Osmanlı Devleti 2

23- Sultan Üçüncü Ahmed

(Hükümdârlığı: M.1703-1730)

 

Sultan İkinci Mustafa’dan sonra yerine kardeşi Üçüncü Ahmed tahta geçti. Prut’ta Rus ordusu büyük bir hezimete uğratıldı (M.1711). Mora’ya sefer yapılarak burası Venedikliler’den geri alındı. 1718-1730 arasında Lâle devri denilen meşhur devir yaşandı. İlk Türk matbaası kuruldu (M.1727). Patrona Halil isyânı ile tahttan indirildi.

 

24- Sultan Birinci Mahmud

(Hükümdârlığı: M.1730-1754)

 

Sultan Üçüncü Ahmed’den sonra yerine İkinci Mustafa’nın oğlu Bi­rinci Mahmud tahta geçti. Bunun zamanında İstanbul’da hem büyük bir yangın hem de deprem oldu. Sultan Birinci Mahmud yangın ve zelzelede hasar gören câmîleri tâmir ettirdi. Âfetzedelere ev ve dük­kânlar yaptırıp dağıttı. Belgrad Antlaşmasıyla Belgrad’ı tekrar aldı (M.1739). İran’a karşı büyük mücâdeleden sonra İstanbul Antlaşması yapıldı (M.1746). İran’ın yaymak istediği sapık Câferiyye mezhebi res-men yasaklandı.

 

25- Sultan Üçüncü Osman

(Hükümdârlığı: M.1754-1757)

 

Sultan Birinci Mahmud’dan sonra yerine kardeşi Üçüncü Osman tahta geçti. Çok cömert birisi olan pâdişah Üçüncü Osman, fakirlere son derece şefkat gösterirdi. Zamanında çıkan İstanbul yangınında 4.000’e yakın ev yandı. Sultan, bunları yeniden yaptırdı. Nûruosmaniye Câmii’ni tamamlattı. Câminin inşâatı ondan önce başladığı için bu ismi uygun gördü.

 

26- Sultan Üçüncü Mustafa

(Hükümdârlığı: M.1757-1774)

 

Sultan Üçüncü Osman’dan sonra yerine Üçüncü Ahmed’in oğlu Üçüncü Mustafa tahta geçti. Çok iyi yetişmiş, ileri görüşlü bir hü­kümdârdı. Deniz mühendishânesini kurdu. Büyük yenilikler yapmak için çalıştı. Süveyş kanalını açtırmak istedi, fakat kâfi miktarda yetişmiş eleman bulamadı.

 

27- Sultan Birinci Abdülhamîd

(Hükümdârlığı: M. 1774-1789)

 

Sultan Üçüncü Mustafa’dan sonra yerine kardeşi Birinci Ab­dülhamîd tahta geçti. İran ile hiçbir netice alınamayan savaşlar yapıldı. Rusya ile yapılan savaş sonunda imzâlanan Küçük Kaynarca Anlaş­ması büyük toprak kaybına sebep oldu (M.1774). 1783 yılında Rus­ya’nın Kırım’ı ilhâkı üzerine Bâb-ı Âlî Rusya’ya M l787’de harp îlân etti. Altı ay sonra Almanya (Rusya’nın kazanacağını hesap ederek ken­disi de pay almak maksadı ile) Osmanlıya savaş notası verdi. Türkler İkinci Josef’in kumandasındaki Alman ordusunu 1788’de Şebeş’de boz­guna uğrattı.

 

Aynı yılda Özi Kalesi Rusların eline geçti. Burada Ruslar, işkence ve katliâm yaptılar ve 25 bin Türk’ü şehit ettiler. Bu haber kendisine ula­şınca, Sultan üzüntüsünden felç oldu ve kısa zaman sonra vefât etti. Türbesi, Eminönü’nde Yeni Câmi yakınındadır. Kara Mühendishanesi, onun zamanında kuruldu.

 

28- Sultan Üçüncü Selim

(Hükümdârlığı: M.1789-1807)

 

Sultan Birinci Abdülhamîd’den sonra yerine Üçüncü Mustafa’nın oğlu Üçüncü Selim tahta geçti. Islâhatçı hükümdâr olan Üçüncü Selim M.1791’de Avusturya ile Ziştovi, 1792’de Rusya ile Yaş Antlaşmalarını imzâladı. Osmanlı Devleti inhitat devrine girdi. Ülkeyi bu durumdan kurtarmak için Nizâm-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kurdu. M.1798’de Napolyon’un Mısır’a saldırmasıyla Fransa ile savaş başladı. M.1799’da Rusya ve İngiltere ile ittifâk kuruldu. Napolyon’a karşı meşhur Akkâ müdâfaası yapıldı. Cezzâr Ahmet Paşa orada Fransızlar’ı mağlup etti. Sultan Üçüncü Selim, Kabakçı Mustafa isyânı ile tahttan indirildi.

 

29- Sultan Dördüncü Mustafa

(Hükümdârlığı: M.1807-1808)

 

Sultan Üçüncü Selim’i tahtan indiren âsîler tarafından tahta çı­karılan ve Birinci Abdülhamid’in oğlu olan Dördüncü Mustafa zama­nında, âsîler pek çok mühim mevkileri ellerine geçirdiler. Rusçuk âyânı (vâlisi) Alemdâr Mustafa Paşa İstanbul’a gelerek âsîleri temizledi. Üçüncü Selim’i tekrar tahta çıkartmak istedi. Ancak âsîler Üçüncü Se­lim’i şehit etmiş olduklarından bu mümkün olmadı.

