan bu kervanı, asıl ismi Cercis olan râhip Bahîrâ, inzivâya çekilmiş olduğu manastırından çok uzakta iken görmüş ve bir fevkalâdelik sezmişti. Bahîrâ, Kureyş kervanını bir bu­lutun takip ettiğini, kervan manastırın yakınındaki bir ağacın gölgesine konaklayınca, bulutun orada karar kıldığını, ağacın dallarının da bir kişi üzerine doğru eğildiğini görünce heyecânı büsbütün arttı.

 

Kervanda farkettiği bu fevkalâdelikten ve daha önceden sahip ol­duğu bilgilerden, peygamberlerden sonuncusunun bu kâfile içinde olduğuna kanâat getirdi ve hemen bir ziyâfet hazırlayıp Ebû Tâlib’i bütün arkadaşları ile berâber yemeğe dâvet etti. Ebû Tâlib, pey­gamberimizi yüklerin yanında bırakıp manastıra gitti. Bahîrâ gelenleri gözden geçirdi. Aradığı kimse bunların arasında yoktu. Bulutun da hâlâ o ağacın üzerinde durduğunu görünce, “Arkadaşlarınızdan gel­meyen var mı?” diye sordu. Ebû Tâlib, “Hep geldik, yalnız bir küçük çocuk kaldı” dedi. Bahîrâ “Ricâ ederim, lütfen onu da çağırın” diye ısrar edince peygamberimizi de getirdiler.

 

Bahîrâ geçmiş peygamberler ve âlimlerden rivâyet edilen alâmetleri peygamberimizde keşfetti. “Sana bazı şeyler soracağım, Lât ve Uzzâ hakkı için doğru söyle” dedi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), “Lât ve Uzzâ’ya yemin verme. Çünkü, ben bu âlemde en çok onlardan nefret ederim.” dedi.

 

Bu defa Bahîrâ Allah’a yemin vererek; nasıl uyuduğunu, göz­lerindeki kırmızılığı, hâllerini ve işlerini, vesâir şeyleri sordu. Aldığı cevaplar kanâatini kuvvetlendirdi. Resûlullah’ın hırkasını gayet tâzim­kâr bir şekilde açıp iki küreği arasında, kuş yumurtası şeklindeki “Nü­büvvet Mühürü”nü öptü.

 

Bahîrâ Ebû Tâlib’e, “Adın nedir? Bu kimdir?” diye sordu.

 

O da, “Bana Ebû Tâlib derler, bu da oğlumdur.” dedi.

 

Bahîrâ, “O senin oğlun değildir. Ben babasını kitaplarda sağ bulmu­yorum” dedi.

 

Ebû Tâlib, “O, benim kardeşimin oğludur.” dedi.

 

Bahîrâ, “Babası ne oldu?” diye sordu.

 

Ebû Tâlib, “Bu anasının karnında iken öldü.” dedi.

 

Bahîrâ, “Doğru söyledin, anası ne oldu?” diye sordu.

 

Ebû Tâlib, “Yakında öldü.” dedi.

 

Bahîrâ, “Doğru söyledin” dedi ve:

 

“Ey Ebû Tâlib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahû­dîleri içinde onu tanıyan kâhinler vardır. Ona ihânet ederler. Onu Şam’a götürme” diye nâsihat etti.

 

Ebû Tâlib, Bahîrâ’nın sözünü tuttu. Malını Busrâ’da satarak Mek­ke’ye geri döndü.

 

Ficâr Harbi

 

İslâmiyet’den önce, Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen harpler oluyordu. Bunların içerisinde en kanlılarından ve tehlikelilerinden biri de, Ficâr Muhârebesi idi. «Eşhur-u Hurum» yâni hürmet edilmesi ge­reken mübârek aylarda (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayla­rında) meydana geldiği için, bu harbe günah mânâsına gelen Ficar Harbi ismi verilmiştir.

