Müşriklerin Müslümanları Tecrid Etmesi ve Tâif'e Gidiş

İslâmiyetin, Mekke sınırlarını aşarak kabîleler arasında yayılmaya başlaması, müşrikleri telâşa düşürdü. Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi iki büyük kahramanın müslüman olması Kureyşlileri bir hayli düşün­dürdü. Kendilerini bu yolda yeni ve kesin kararlar almaya sevketti. Nihâyet, Hâşimoğullarına boykot îlan ederek onları zorlama yoluna gitmeyi kararlaştırdılar.

 

Müşriklerin boykot kararı için, aralarında yazıp Ka’be duvarına as­tıkları akid levhası şöyle idi: Muhammed (s.a.v.)'i öldürmek üzere bize teslim edinceye kadar:

 

Peygamber kabîlesi olan Hâşimoğulları ile alâka kat'iyyen kesilecek,
 Onlarla ticârî alışveriş yapılmayacak,
 Gıdâ maddeleri alınmayacak ve verilmeyecek,
 Onlarla evlenilmeyecek,

 

• Onlarla konuşulmayacak ve muhâtap alınmayacak. Böylece Müslümanlar, tam üç sene boykota (sosyal ve iktisadî tec­rîde) tâbi tutuldular.

 

Kureyş içinde, müslüman olmayan fakat bu uzun ve acı boykot ha­reketini beğenmeyen ve müslümanların bundan kurtulmalarına çâre arayan bâzı merhametli ve iyi kalpli kimseler de vardı. Bunlar boykota karşı bazı hareketlerde bulundular.

 

Bu şahıslardan birisi, Hişâm ibn-i Amr’dır. Bu zât, Kureyş’e karşı çok merhametli idi. Hâşimoğulları sıkıntılı günlerini yaşarken, o, deve­sinin üstüne bâzı yiyecekler yükler ve gece devesini onların bulun­dukları yere doğru sevkederdi. Böylece, Hâşimîler birazcık olsun yiyeceğe sâhip olurlardı.

 

Yine boykota karşı olmak üzere Kureyşlilerden gelen başka bir ha­reket de şöyledir:

 

Bâzı kimseler, boykot ahidnâmesinin yırtılması hususunda arala­rında anlaştılar. Kureyşten beş kişi, bu niyetle Ka’be’ye geldi. İçlerin­den Züheyr ibn-i Ebî Ümeyye kalkarak, Ka’be’yi yedi defa tavaf etti ve yüksek sesle Kureyş’e şöyle hitap etti:

 

“Ey Mekkeliler! Biz, yiyelim, içelim, giyinip kuşanalım da, öte yandan Hâşimoğulları alışverişten mahrum edilsinler, darlıklar, sefâletler içinde kıvranarak helâk olsunlar, doğru mudur? Vallâhi, akrabâlık bağlarını kesen o zâlim sahîfe yırtılmadıkça duracak, oturacak değilim!” dedi.

O sırada, Ka’be’nin bir tarafında bulunan ve Züheyr’in konuşmasına sinirlenip duran Ebû Cehil’in sesi yükseldi; “Yalan söylüyorsun, yırta­mazsın!” dedi.

 

Zem’â ibn-i Esved, Ebû Cehl’e; “Vallâhi, en yalancı sensin! Zâten biz o yazıya, yazıldığı sırada da râzı olmamıştık!” dedi. Ebül-Bahterî; “Zem’â doğru söylüyor. Biz onda yazılı olanları tamâ­miyle kabûl ve ikrâr etmemiştik.” dedi.

 

Bu konuşmalar karşısında Ebû Cehil, artık direnemedi ve şöyle dedi: “Her hâlde bu daha önce, buradan başka bir yerde geceleyin gö­rüşülmüş, konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek!”

 

Nihâyet, müslümanlara üç yıl müddetle büyük eziyet veren boy­kotu ortadan kaldırmak üzere Cenâb-ı Hak, ahidnâmeye bir böcek mu­sallat etti. Ondaki, Allah’ın isminden başka bütün yazıyı yiyip bitirdi. Cebrâil (a.s.) bunu Peygamber Efendimiz’e bildirdi. Ebû Tâlib müşrik­lerin yanına gitti. Peygamberimizden işittiğini müşriklere haber verdi ve “onun dediği doğru ise, artık insaf edin, şu tefrikayı kaldıralım. Eğer yalansa, ben onu himâyeden vazgeçerim” dedi. Müşrikler teklifi kabûl edip ahitnâmeyi getirdiler.