 

30- Sultan İkinci Mahmud

(Hükümdârlığı: M.1808-1839)

 

Sultan Dördüncü Mustafa’dan sonra kardeşi (Birinci Abdülhamîd’in oğlu) İkinci Mahmud tahta geçti. Sultan İkinci Mahmud dağılan Nizâm-ı Cedîd askerlerinin yerine Sekbân-ı Cedîd askerî teşkilâtını kurdu. Çok geçmeden âsîler ayaklanınca bu ocağı kendisi dağıttı. M.1813 senesinde Mekke ve Medîne’de mukaddes yerlere hakârette bulunan Vehhabîler temizlendi. Bunlar, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar bir daha huzursuzluk çıkaramayacak hâle getirildiler. Sultan İkinci Mahmud, içte pâdişâhına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen Yeniçerileri, Şeyhülislâmın fetvâsı, ulemâ sınıfı­nın, askerin ve halkın ayaklanması ile tamâmen ortadan kaldırdı. Ye­niçeri Ocağı’nın kaldırılması bâzılarınca hayırlı bir hâdise kabûl edilerek, buna “Vak’a-i Hayriyye” denildi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldı­rılmasından sonra İkinci Mahmud tarafından kurulan Osmanlı ordu­suna “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adı verildi.

 

Sultan İkinci Mahmud, askerî tıbbiye ve harbiye mekteplerini kura­rak memleketi yeni nizâma eriştiren müesseselerin temelini attı. Giriş­tiği yenilikler Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak, batılı devletler ve bilhâssa İngiltere, tatbik ettiği plânlı ve sinsî metot­larla Sultan İkinci Mahmud Han’dan sonra gelişme yolunu Osmanlı aleyhine ve kendi lehlerine olmak üzere değiştirmesini bildiler.

 

31- Sultan Abdülmecîd

(Hükümdârlığı: M.1839-1861)

 

Sultan İkinci Mahmud’dan sonra yerine 16 yaşındaki oğlu Abdül­mecîd tahta geçti. Onun zamanında Dolmabahçe Sarayı ve Orta­köy’deki Mecidiye Câmii yaptırıldı. Sultan Abdülmecîd zamanında yabancıların da kışkırtmasıyla devletin ipleri Mustafa Reşid Paşa’nın eline verildi. Mustafa Reşid Paşa sadrâzam olur olmaz, Tanzîmât Fer­mânı’nı îlân ettirdi. Sonra bu fermana dayanarak büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsusluk ve hıyânet ocakları çalışmağa başladı. Osmanlı Devleti'nin ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin so­nuncusu olan İttihat ve Terakkî Cemiyeti bunların mahsûlüydü. İhâ­netleri ile tanınan bazı tanzîmat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına başka başka devletlerden borç aldılar. İngilizlere destek ol­mak için savaşa girdiler.

 

32- Sultan Abdülazîz

(Hükümdârlığı: M.1861-1876)

 

Sultan Abdülmecîd’den sonra yerine kardeşi Abdülazîz Han tahta geçti. M.1869’da Süveyş kanalı açıldı. Sultan Abdülazîz Han tahta çı­kınca, ordu ve donanmanın kuvvetlendirilmesine canla-başla çalıştı. Böylece Osmanlı Devleti, muazzam bir donanma ve 500 bin kişilik or­dusuyla kuvvetli hâle geldi. Yaptırmış olduğu harp gemilerinin plân­larını çoğu zaman kendisi çizmiştir. Sultan Abdülaziz Han’ın gerçekleştirdiği bu hamleleri Rusya, İngiltere ve Fransa büyük bir en­dişe ile tâkip ediyordu.

 

Osmanlının böyle güçlenmesini çekemeyen Avrupa devletleri, onu içten çökertme plânlarını tatbike başladılar.

 

M.1872’de Mithat Paşa sadrâzam oldu. Fakat iki ay 19 gün sonra, açığı olan bütçenin fazlası olduğunu söyleyerek Padişâh’a yalan be­yanda bulundu. Osmanlı düzeninde bu, büyük cürüm sayılırdı. Bu yüzden Sadrazamlıktan azledildi.

 

M.1874’de Hüseyin Avni Paşa sadrâzam oldu. Bir yıl sonra azledi­lince, bu kindâr adamın pâdişaha karşı olan kini son haddine vardı.

 

Sultan Abdülazîz Han çok büyük bir adam kıtlığı (kaht-ı ricâl) ile karşı karşıya bulunuyordu. Kime vazîfe vereceğini bilemiyordu. Hiç bir işe yaramadıkları alenen ortaya çıkmış olan Mithat Paşa, Mahmut Nedîm ve Hüseyin Avni Paşaların teşvikiyle başlayan bir nümâyiş, ih­tilâle döndü. Abdülaziz’i tahttan indirdiler. Tahttan indirmekle de kal­mayıp, intihâr süsü vererek, Kur’ân-ı Kerîm okurken kendisini kirâlık katillere öldürttüler. Bütün mal varlığı çapulcular tarafından yağma edildi.

 

33- Sultan Beşinci Murad

(Hükümdârlığı: M.1876)

 

Sultan Abdülaziz Han’dan sonra yerine Abdülmecîd’in oğlu Beşinci Murad tahta geçti. Nezâketi, kibarlığı ve yumuşak huyluluğu ile se­vildi. M.1876’da Abdülazîz Han’ın fecî şekilde şehid edildiğini ve an­nesi Pertevniyal Sultân’a çok çirkin muâmele edildiğini işiten Sultan Beşinci Murad Han’ın üzüntüden ve bu felâket yolunun sonunu dü­şünmekten aklî dengesi bozuldu. 93 gün pâdişahlık yaptıktan sonra hal’ edildi. Ailesiyle Çırağan Sarayına yerleştirilen Beşinci Murad Han sonradan iyileşti. Vaktini okumak ve torunlarını okutmakla geçiren Beşinci Murad Han, kardeşi Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın nâzikâne hatır sormasını dâimâ teşekkürle cevaplandırırdı.