 

Bu harp, Havâzin kabîlesi ile Kureyşliler arasında vuku’ bulmuş, dört sene devam eden bu harbi, netîcede Kureyş tarafı kazanıp bir an-laşma yapmışlardı.

 

Kureyş haklı ve de Kureyş’in şerefi tehlikede olduğu için; çocuklu­ğunda, bu muhârebeye Peygamber Efendimiz de iştirak etmişlerdi. Ancak ok atmadı, amcalarına ok topladı.

 

Hılf’ul-Fudûl Cemiyeti

 

Kureyş ile Havâzin arasında dört yıl süren Ficar harbi yüzünden Mekke’de can, mal, ırz emniyeti kalmamıştı. Böyle buhranlı zamanda Yemenli bir tüccarın malı Âs İbn-i Vâil tarafından gasbedildi. Tüccarın bütün gayretleri boşa gidince, Yemen’li tüccar Ebû Kubeys dağına çıkıp feryâd ederek alacağının tahsîli için bütün kabîlelerden yardım istedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’in amcası Zübeyr; Hâ­şimîler, Zühreoğulları, Esedoğulları, Temimoğulları ve Abdüluz­zaoğulları’nı Abdullah İbn-i Cüd’â’nın evinde topladı. Toplantıda, yerli ve yabancı kimseye zulüm yapılmamasına, mazlûmlara yardım edilmesine yemin edilerek karar verildi. Ve Âs ibn–i Vâil’e Yemenli tüccara olan borcu da ödettirildi.

 

Böyle bir cemiyet ilk defa Cürhümîler zamanında Fadl isimli üç ka­bîle reîsi tarafından kurulmuştu. Bu kere kurulan cemiyete, şekli ve mâhiyeti îtibâriyle ona benzemesi sebebiyle, kurucuların ismine izâfe­ten “Hılf’ül-Fudül” (Fâdıllar Antlaşması) adı verildi.

 

Bu antlaşma merâsiminde yirmi yaşlarında iken Peygamber Efendi­miz de bulunmuştu. Resûlullah efendimiz “câhiliyet devrinde bir Hılf’ül-Fudûl antlaşmasında bulundum ki ben o ‘Hılf’ul-Fudûl’a islâ­miyet devrinde bile çağrılsam icâbet ederim.” buyurmuşlardı.

 

PEYGAMBERİMİZ’İN TİCÂRET HAYÂTINA ATILMASI

 

Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Kureyş’in zengin ve îtibârlı âilelerinden olan Hz. Hatîce, bâzı kimselere sermaye verip, on­larla ortaklık yapıyordu. Şam’a gidecek ticâret kervanıyla, o da mal göndermek istiyordu.

 

Ebû Tâlib de, ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çok­luğu, kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib’in ticâret ve mâli imkânını zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz’e; “Artık yetiştin, 25 ya­şına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur pek muh­terem dul bir kadın olan, Huveylit kızı Hatîce’yi tanırsın. O, her sene Kureyş’den biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret yaptırır ve yapana hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesce bilindiği için, umarım ki, seni hemen kabûl eder ve başkalarına tercih eder” demişti.

 

Fakat, Allâh’ın takdirine bakın ki, Peygamber Efendimiz tarafından henüz kendisine bir teklif yapılmadan, yüksek ahlâklı, ulvî karakterli bu muhterem kadın, Peygamber Efendimiz’e birini göndererek şu teklifte bulundu: “Kureyş kervanına katılıp, Şam taraflarına ticâret için gidebi­leceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmayı kabûl ederse, kendisine kimseye vermediğim yüksek bir ücret veririm.”

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib’e haber verdi. Ebû Tâlib; “Bu, Allâh’ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabûl et.” dedi.

 

Anlaştılar. Hz. Hatîce, kölesi Meysere’yi de Peygamber Efendi­miz’in emrine verdi ve şu tembihte bulundu: “Sana ne emrederse, hemen itâat edeceksin. Hiçbir re’yine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dedi­ğini iki etmeyeceksin.”