 

Haber verildiği gibi “Bismikellâhümme”den başka yazılar mahvol­muştu. Şaşırdılar. Ahidnâme yırtıldı. Böylece boykot da nihâyete erdi.

 

Mekke Müşriklerinin Medîne Yahûdîlerine Akıl Danışmaları

 

Mekke Devrinde umûmiyetle ehli kitap (Yahûdî ve Hıristiyanlar) Müslümanlara karşı müsbet bir tavır içinde bulunuyordu. Bu arada Mekke müşriklerinin Yahûdîlerle münâsebette oldukları da bilinmek­tedir. Nitekim müşrikler Nadr ibni Hâris ve Ukbe ibni Ebû Muayt'ı Medînedeki yahûdî bilginlerine "onlar ehli kitaptır, Muhammed'i on­lardan sorun bakalım" diye akıl danışmak için gönderdiler.

 

Yahûdîler de Mekke'den gelen bu heyete Peygamber Efendimiz'e üç şeyden; Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn kıssalarından ve Ruh'dan suâl sor­malarını; Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarından haber verir, Ruh'dan haber vermezse biliniz ki doğrudur, nebîdir dediler.

 

Heyet Mekke'ye geldikten sonra Resûlullah Efendimize bu sualleri sordular. İki kıssa (Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn) genişçe beyan olunup; ruh hakkında ise Sûre-i İsrâ âyet 85'de; Esteîzübillâh "Ve yes'elûneke anirrûhi min emri rabbî ve mâ ûtîtüm minel-ilmi illâ kalîlâ"; "Habî­bim, sana ruhtan sorarlar, de ki ruh Rabbimin emirlerinden, bu hususta size verilen ilim çok azdır" buyruldu. Geniş ma'lumât verilmedi. Böy­lece Peygamberimizin, Hak Peygamber olduğu meydana çıktı. İnkârda isrâr eden münkir ve müşriklerse sorduklarına pişman oldular. Yine de îmân etmediler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medîne'ye hicret ettiğinde şehir halkı­nın yarısına yakını Yahûdîlerdi. Peygamberimiz gelmeden önce Yahû­dîler, Evs ve Hazrec kabîlelerine yakın bir zamanda bir gelecek olan peygambere tâbi' olup, Araplara karşı kendisinden yardım isteyecek­lerini söylüyorlar ve düşmanlarının tehdit ediyorlardı.

 

Aslında ehli kitap (Yahûdî ve Hıristiyanlar da) Peygamberimizin ge­leceğini biliyor ve bekliyorlardı. Zîrâ Hazreti Mûsâ da Hazreti Îsâ Aley­himesselâm da ümmetlerine kendilerinden sonra âhirzaman nebîsinin geleceğini, isminin Ahmed olduğunu, geldiğinde ona tâbi olmalarını tebliğ etmiş ve onlardan bu hususta ahid almışlardı. Hattâ bir belâya uğradıklarında " Yâ Rabbî gelecek olan âhirzaman nebîsi hürmetine biz-den bu belâyı kaldır" diye duâ ediyorlar, duâları kabûl oluyordu. Ne zaman ki Resûlullah Efendimiz geldi, Yahûdîler "bizden gelecekti gel­medi Araplardan geldi", Nasârâ (Hıristiyanlar) "bizden gelecekti gel­medi" diyerek haset ettiler tâbi' olmayıp, dalâlette, karanlıkta kaldılar.

 

Hüzün Senesi

 

Peygamber Efendimiz’le müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası Ebû Tâlib ve kendisine ilk imân eden Hz. Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir hayat arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Resûlullah Efendimiz için boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.

 

Peygamberliğin 10. yılına rastlayan bu hâdiseler, Hz. Pey­gamberimiz’e hayâtı boyunca unutamayacağı üzüntüler sebebiyle bu seneye, «gam ve keder yılı» mânâsında, «hüzün yılı» denmiştir.

 

Ebû Tâlib vefât ettiği zaman 87 yaşında idi. Kendisi müslüman dahi olmadığı hâlde, Kureyş’in bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygam­berimiz’i, hayâtının sonuna kadar korumaktan da geri durmamıştı.