 

34- Sultan İkinci Abdülhamîd

(Hükümdârlığı: M.1876-1909)

 

Beşinci Murad Han’ın kısa süren saltanatından sonra, Sultan Abdül­mecîd’in oğlu İkinci Abdülhamîd Han tahta geçti.

 

Mütercim Rüştü Paşa’nın 19 Aralık 1876’da sadrâzamlıktan istifâ etmesi üzerine, pâdişâh istemeye istemeye Mithat Paşa’yı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.

 

Mithat Paşa böylelikle ikinci defâ sadâret makâmına gelmişti.

 

İlk beş aylık zaman zarfında, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın dev­leti lâyıkı vechiyle idâre etmesine sadrâzam Midhat Paşa ve arkadaşları fırsat vermeyip, idâreyi kendi ellerinde tuttular. Ancak bu sırada pat­lak veren Doksanüç Harbi’nde alınan ağır mağlubiyetin müsebbibleri oldukları için Mithat Paşa ve avenesi azledildi. Meclis-i Meb’ûsân tatil edilip idâreyi bizzat Sultan İkinci Abdülhamid Han eline aldı. Bu es­nâda pâdişâh, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Dev­leti, dışarda ve içerde büyük mes’elelerle karşı karşıyaydı. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalâde yüksek bir dâhî olan yeni Osmanlı pâdişahı Abdülhamid Han, içte ve dışta aktif bir siyâset tâkibederek, bu mes’e­lelerin üstesinden gelmeyi başardı. İdâresi altındaki yüce Devlet, Berlin Antlaşmasından sonra İkinci Meşrûtiyete kadar geçen otuz küsûr sene içinde bir karış toprak kaybına dahî uğramadı.

 

Bu zaman içinde Sultan Abdülhamid Han’ın karşı karşıya bulun­duğu mes’eleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

 

1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borç­lar, Reşid, Fuâd ve Âlî Paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülazîz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak üzere alınan borçlar ve Rusya’ya ödenecek savaş tazmînâtı, devletin belini bük­müştü. Pâdişah ilk iş olarak bu meseleye çâre bulmaya çalıştı. 1881’de yayınladığı bir kararnâme ile devletin birçok tekel gelirlerini tek idâre altında topladı ve böylece dış borçların muntazam taksitlerle ödenmesi temin edildi.

 

Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sâhip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faâliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya’da çete savaş­larını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlâllerine baş­ladı. Abdülhamid Han, Yunanistan’a askeri müdâhalede bulunulmasına karar verdi. Pâdişah, Batılı devletlerin ve Rusya’nın Yunanistan lehine harekete geçmelerini istemediğinden müdâhalenin bir yıldırım harbi şeklinde olmasını ve netîcenin sür’atle alınmasını istedi. Müşîr Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri Dömeke Muhârebesi'ni kazandı. 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina üzerine doğru yürüdü. Bütün Avrupa devletleri bu hâdise ile şaşkına döndü. Çünkü Alman erkânı, Osmanlı ordusu Termopil’i altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın mürâcaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu devletler, Türkiye Yunanistan’dan çıkmadığı takdirde savaş îlân edeceklerini bildirdiler. Yunanistan Türkiye’ye büyük bir savaş tazmînatı ödeyerek kurtuldu. Ancak bu üç devlet Osmanlıyı gâlip geldiği bir harpte mağlup duruma düşürmek için Girit’e muh­târiyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit, Osmanlı Devletine bağlı kal­makla birlikte kendi kendini idâre eder bir vâlilik olacaktı. Burası ancak, Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan’a ilhâk edilebildi. İkinci Abdülhamîd Han, Yunan savaşı hâriç, bütün dış mes’elelerini dâimâ diplomatik yollarla halletmeye çalıştı.

 

İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak için halîfeliğin yalnız Arapların hakkı olduğu iddiâsını ortaya atarak Mısır hidivini halîfe yapmak mevzuundaki gayretlerine Abdülhamîd Han, İttihâd-ı İslâm politikasıyla karşı koydu. O târihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın idâreleri altında büyük müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere’nin Türk idâresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine pâdişah, bu devletlerin müslüman halklarını kendi nüfûzu altına almayı, bütün dünyâ müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyânın her tarafında İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bun­lara mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dînî li­derlerin hepsi kendilerini İslâm halîfesinin mahallî memurları, temsilcileri olarak görmeğe başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Amerika’dan Çin’e kadar temsil­ciler gönderdi. Netîcede, Afrika’nın en uzak köşesindeki bir müslüman cemâatı bile, hiç Türkçe bilmedikleri hâlde, câmilerden çıkınca ellerin­deki Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve “Pâdişâhım çok yaşa” diye tezâhürat yapıyorlardı. Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idâresi altındaki Türk topluluklarına gönderiliyor, böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.

 

Sultan Abdülhamîd Han’ın bu siyâseti sâyesinde İstanbul islâm dünyâsının kalbi hâline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa, onun kendi müslüman tebeaları arasındaki bu nüfûzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeğe başladılar.

 

Birçok gelirini Düyûnu Umûmîyye’ye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememek, iki veya üç ayda bir öde­mek durumuyla karşı karşıya kaldı.