 

Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ’nın manastırının önüne kadar geldi­ler. Ancak, Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere’yi daha önceden tanı­yordu. Biraz konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere’ye dönerek; “Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam’a gitmeyiniz. Oradaki Yahûdîler, sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben onun getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam’a gitmeyiniz. Alışverişinizi burada yapınız.” dedi.

 

Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını, Busrâ pazarında çok kârlı bir şekilde satıp, üç ay süren bir yolculuktan sonra, Mekke’ye döndüler.

 

Hz. Hatîce, birkaç kadınla konağının damından kervanın dönüşünü gözetleyip dururken, bir aralık, devesi üzerindeki Peygamberimiz’i, iki meleğin kanatlarıyla gölgelediğini hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.

 

Öğle vakti, Hz. Peygamberimiz Mekke’ye girdi. Şam’dan getirdiği malları, Hz. Hatîce’ye teslim etti.

 

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN EVLENMESİ

 

Hz. Hatîce(5) bir rûyâ görmüştü. Bunu, hanîf din üzerine ibâdetini yapan Allâh’ın sevgili kullarından biri olan, amcazâdesi Varaka bin Nevfel’e anlattı. Varaka, Tevrat ve İncil’i okumuş, bu kitaplardan âhir­zaman Peygamberi’nin geleceğini öğrenmiş bulunuyordu. Ona rü’yâ­sını; “Sen, âhirzaman Peygamberi ile evleneceksin, onun zevcesi olacaksın.” diye tâbir etti.

 

Peygamber Efendimiz 25, Hz. Hatîce 40 yaşlarında iken, iki taraftan da vâsıtalar zuhur etti ve nihâyet beklenen karar verildi. Nikâh, âdet üzerine Hz. Hatîce’nin evinde akdolundu. Hz. Hatîce’nin vekîli; amcazâdesi Va­raka bin Nevfel, Peygamber Efendimiz’in vekîli; amcası Ebû Tâlib’di.

 

Ebû Tâlib, ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: “Şükür Allâh’a ki, biz­leri; İbrâhim’in zürriyetinden ve İsmâil’in neslinden, Ma’âd’ın mâde­ninden ve Mudar’ın aslından yarattı. Bizi, Beyt-i Mükerremi’nin bekçisi, Harem-i Şerif’in hizmetçisi yaptı. Bundan dolayı insanların, hâkim ve reîsi yaptı. Şimdi de, çok mutlu bir ânı yaşamak üzere buraya gelmiş bulunuyoruz. Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, onunla Kureyşten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Çünkü o, haseb ve nesebce, akıl ve fazîletçe hepsinden üstün gelir. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir, iğreti bir şey. Bundan sonra onun şânı pek büyük olacaktır.”

 

Bundan sonra, Varaka söz alarak, ayağa kalkıp şöyle konuştu: “Al­lâh’a şükür ki, bizi bildirdiğin gibi yarattı. Kimse sizin fazlınızı, hayır ve şerefinizi inkâr etmez. Biz de, sizinle yakınlık kurmaya istekliyiz.

 

Ey cemâat! Şâhit olun, ben Muhammed bin Abdullah’a, Hatîce binti Hu­veylid’i nikâh ettim.”

 

Kureyş’in uluları, bu nikâhın akdine şâhit oldular, düğün yapıldı. Develer kesildi, dâvetlilere mükellef bir ziyâfet verildi.

 

Peygamber Efendimiz’in Evlâtları

 

Peygamberimiz’in (s.a.v.) üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Kâsım, Abdullah ve İbrâ­him’dir. (Abdullah, Tay'ip ve Tâhir diye de anılır.) Kız evlâtları; Zey­nep, Rukiyye, Ümm-ü Gülsüm ve Fâtımatü’z-Zehrâ’dır. İbrâhim’den başka bütün çocukları Hz. Hatîce’den doğmuştur.

