Osmanlı Beyliği’ni Devlet-i Aliyye Yapan Sebepler

Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren askerî, adlî ve mâlî teşkîlâta ehemmiyet vererek işe başladı. Osmanlı fetihleri, yalnız kılıçla değil, uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika, hukûk ve adâlete tam bir riâyet neticesinde gerçekleşiyordu. Osmanlı fetihlerinin en bâriz vasfı; gelişigü­zel, mâcerâ ve çapulculuk şeklinde değil bir program dâhilinde, şuurlu bir yerleşme hâlinde tecellî etmiş olmasıdır. Bu durum, fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idâreden memnun olmalarına sebeb oldu. Osmanlı idâresinin İslâm dîni hükümleri çerçevesinde, gayr-i müslimlere can ve mal emniyeti ile birlikte dinlerinde de serbestlik tanıması, onların gitgide islâmiyetle şereflenmelerine vesîle oldu.

 

Osmanlı Devleti’nin kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk tesîs ederek, halk kitleleri arasında hiçbir ayırım yapmaması, fark ve tezâda mahal vermemesi, onun dünyâ târihinde en kudretli ve cihan­şümûl siyâsî bir varlık olarak doğmasını sağlamıştır. Bu ise Osmanlı sul­tanlarının kendi tâbirleri ile “Nizâm-ı âlem” düstûru ile husûle geliyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, islâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunu­yordu.

 

Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında asıl kaynağını islâm dîni ve onun cihad rûhundan alı­yordu. Şeyh ve evliyânın himmetleri ile yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa’ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli’ye yayı­lıyordu.

 

Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf, tarîkatler, şeyh­ler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve ha­leflerinin etrafı din âlimleri ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır. Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâli’ye intisâb ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu. Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultan­larına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye etti. Bu vasiyete lâyıkıyla uyan Osmanlı sultanları fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâ­ret, dârü’l-kurrâ ve türbelerle kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle dünyâya islâmiyeti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emekle­rini bu uğurda harcamışlardır.

 

Osman Gâzi’nin, oğlu Orhan Gâzi’ye verdiği nasîhatin (ki bütün Os­manlı sultanlarının bir anayasa olarak kabûl ve tatbik ettikleri vasiyyet­nâmesinin) özü şu şekildedir: “Oğlum! Allâhü Teâlâ’nın emirlerine muhâlif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anla­yasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tu­tasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Her zaman islâma hizmet et! Zîrâ Cenâb-ı Hak benim gibi zayıf bir kulunu bu yüce din sâyesinde nice niam-ı sü­bhâniyyesine mazhar kıldı. Her işinde adâleti üstün tut! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allâh’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihangirlik dâvâsı de­ğildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsanda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allâhü Teâlâ’ya emânet ediyorum!”

 

Dünyâ siyâsetinde söz sâhibi olmuş devletlerin bugün bile rüyâlarını süsleyen, iç geçirten o muazzam cihan devletini, Osmanlılar, altı asır devâm ettirmişlerdi. Bu muazzam devletin târih sahnesinden çekilmesiyle irili ufaklı 24 devlet meydana geldi. “Daha fazla hürriyet, daha âdil idâre” diye ayaklanarak kurulan bu devletler, hâlâ aradıkları huzûru bulabilmiş değillerdir. Osmanlının gitmesiyle huzûr ve adâlet de berâberinde gitmiş, açlık, sefâlet ve savaşlar kol gezmeğe başlamıştır. Osmanlılar, kuruluşun­dan îtibâren dünyâ müslümanlarının hâmîliğini ve islâmın sancaktarlığını yapmıştır. Yüce dînimize büyük hizmet veren bu devletin ortadan kalkma­sıyla, hiç şüphesiz bu hizmet durmayacaktır. Hadîs-i Şerifte, “Muhakkak ki Allah, bu ümmet için, her yüz senenin başında dîni tecdîd edecek bir müceddid gönderir” buyurulduğu üzere, ulvî dînimizin şerefli hizmeti her devirde, bu mücedditler eliyle kıyâmete kadar devam edecektir.