 

Yahûdîler, Arz-ı mev’ûd (va’dedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırdılar. İngilizler’in de desteğiyle, bu gâye­nin tahakkuku için siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları te'min ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filis­tin’de bir yahûdî devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahûdîler 1870 senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde Zîrâî yerleşme merkez­leri teşkil etmeye başladılar. Daha çabuk ve kat'î bir yerleşme yapabil­mek için Herzl, Sultan Abdülhamid’le görüştü. Ondan toprak talebinde bulunarak, Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin is­tedi. Buna karşılık da Osmanlı bütçesinin üç misli para teklif etti ve devletin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi.

 

Bu isteğe karşı Abdülhamid Han târihimize altın harflerle geçen şu cevabı verdi: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim, bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmıştır. Ecdâdımın kanıyla alınan yer parayla satılamaz.”

 

Abdülhamid Han yahûdîlerin gizli faâliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin’de yahûdîlere arazî satılmasını önlemek için tedbir aldı. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım müslümanları Filistin’e yerleştirdi. Pâdişahın bu faâliyetleri üzerine yahûdîler, bütün güçlerini Abdül­hamîd Hân’ı tahttan indirme yoluna çevirdiler ve mason yaptıkları yerli hâinlerle işbirliğine giderek bu niyetlerini gerçekleştirdiler.

 

Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi, Anadolu’da Ermenilerin yaşa­dığı vilâyetlerde islahât yapılmasını öngörüyordu. Abdülhamîd Han, bu maddenin Ermeni muhtâriyetini doğuracağını ve memleketin bütünlüğünü parçalayacağını gördüğü için tatbîkattan kaldırdı. Bu maddeyi tatbik taraftarı olan sadrâzam ve devlet adamlarını da azletti. Bunun üzerine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika’da yetiştirilmiş ermeni ihtilâlcileri, Türkiye’de ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirmeye ve kendilerine katılmağa zorladı­lar. Böylece, ihtilâlci ermenîler tarafından doğuda pekçok ermeni va­tandaş katledildi. Avrupa’da da, bu katliâmların Türkler tarafından yapıldığı intibâını vermek için kesîf bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilâlcileri tarafından Abdülhamîd Han, “Kızıl Sultan” îlân edildi. Bunların niyeti, Türkiye’de bir ihtilâl hareketi başlattıktan sonra Av­rupa devletlerinin müdâhalesini sağlamaktı. Ancak, giriştikleri pekçok teşebbüs Abdülhamîd Han tarafından Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca, Doğu Anadolu’da Hamidiye alaylarını kuran pâdişah, bölge aşîretlerini kendisine bağladı.

 

Bu defa Ermeniler de, pâdişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan’ı kuramayacakları kararına vardılar. Avrupa’daki meşhur bir anarşisti para ile tutup İstanbul’a getirdiler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Câ­mîi’nde İkinci Abdülhamid Han’ın arabasına bomba konuldu. Ancak câmiden çıkarken, pâdişahın birkaç dakikalık gecikmesi hayâtının kur­tulmasına vesîle oldu.

 

Düşmanlar, emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devleti’nin yıkılma­sını sağlamak için Sultan Abdülhamid Hân’ın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak, bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar.

 

İttihatçılar, büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almağa ve kısa sürede pekçok taraftar bulmağa başladılar. Bu cemiyet, 1897’de pâdişâhı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri ya­kalandı. Bunlar îdâma mahkûm edildilerse de cezâları pâdişah tarafın­dan müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Fakat bunlar Paris’e kaçarak yıkıcı faâliyetlerine orada devâm ettiler. Jön Türkler denen bu hâinler ermeni, yahûdî, Balkan komitecileri, yâni pâdişahın aleyhine olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleri, Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne kucak açtılar.

 

O zamanlar pâdişaha karşı olmak, âdetâ aydın olmanın bir gereği gibi görülmeğe başlandı. Maal’esef bir kısım sarıklı medrese hocaların­dan tutun da Fransız taklitçilerine kadar pek çok kimse Sultan Abdülha­mîd’e muhâlifti.

 

Nihâyet bu kesif propaganda ordudaki genç subaylar arasında da yayılmağa başladı. Bâzı subaylar, çeteciliği bir siyâsî hareket kolu ola­rak benimseyip Osmanlı Devleti’ne karşı komiteciliğe, yâni dağa çıkıp isyâna başladılar. Aralarında Enver, Niyâzi gibi mâcerâcı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için Bulgar komitecileriyle ortak hareket ediyorlardı. Selânik’te bulunan Osmanlı III. Ordusu bir âsî ordu hâline gelmişti.

 

Netîcede Sultan Abdülhamîd Han, İkinci Meşrutiyeti îlân etmek zo­runda kaldı (1908).

 

Silâh zoru ile iktidâra gelen İttihatçılar, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyle doldu­rurlarken muhâliflerini de kiralık kâtillerle ortadan kaldırdılar. Sonra, bunların iktidarı sağlamlaşırken devlet çatırdamağa başladı.

 

Memleketin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada 31 Mart Vak’ası meydana geldi. İttihatçıların daha önce Selânik’ten İs­tanbul’a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım as­ker ve halk ayaklanarak İttihatçılara karşı harekete geçti. Pâdişah, yetkilerinin çoğunu meclise devrettiği için insiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşada İtti­hatçılar, Rumeli’nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi var­sa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı.

 

Üçüncü Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın emri altında İstan­bul’a gelen Hareket Ordusu'nu devlet merkezine sokmak istemeyen ku­mandanlar, bu çetecilere müdâhale için pâdişâha mürâcaat ettiler. Ancak, kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan merhametli pâdişah, buna müsâade etmedi. “Bu hareket, benim şahsıma karşı girişilmiştir. Ben, şah­sım için, milletimin kanının dökülmesine aslâ müsâade edemem.” dedi.