 

Peygamber Efendimiz’in, dünyâya ilk gelen çocuğu Kâsım’dır. Bun­dan dolayı Peygamber Efendimiz, “Ebu’l-Kâsım” diye künyelenmiş(6) ve Ebu’l-Kâsım diye anılmıştır. Kâsım ile Abdullah küçük yaşta vefât ettiler. Kızlarının hepsi büyüdü ve onları evlendirdi. En büyük kızı Zeyneb’i, Ebü’l-Âs ile evlendirdi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm’ü, amcası olan Ebû Leheb’in oğullarından Utbe ile Uteybe’ye vermişti. İslâmiyet­ten sonra Ebû Leheb ve karısı, onları oğullarından boşattılar. Daha sonra, Peygamberimiz Rukiyye’yi, Hz. Osman’a nikâhladı. O vefât edince, Ümmü Gülsüm’ü nikâhladı. Bundan dolayı Hz. Osman’a, iki nur sahibi mânâsına gelen «Zinnûreyn» denmiştir.

 

En küçük kızı ki, hakkında Seyyidetü'n-Nisâ (hanımların hanıme­fendisi) buyrulan Hz. Fâtımatü'z-Zehrâ’yı da, Hz. Ali ile evlendirdi. Peygamberimiz’in mübârek nesli Ehli Beyt, onun soyundan gelmekte­dir. Hz. Fâtıma’dan başka bütün evlâtları, Peygamber Efendimiz’den önce vefât ettiler. «rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîyn».

 

Ka’be’nin Tâmirinde Peygamberimiz’in Hakemliği

 

Hz. İbrâhim’in, oğlu Hz. İsmâil ile birlikte yaptığı Ka’be’nin, yüzyıl­lardan beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan duvarları iyice yıpranmış, yıkılmaya yüz tutmuştu. Üstelik, bir kıvılcım yüzünden, Ka’be’nin örtüsü ve kapısı da yanmıştı.

 

Nihâyet bir hâdise Ka’be’nin yeniden yapılmasına sebep oldu. Vak’a şudur: Ka’be’nin içinde bir kuyu vardı. Mekke’liler onu hazîne ittihaz etmişlerdi. Ka’be’ye getirilen hediyeler oraya konurdu. Ka’be’nin bâ’zı yerleri yıkılmış olduğu için, bir hırsız içeri girmiş, kuyuda saklı bulu­nan kıymetli eşyâları çalmıştı.

 

İşte bu sebeple Kureyşliler, Ka’be’yi yeniden yapmaya karar ver­diler. Bu sırada, bir Rum tâcirin Mısır’dan gelmekte olan gemisi, Kızıl­deniz’de, Cidde sahillerinde kazâya uğramış, orada kalmıştı. Kureyşliler bunu duyunca, bu geminin kerestelerini Ka’be’nin yapımında kullan­mak için satın almak üzere Velid bin Muğire’yi Cidde’ye gönderdiler. Velid, bu geminin yanında, Bakum nâmında Yunanlı tâcir ve mimara tesâdüf etti. Ka’be’nin inşâsına nezâret etmek üzere bu adamı da Mek­ke’ye getirdi.

 

Kureyş, hep berâber Ka’be’yi yıkıp yeniden yapmaya başladılar.