 

Aynı yıl ramazân-ı şerif ayında, bütün mü’minlerin annesi Hz. Hatîce vâlidemiz de, 65 yaşında vefât etti. Hz. Hatîce vâlidemiz, Pey­gamberimizin peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine ortak olan, vefâkâr bir hayât arkadaşı idi. Peygamber Efen­dimizle birlikte 25 yıl yaşadı. Peygamberimiz, Hz. Hatîce vâlidemizi takdir ve rahmetle anar, hâtırâsına çok hürmet ederdi.

 

Peygamberimiz’in, İbrâhim’den başka bütün çocukları, Hz. Hatî­ce’den doğmuştu. Yalnız İbrâhim, onun vefâtından sonra, Hz. Mâri­ye’den dünyâya gelmiştir.

 

TÂİF’E GİDİŞ

 

Ebû Tâlib’in vefâtından sonra, müşrikler Peygamberimiz’e, Ebû Tâ­lib’in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlardı.

 

Resûlullah Efendimiz, peygamberliğin 10. yılı, şevval ayının 27. ge­cesinde, azatlı kölesi Zeyd İbn-i Hârise’yi yanına alarak, Tâif’e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakîf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah’dan getirdiklerini kabûl eylemelerini, on­lardan istemekti. Peygamberimiz Tâif’e varınca, orada, Abdi Yâlil ibn-i Amr, Mes’ud ibn-i Amr, Habib ibn-i Amr adında üç kardeş ile görüştü. Onları, Allâh’ın birliğini kabûle, İslâm dînine yardıma dâvet etti.

 

Üç kardeş, her biri ayrı ayrı, Peygamber Efendimiz’i reddedip inci­tici sözler söylediler. Gençlerinin müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz’e; “Memleketimizden çık, nereye gi­dersen git!” dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir kısım aklı ermez ayak takımını kışkırtarak Peygamber Efendimiz’e musallat etti­ler. Onları, yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Resûlullâh’ı taşa tutturdular. Ayaklarını, topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Resûlullah dermansız kalıp oturdukça, kaldırttılar, yürüdükçe taşlattı­lar. Zeyd ibn-i Hârise, atılan taşlara kendi vücudunu siper etmekte, Resûl-i Ekrem’i korumaya çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış, ayak­larından kanlar akmaya başlamıştı.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), nihâyet üzgün ve bitkin bir hâlde, Mekke’li Rabîa oğulları Utbe ve Şeybe’nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca, Tâif’in ipsizleri geri döndüler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), biraz sükûnet bulduktan sonra, Al­lâhü Teâlâ’ya şöyle ilticâda bulundu: “Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü, ancak sana arz ve şikâyet ederim.

 

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor gördüğü, bîçâre­lerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.

 

Allâh’ım! Senin gazabına uğramaktan, ilâhî rızâna uzak kalmaktan sana, senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhî nûruna sığınırım! Allâh’ım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâh’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâim­dir!”

 

Addas’ın Müslüman Oluşu

 

Rabîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hıris­tiyan olan köleleri Addas’ı çağırdılar. “Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu zât’ın yanına kadar git ve ona, ‘Bu üzümden ye’ de!” dediler.

 

Addas, dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamberimiz’in önüne koydu. “Buyurun!.. Yiyin...” dedi.

 

Peygamber Efendimiz, elini üzüme uzatırken; “Bismillah” diyerek yemeye başladı.

 

Addas Peygamber Efendimiz’in yüzüne baktı ve “Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve bilmezler!” diyerek kendi kendine söylenince,

 

Peygamberimiz ona; “Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?” diye sordu. Addas; “Hıristiyanım. Ninova’lıyım!”  dedi.

 

Peygamber Efendimiz; “Demek sen, o sâlih kişi, Yûnus Peygambe­rin hemşehrisisin?” dedi. Addas; “Sen, Yûnus peygamberi nereden bi­liyorsun?” diye sordu.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “O benim kardeşimdir. O bir pey­gamberdi, ben de peygamberim!” deyince, Addas, sarılıp Peygamberimiz’in başını, ellerini ve ayaklarını öptü. Müslüman oldu. Bunu gören Rabîaoğullarından birisi, diğerine; “Senin adamın, gö­zünün önünde kölenin inancını bozdu!” dedi.

 

Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona; “Yazıklar olsun sana Addas! Sen o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!” diye çıkıştılar.

 

Addas onlara; “Efendim! Yeryüzünde bu zât’dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak, bir peygamber bilebilir.” dedi.