 

İsyânı yatıştırmak bahânesiyle İstanbul’a giren İttihatçılar ve dağ­dan inmiş Balkan komitecileri pekçok kan döktüler. Nerede bir sarıklı molla ve hoca gördülerse öldürdüler. Papatya çiçeği gibi beyaz sarıklı molla ve hocalarla dolu İstanbul câmîlerini kurşun yağmuruna tuttu­lar, katliâm yaptılar(53).Ayrıca isyânın sorumlusu olarak pâdişahı göste­rip onu tahtından indirmeğe karar verdiler.

 

Her iki ziyârette de câmi minberinin sağında namaz kıldık. Sonra evrâd-ı şerîf okuyup duâ ettiler, biz de âmîn dedik. Duâdan sonra kalktığımızda, Efendi Hazretleri bize, Fâtih câmiinin mermer minberindeki kurşun yarasını göstererek; "31 Mart Vak’asında, o Bulgar çapulcuları, İstanbul’a geldiklerinde katliâm yaptılar. Bu yara ondandır." buyurdular. Ve bu katliâmdan, kendilerinin, mahzâ Allâhu Teâlâ’nın himâyesi ile kurtulduklarını ifâde ederek; "O esnâda ben yolda gidiyordum. Bir kadın bana, ‘sarığını çıkar!’ diye bağırdı. Uyanık bir kadınmış. Korktum. Hemen sarığımı çıkarıp koltuğumun altına aldım ve doğruca eve koştum. Fakat bu arada, Hareket ordusu askerlerinden 7-8 kişi arkamdan koşup geldiler. Kapının arkasına saklandım. Banyoyu, yüklüğü, evin sâir her tarafını aradılar. İçlerinden birisi, buraya bir molla girdi, ben gördüm, diyordu. Cenâb-ı Hak onlara, kapının arkasını unutturdu. İşte, o katliâmdan ben böyle kurtuldum." buyurmuşlardı.

 

Bu noktada bir Rum meb’ûsun feryâdı çok dikkate şâyandır. Şöyle ki: İttihatçılar bir kısım meb’ûslarla o zamanki adı Ayastefanos olan Yeşilköy’de yaptıkları gizli bir toplantıda, Sultan Abdülhamîd Hân’ı tahtından indirme kararı alınca bir Rum meb‘ûs; “Yapmayın efendiler! günâftır, günâf. Sultan Abdülhamîd Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. Onu tahtından indirirseniz mülk ü millet harâb olur. Dünyâ dengesinden çıkar, perişân olur.” demiştir. Onun bu feryâdını, o zamanın meb’ûslarından olan ve bu toplantıda bulunan, bilâhare şer’iye vekilliği yapan, tefsir yazarı Konyalı M. Vehbi Efendi çok kişilere nakletmiştir. Ne yazık ki, dünün ve bugünün pek çok kişi­leri, Sultan Abdülhamîd Hân’ı, bir Rum meb’ûs kadar an­layamamışlardır.

 

İttihatçılar, şer plânlarına kılıf olarak da zorla fetvâ yazdırdılar. Daha sonra Yahûdî Emanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esat Toptâni, uzun yıllar pâdişahın yâverliğini yapmış olan Laz (Gürcü diyenler de var.) Arif Hikmet Paşa, pâdişaha giderek; “Millet seni az­letti.” dediler.

 

Pâdişah; “Hal’ etti demek istiyorsunuz.” diye kelimeyi düzelterek54 , “Ben Türklerin, müslümanların halîfesiyim. Hal’ edecekse beni onlar hal’ etmeliydi. Sen Yahûdîsin!, sen Ermenisin!, sen nankörsün!” diye çıkıştıktan sonra; “Zâlike takdîru’l-azîzi’l-alîm, Zâlike takdîru’l­azîzi’l-alîm, Zâlike takdîru’l-azîzi’l-alîm” dedi. Bu kelâmdan, saray da ordu da titredi.

 

Târihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hâdise, aynı za­manda Türk milletine yapılan en büyük hakâretlerden biridir.

 

Sultan İkinci Abdülhamid Hân, Türk târihinin ender kaydettiği çok büyük bir şahsiyetti. Dünyâ siyâset târihinin en büyüklerindendi. Onun siyâsî dehâsı anlaşılamadı. Aleyhinde yerli yabancı düşmanlar her şeyi söylediler. Hayâtı, yahudîler, ermeniler, Balkan komitecileri ve bütün yıkıcı şer kuvvetlerle mücâdele içinde geçti.

 

Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilince kendisine pek çok iftirâ­larda bulundular; “Çok adam öldürttü” dediler. Sultan Abdülhamîd Han; “Ben kimin nesini öldürtmüşsem, dâvâ açsın, mahkeme hu­zurunda benden hak istesin” diye gazetelere îlân verdi. Hiç çıt çıkmadı.

 

Ancak bir kadın; “Kocamı öldürttü” diye mürâcaatta bulundu. Mahkeme, gün tâyin etti. Tam mahkeme günü, kadının kocası gemiden indi. Meğer Trablusgarb’da İtalyanlara esir düşmüşmüş, bilâhare ser­best bırakılmış; o gün çıkageldi. Böylece Ulu Hâkân’a iftirâ atanlar çok mahcûp oldular. Kerâmet zuhûr etti.

 

Aleyhinde fâaliyet gösterenlerin elebaşılarından biri olan feylesof Rızâ Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, “Sultan Abdülhamid Hân’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı şiirinde şöyle feryâd ediyordu:

 

Nerdesin, şevketli Sultan Hamid Han? Feryâdım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, Şu nankör milletin bak günâhına.

 

Târihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, ey koca Sultan! Bizdik utanmadan iftirâ atan, Asrın en siyâsî Pâdişâhına!