 

Sıra mübârek Haceru'l-Esved’i yerine koymaya gelince, Kureyş ka­bîleleri arasında sert bir münâkaşa, tartışma ve çekişme başladı. Kabîle reisleri, kendilerinin daha asil, köklü ve şerefli kabîle olduklarını, binâenaleyh, bu mübârek taşı yerine koyma hakkının kendilerine âit olacağını iddiâ ediyor, bu mes’elede çok hassâsiyet gösteriyorlardı. Bir kısım kabîle reisleri de, mübârek Haceru'l-Esved’i yerine koyma mev­zûunda çıkan ihtilâf üzerine, ellerini kan çanağına batırarak bu taşı kendilerinin koymaları için yemin etmişti. Artık kılıçlar çekilecek, in­sanlar birbirini öldürecekti. Câhiliyet devrinde, Araplar bir mes’elenin üzerinde çok ciddiyet ve hassâsiyet gösterip bu işi bir hayât memât meselesi yaptılar mı, kabîle reisleri ellerini içinde kan olan bir çanağa batırır, ellerini kana bular, yemin ederlerdi. Dedikleri olmazsa, kılıçlar çekilir, harp edilirdi.

 

Bu arada, Ebû Ümeyye şöyle bir teklifte bulundu: “Sabahleyin Safâ kapısından ilk gelen zât, bu işte hakem olsun.” Bu teklifi yerinde bulup kabûl ettiler.

 

Sabah Safâ kapısından ilk girenin Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğu görüldü. Onu görünce herkes sevindi. Çünkü o, aralarında doğrulu­ğun, dürüstlüğün, sadâkatin, hak ve adâletin mücessem bir timsâli idi. Herkes, onda gördükleri doğruluktan, dürüstlükten, mekârim-i ahlâk­tan dolayı ona; «Muhammed’ül-Emîn, (sâdık Muhammed, doğru Mu-hammed (s.a.v.)» derlerdi. Ona durumu anlattılar. “Seni hakem kabûl ettik yâ Ebe'l-Kâsım” dediler. Allâh’ın sevgilisi gülümsedi, “Haydin bana bir örtü getirin” dedi.

 

Örtü geldi. Onu yere serdi. Hacer’ül-Esved’i örtünün üzerine koydu. Her kabîleden birer temsilci seçmelerini istedi. Seçtiler. Onlara, örtü­nün kenarlarından tutarak hep berâber yerine konmak üzere kaldırma­larını buyurdu. Kaldırdılar. Sonra da, peygamberimiz mübârek elleriyle Hacer’ül Esved’i örtünün içinden alıp yerine koydular.

 

Böylece, büyük bir ihtilâfın önlenmiş olmasından, herkes memnun ve mutmain oldu. Peygamber Efendimiz’in bu tatbîkâtı, herkes tarafın­dan son derece takdirle karşılandı.

 

Kâ‘be’nin tâmirinde Peygamber Efendimiz’in, Kureyş’le birlikte ça­lışmış, hattâ taş taşımaktan omuzları yara olmuştur.

 

Ka’be’nin bu tâmiri sırasında, mühim bir hâdise vukû bulmuştur:

 

Peygamberimiz (s.a.v.), amcası Abbas ile birlikte taş taşırken, Hz. Abbas ona, ihrâmını çözerek omuzuna koymasını, bu sûretle omuzu­nun incinmemesini söylemişti. Peygamber Efendimiz de ihrâmını top­layarak omuzuna koymuştu. Mübarek vücudu açılınca birdenbire kendinden geçip yere düştü. Ayılınca derhal ihrâmını almış ve bütün vücudunu örtmüştü. Sonra Ebû Tâlib bu işi merak etmiş ve hâdiseyi kendisinden sormuştu. Hz. Muhammed (s.a.v.) şu cevabı vermişti: «İh­râmımı toplayıp omuzuma koyduğum zaman vücudum açılınca şöyle bir ses duydum: ‘Yâ Muhammed! (s.a.v.) âzânı ört. Sen Peygamber ola­caksın, sana yakışmaz.’»

 

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) gâipten duyduğu ilk ses bu idi. O sırada Peygamberimiz otuzbeş yaşlarında bulunuyordu.

 

Hanîfler ve Kus bin Saîde

 

Araplar, Hz. İbrâhim’in yaydığı Hanîf dînini, Tevhid dînini unut­muşlar, putlara, heykellere tapmaya başlamışlar ve mübârek Ka’be’nin içine ve üstüne putlar doldurmuşlardı. Burada toplanırlar, yer, içer ve eğlenirler, şiir söylerler, ticâretten bahsederlerdi. Aralarında kan dâvâ­ları eksik olmazdı. Sâdece Eşhur-u Hurum’da (Zilkâde, Zilhicce, Mu­harrem, Recep, aylarında) harp etmezlerdi.

 

Arapların içinde bâzıları da putlardan dâimâ uzak durup onlara kıymet vermez ve sevmezdi. Bu kimseler arasında Hz. Ebû Bekir, Va­raka bin Nevfel, Kus bin Saîde, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Hu­veyriş de vardı.

 

Varaka bin Nevfel, Tevrât ve İncil’i okurdu. Kus bin Saîde, son pey­gamberin geleceği vaktin yaklaştığını haber verenlerdendi. Fesâhat ve belâgatı ile pek meşhur bir hatip olan Kus bin Saîde’nin, Sûk-u Ukaz(7)'da bir kızıl deve üzerinde îrâd ettiği meşhur hutbesini, Peygamber Efen­dimiz de gençliğinde dinlemiş ve beğenmişti. Kus bin Saîde’nin oku­duğu veciz hutbe şu idi:

 

“Ey İnsanlar; geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur, yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, annelerinin babalarının yerini tutar. Sonra hepsi mahvolup gider. Vukûâtın ardı arkası kesilmez. Hemen birbirini takip eder. Kulak tutunuz, dikkat ediniz, gökte haber var. Yerde ibret alacak şeyler var. Yer yüzü bir döşenmiş köşk, gökyüzü bir yüksek tavan, yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnûd olup da mı kalıyorlar. Yoksa orada bırakı­lıp da uykuya mı dalıyorlar. Yemin ederim, Allâh katında bir dîn vardır ki, şimdi bulunduğunuz dînden daha sevgilidir. Allâh’ın bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınız üs­tüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki ona iman edip de o da ona hidâyet eyleye. Vay o bedbahta ki ona isyân ve muhâlefet eyleye. Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere.

 

“Ey İyâd topluluğu, hani âbâ ve ecdâd? Hani süslü kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrûr olup da kavmine ‘Ben sizin en büyük rabbinizim.’ diyen Firavun ile Nemrûd?. Onlar sizden daha zengin, kuvvet ve kudretçe sizden üs­tün değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, tuz etti, da­ğıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yoluna gitmeyin. Her şey fânîdir. Bâkî ancak Cenâb-ı Hakk’dır ki birdir. Şerîk ve nazîri (benzeri ve mülkünde or­tağı) yoktur. Tapacak ancak odur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Ev­vel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor. Artık katî olarak anladım ki, herkese olan bana da olacaktır.” 

 

 

(4) İmâm-ı Âzam Hazretleri Fıkh-ı Ekber’inde, «ve ebeveynin- Nebiyyi mâ mâtâ alel’ küfri: Resûlullah’ın ebeveyni küfr üzere ölmediler» demektedir. Ancak, bu eserin istinsâhı esnâsında ibâreden (mâ) harfinin düşmesi sebebiyle, bu hatâlı nushaları gören bâzıları hakîkî mânânın tam zıddı ile yâni «mâtâ alel’ küfri» diye söyleyenler olmuşsa da bu kat’iyyen doğru değildir.

Nitekim, büyük âlim Zâhid Kevserî “El âlim ve’l-müteallim” (1368, Kahire) isimli eser­inin mukaddimesinde bu husûsu delilleri ile açıklamıştır.

(5) Hz. Hatice adının doğrusu Arapçada Hadîce'dir. Türkçede Hatice şeklinde söylenir.

(6) Zîrâ Araplar ilk doğan erkek çocuğunun ismi ile künyelenirlerdi.

(7) Arapların her sene kurulan en büyük ve en kalabalık panayırı.