 

Bunlar halkı didik didik ettiler, Katliâma kadar sürüp gittiler, Saçak öpmeyenler, secde ettiler. Bir âsî zâbitin pis külâhına!

 

Haddi yok, açlıkla derde girenin, Sehpâ-yı kazâya boyun verenin, Lânetle anılan cebâbirenin, Rahmet okuttu bu, en küstâhına!

 

“Pâdişah hem zâlim, hem deli” dedik, İhtilâle kıyâm etmeli dedik; Şeytan ne dediyse, biz “belî” dedik; Çalıştık fitnenin intibâhına!

 

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz! Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz! Sâde deli değil, edepsizmişiz! Tükürdük atalar kıblegâhına!

 

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ, Bir sürü türedi, girdi meydana. Nerden çıktı bunca veled-i zinâ? Yuh olsun bunların ham ervâhına!

 

Çok kişiye şimdi vatan mezârdır, Herkesin belâdan nasîbi vardır, Selâmete eren pek bahtiyârdır, Bu şeb–i yeldânın şen sabâhına!

 

Milliyet dâvâsı, fıska büründü, Ridâ-yı diyânet yerde süründü; Türkün ruhu sorla âsî göründü, Hem Peygamberine, hem Allâh’ına...

 

Lâkin sen Sultânım, gavs-ı ekber’sin Âhiretten bile himmet eylersin, Çok çekti şu millet, murâda ersin Şefâat kıl şâhım meded hâhına.

 

 (Rızâ Tevfik)

 

Sultan Abdülhamîd Han devrinde dünyânın on büyük gücünden biri ve 7 milyon küsûr kilometrekareden fazla olan ülke; İşkodra’dan Basra Körfezine, Karadeniz’den Sahrây-ı Kebîr (Büyük Sahra) çöllerine uzanıyordu. Çeşitli entrika ve iftirâlarla onu tahtından indirip ülke idâ­resini eline alan İttihatçılara, Ulu Hâkân Sultan Abdülhamid Hân; “Eğer Türkiye’yi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre ettik, desinler”

 

demiş ve netîceyi de o anda işâret etmişti. Nitekim o târihten îtibâren, Osmanlı Devleti hızlı bir parçalanma devresine girdi. Önce Trablus­garb’ı İtalyanlar işgâl etti, sonra Balkan Harbi bozgunu oldu. Yuna­nistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ aralarında anlaşıp Türklerin üzerine çullandılar. Sultan Abdülhamid Han’ın kurduğu Balkan denge­sini ortadan kaldırmak sûretiyle, aynı Balkan ülkeleri, bu dengeye saygı besleyen Avrupa devletlerini birbirlerine düşürdüler. Böylece dünyânın en şaâmetli hâdiselerinden birisi olan Birinci Cihan Harbi’ne böylece sebep oldular.

 

İngilizlerin 1900’lerdeki Hâriciye Vekili olan Edward Grey (ki Os­manlılar aleyhinde en çok faâliyet gösterenlerdendi), Sultan Abdül­hamîd Han’ın vefâtından sonra; “Ne büyük kayıp! Hasmımdı, ama onun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti” diye yazan meşhur diplomat, hâtırâtında, 1912-1913 senelerinin en belli başlı hâdi­selerinden Balkan Harbi ve büyükelçiler konferansı’na temas ederken şöyle diyor: “Ben, İkinci Abdülhamid’i Yakındoğu dengesini şekil­lendiren bir kimse olarak tanıdım. Sultan İkinci Abdülhamid, bölgede hangi güçler tarafından çeşitli oyunların çevrildiğini, bu güçlerden her birinin temâyül, kudret ve zaaflarını en mükemmel şekilde biliyordu.

 

Rusya’nın, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki niyetlerine vâkıf olması bir tarafa, Çar’ın buralara çok yakınlaşması hâlinde, (aynen 1878 Berlin antlaşması sırasında olduğu gibi) batılı ülkelerin, Rusya’yı önlemek için harekete geçeceklerinin de farkında idi.

 

“İngiltere'nin, Makedonya’daki zulüm ve Ermeni katliâmı yüzün­den hissettiği infiâli, Abdülhamid hiddetle, fakat endişeden uzak bir şekilde izliyordu. Ayrıca İngiliz donanmasının Ermenistan bölgesi dağlarına yanaşamayacağını biliyordu. Bilhassa Londra’nın İstanbul ve Boğazlar meselesini alevlendirmesi hâlinde, büyük ülkelerin statü­konun bozulmasına izin vermeyeceklerini ve kendi aralarında savaş başlatması korkusu ile buna engel olacaklarını da tesbit etmişti.

 

“Başbakan D’İsrali’nin Türkiye lehindeki politikasının taraftarı olan Lord Salisbury bile, artık tam bir kanâat dönüşü ile “İngiltere’nin Tür­kiye’yi tutmakla yanlış ata oynadığını” söylemeğe başlamıştı. Bu hâ­dise bile, Abdülhamid’i heyecanlandırmıyordu. İngiltere’nin şahsında bir Türkiye destekçisini kaybetmişti, ama şimdi Almanya’nın varlı­ğında bizzat kendi eliyle güçlü bir dost bulmuştu.

 

“Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Anadolu’nun kalkınması ve refahı konusunda, bâzı ticârî tâvizler vererek Alman dostluğuna bağlanmış ve bu gelişmeyi kuvvetlendirmek için büyük dikkat göstermişti. Fran­sızlar da İstanbul’da mühim ticârî çıkarlara sâhip olmuşlardı. Ama Ab­dülhamid, kendi aralarında dengelenen bu dış siyâsî güçlerin ve elde edilen çıkarların arkasında en sağlam şekilde yer tutabilmişti.

 

“Pâdişah, gerçi Makedonya’da reform yapılması konusunda üzerin­deki baskılardan sıkılıyordu ama Avusturya ve Rusya’nın diğer ülke­lerin bu konu ile ilgilenmelerine izin vermeyeceklerini, bu takdirde İngiltere’nin tek başına kalacağını da, yine en iyi değerlendiren insandı. Bu konuda, kendisi üzerinde ağır bir baskı kurulmasını önlemek ve bu ülkelerin kendi aralarındaki rekâbeti artırabilmek için, Avusturya ve Rusya arasındaki rekâbeti iyi kıymetlendiriyordu. Makedonya mesele­sine müdâhale edebilecek bir başka ülkenin var olmamasından duy­duğu kıskançlığı, İngiltere üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu.”

 

35- Sultan Beşinci Mehmed Reşâd

(Hükümdârlığı: M.1909-1918)

 

Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan sonra kardeşi Sultan Mehmet Reşad tahta geçti. Ancak, Sultan Reşâd devrinde devlet idâresi tama­men İttihat ve Terakkî Partisinin elinde idi. Padişâhı hiçbir işe karıştır­mıyorlardı. M.1909’dan sonra idâreye hâkim olan İttihatçıların elebaşıları; Tal'at Paşa, Enver Paşa, Cemâl Paşa üçlüsü, Birinci Cihan Harbi netîcesinde geride Mondros Mütârekesi’ni55 imzâlamak zorunda kalan bir hükümet bırakarak, koca devleti yıkıp, harâb u türâb ettikten sonra, bir gece yarısı, Alman denizaltısı ile ülkeyi terkedip kaçtılar.

 

Enver Paşa’nın îtirâfı: Bu acı mağlûbiyet neticesinde diğerleri ile berâber dîvân-ı harbe sevkedilen Enver Paşa, vatanı terkedip kaçma­dan önce, Mersin’li Cemal Paşa’ya şu îtirafta bulunmuştur: “Paşam! paşam! Harbin hesâbını vermek bir şey değil, ona üzülmüyorum. Fakat biz Sultan Abdülhamîd Hân’ı anlayamamışız. Yahûdîlere, masonlara hizmet etmişiz. İşte buna üzülüyorum.”

 

36- Sultan Altıncı Mehmed Vahîdeddin

(Hükümdârlığı: M.1918-1922)

 

Sultan Mehmed Reşâd’dan sonra, herşeyi kaybolan ve bozulan ül­kenin başına, kardeşi Sultan Altıncı Mehmet Vahîdeddin geçti, fakat bu yıkılışa engel olamadı. Sultan Vahîdeddîn’e sâdece işgâle uğramış bir devletin hükümdârlığını yapmak kaldı. Kalbi vatanı için yanıp tutuşan bu büyük vatan dostu, düşmanların hazırladığı ve Anadolu Türk nüfû­zunu kırmayı hedefleyen Sevr Antlaşması’nı56 bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgâl altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelen her türlü gayreti ve fedâkârlığı gösterdi.

 

Gerçeği olduğu gibi belirten târihçilerin de ifâde ettikleri gibi, Sultan Vahîdeddin’in, işgâl kuvvetlerinin baskılarına göğüs gererek İstan­bul’u terketmeyişi, İstanbul saraylarının ve târihi hazînelerinin yağmalanıp Avrupa müzelerine taşınmasını önledi. Pâdişah, İstan­bul’u terkedip Anadolu’ya geçmiş olsa idi, bugün elimizde Topkapı Sarayı hazîneleri olmayacağı gibi belki düşman onun arkasından Ana­dolu içlerine doğru ilerleyecek ve işgâl etmiş olacaktı.

 

Ayrıca, Sultan Vahîdeddin’in halîfe sıfatı ve hilâfetin varlığı İngiliz­ler’le savaş hâlinde olduğumuz Birinci Cihan Harbi günlerinde bize büyük yararlar sağladı. Onun içindir ki, pâdişahlık kaldırıldıktan sonra hilâfetin de kaldırılması için başta İngiliz sefîri olmak üzere diğer batılı diplomatlar büyük baskı yaptılar. Bu hususta başı çeken İngiliz sefîri­nin aşırı gayretini yadırgayan garplı bir meslektaşı, İngiliz sefîrine; “Hilâfetin kaldırılması için neden bu kadar uğraşıyorsunuz? Nasıl olsa pâdişahlık kaldırıldı, varsın hilâfet devâm etsin.” dediğinde,

 

İngiliz sefîri; “Siz ne diyorsunuz? Biz, Hind müslümanlarını pâdi­şah aleyhine kıyâm ettirmek için yüzbinlerce altın yağdırıyoruz. Arka­sından halîfe hazretlerinin bir selâmı gidiyor, bizim bütün gayretlerimiz boşa çıkıyor. Ne pahasına olursa olsun, hilâfet kaldırılacaktır.” di­yordu.

 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla birlikte, Devleti Aliyye-i Osmâniye (Yüce Osmanlı Devleti)’nin ismi gönüllerde sevgi, saygı, tâzim ve hürmetle anılacak bir mâzî oldu.

 

Sultan Abdülhamîd Hân zamanında yedi milyon kilometrekareden fazla olan vatan toprakları bugün 784.578 kilometrekareye inmiştir.

 

17 Kasım 1922’de İstanbul’daki İngiliz kumandanı general Haring­ton, Sultan Vahîdeddin’in hürriyet ve hayâtı tehlikede olduğu için İn­giltere’ye ilticâ etmiş olduğunu açıklıyordu.

 

Şurası bir gerçektir ki; kendisini seven ve sevmeyen bîtaraf bütün târihçiler, Sultan Vahîdeddin’in yurtdışına bir baskı netîcesinde gitti­ğini belirtmekte ve bu îtibarla ona, aslâ vatan hâini denemeyeceği hu­sûsunda ittifâk etmektedirler. Zâten bir hâinliği de görülmemiştir.

 

Yurtdışına giderken bugünkü Topkapı Sarayı’ndaki hazînelerin ta­mamını yanına alıp götürse, ona mâni olacak bir fert yoktu. Halbûki o, değil hazîneleri yanında götürmek, bugün Topkapı Sarayı’nda üzerleri kıymetli taşlarla süslü kamalardan iki tane götürmüş olsaydı, onlar sâ­yesinde torunları dahî maddî bir darlığa düşmeden hayatlarını idâme ettirirlerdi. Nitekim buna benzer teklifler Sultan Vahîdeddin’e yapıl­dığı hâlde o bu teklifleri şiddetle reddederek “Ben bir Osmanlı pâdişa­hıyım, bunlar hazîneye âittir.” dedi ve bütün târihî eşyâyı Topkapı Sarayı’na teslim ettirip makbuzunu aldı.

 

Yurtdışında maddî yönden büyük sıkıntıya düşmesine rağmen Ba­tılıların kendisine bizzât yaptığı yardım teklifini, devletinin îtibârını düşünerek reddetti. Vefât ettiği zaman, cenâzesine bakkal, kasap ve berberin haciz koyduğu ve bu yüzden cesedinin günlerce bekletildiği târihî hakîkatlerdendir.

 

Bu hakîkatlerin ışığında, Sultan Vahîdeddin’e vatan hâini demek için, insanın, değil vicdânını, aklını kaybetmiş olması lâzım gelir. Sultan Vahîdeddin memleketi niçin terk ettiğini hâtırâtında bizzat kendisi şöyle açıklamaktadır:

 

"Her tarafı istîlâ eden kör ve nankörler arasında inkılap ve ihtiras içinde bunaldım. Kendimde böyle bir hilâfet tarzına ne karşı koy­mak ne de baş eğme imkânını görüp umûmî efkârda sükûn ve du­rumda açıklık belirinceye kadar geçici olarak İstanbul’dan ayrılmaya karar verdim.

 

Bu hareketimle vekili olduğum şânı yüce Peygamberin yolundan giderek diyânet ve saltanat aleyhinde hareket etmekte olanlardan ayrılarak hicret ettimse de hiçbir zaman büyük ecdâdımdan miras kalmış olan saltanat hakkımdan ve hilâfetten ferâğat eylemedim ve eylemeyeceğim.

 

Fâcialara kalkan olamadım ise de siper-i sâika (paratoner) vazifesi gördüm. Bütün musîbetleri üzerime çektim. Kendimi fedâ ederek vatanı kurtarmağa çalıştım. Dînîne, devletine vatanına ve milletine hiyânet edenlerin aziz Allah’ın kudretli gücüne hedef olması için yakarıyorum.

 

Elbet bir gün hak kuvvete üstün gelecek ve necip milletimiz hakî­katleri öğrenecektir."

 

 

(53) O katliâma şâhit olanlardan, hocam ve üstâzım, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Haz­retleri, birgün bizi Eyüp Sultan ve Fâtih Hazretleri’ni ziyârete götürdüler.

 

(54) Hal’ kararını tebliğe gelen bu kişiler kullandıkları, kullanacakları kelimeyi dahi bilmiyor­lar, hal’ yerine azl kelimesini kullanıyorlardı. Oysa âmir memurunu azledebilir. Pâdişahın üstünde bir kuvvet yok ki, onu azletsin.

 

(55) Mondros Mütârekesi'ni, 31 Ekim 1918’de Limni adasının Mondros Limanı’nda bir gemide, İttihat ve Terakkî partisinin İzzet Paşa hükümeti adına Bahriye Nâzırı olan Raûf (Orbay) Bey başkanlığındaki bir heyet imzâladı. Bu anlaşma ile; Osmanlı Devleti yenilmiş kabul ediliyor, Ege, İstanbul, vilâyât-i sitte (Erzurum, Diyarbekir, Van, Harput, Sivas, Bitlis) işgâl ediliyor, bütün haberleşme ve ulaşım îtilâf devletlerinin kontrolüne giriyordu. İlk işgaller başlıyor, Osmanlı Devleti fiilen yok sayılıyordu.

 

(56) Pâdişah Sultan Vahîdeddin’in imzâlamadığı bu Sevr Antlaşması, İsviçre'nin Sevr kasabasında 10 ağustos 1920’de Türkiye’deki azınlıkların istekleri doğrultusunda müttefik devletlerin Osmanlı toprağını paylaştığı bir antlaşmadır. Bu antlaşma Sadrâzam Damat Ferid Paşa’ya müttefik devletler tarafından zorla kabul ettirilmiştir. Ancak, son Osmanlı Meclis-i Meb'ûsân’ı 28 Ocak 1920’de Mîsâk-ı Millî (Millî sınırlardan hiç tâviz verilemez diye millî yemin) kararı almıştı. (Milli sınırlar; doğuda Musul, Kerkük’den batıda, 12 adalar dahil Midye, Enez çizgisine kadardı.) Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ının devâmı olan ilk meclis (B.M.M) de Sevr’i kabûl etmedi. Bu antlaşma tek taraflı ölü doğmuştur. Sevr Antlaşmasına göre; İstanbul ve Anadolu’da az bir yer hâricinde bütün Osmanlı toprakları işgâl ediliyordu. Doğuda Kürt ve Ermeni devleti kuruluyor, Bizans yeniden canlandırılmak isteniyordu. Boğazlar müttefik devletlerin idâresine bırakılıyor, Osmanlı devletinin istiklâli elinden alınıyordu.