 

Hz. Ebûbekir'in Ubey bin Halef İle Bahse Girmesi

 

Mîlâdın 613. senesinde İranlılar Rumlar'a hücûm etmişler ve 614. se­nesinde bütün Filistin ve Kudüs-i Şerîfi istîlâ etmiş, M. 616. senesinde bütün Anadolu'yu istîlâ ederek İstanbul'un Bogaziçi sahillerine kadar gelmişlerdi.

 

Bizans'ın bu mağlûbiyetinden müşrikler ferahlayıp "Hıristiyanlar ve siz ehli kitahsınız. Bizim (İranlı) kardeşlerimiz sizin kardeşlerinizi tepe­ledi. Biz de sizi tepeleriz" demişlerdi. Bunun üzerine "Gerçi Rum mağ­lub oldu, Arzın (Mekke'nin) yakınında. Maamâfih onlar bu mağlubiyetin arkasından birkaç sene içinde muhakkak gâlib gelecek­lerdir" meâlindeki (Rum sûresinin 1,2 ve 3.) âyetleri nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Hz. Ebûbekir (r.a.) sevinen müşriklere şöyle demişti: "Allah sizin gözlerinizi aydınlatmayacak. Peygamberimiz haber verdi. Rumlar birkaç sene içinde İranlılara mutlakâ galebe edecektir." Ubey bin Halef: "Yalan söylüyorsun. Haydi aramızda bir müddet tâyin et. Seninle bahse girelim." dedi. On deve üzerine bahse girip üç sene tâyin ettiler. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) "Deveyi artır, süreyi uzat" buyurdu. Ubey, Hz. Ebûbekir'e rastlayınca, "Galiba pişman oldun" dedi. Hz. Ebûbekir"­Hayır. Gel bahsi artıralım, müddeti uzatalım. Dokuz seneye kadar yüz deve yap," dedi. O da yaptım, dedi. Rumlar İranlılara Bedir günü gâlib gelmişlerdi. Fakat gâlibiyetin tafsilâtı Hudeybiye sıralarında duyula­bildi. Hz. Ebûbekir de develeri -Ubey Bedir'de öldürüldüğünden vâris­lerinden almıştır.

 

Peygamberimiz’in Rahmet ve Şefkati

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Sakîf kabîlesinden (Tâiflilerden) üzgün bir hâlde Mekke’ye yönelmişti. Mekke’ye iki konak uzaklıkta bulunan Karn-ı Seâlib mevkiine geldiği zaman, başının üzerinde bir bulutun kendisini gölgelemekte olduğunu ve bulutun içinde aslî hüvi­yetiyle Cebrâil’i gördü.

 

Cebrâil seslenerek; “Şüphe yok ki Allâhü Teâlâ, kavminin sana ne söylediklerini işitti. Allâhü Teâlâ, sana şu dağların, yerlerin, göklerin meleğini gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, ona emredebilirsin!” dedi.

 

O melek Peygamberimize selâm verdi ve; “Ey Muhammed! Sen ne dilersen dile! Emrine âmâdeyim: Eğer şu iki yalçın dağın, onlar üzerine kapanıp kavuşmasını istiyorsan, emret kavuşturayım!” dedi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.); “Hayır! Ben böylesini istemem! İsterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden, Allâh’a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın ibâdet edecek, bir nesil ortaya çıkarsın!” dedi.

 

Tâif’de verilen sıkıntı ve ezâ, Peygamberimiz’e (s.a.v.) fevkalâde ağır gelmişti.

 

Peygamberimiz, Mekke’ye girmeden bir merhâle geride, Batn-ı Nahle denilen mevkîde oturdular. Orada, Rahman Sûresi’ni tilâvet ederken, cin tâifesinden bir topluluk gelerek onu dinlediler ve îmân ettiler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir müddet Nahle’de oturduktan sonra Mekke’ye geldi. Şehre girmeden, Mut’im ibn-i Adiyy’ye haber göndererek onun himâyesini istedi. Mut’im kendisi müşrik olduğu hâlde peygamberimizi himâyesine aldı. Oğullarını silahlandırdı ve Resûlullâhı Mekke’ye getirdiler. Peygamber Efendimiz Ka’be’yi tavaf edip Harem-i Şerîf’de namaz kılarken, Ebû Cehil onu gördü ve Mut’im’e; “Himâyende mi, yoksa arkandan mı geliyor?” diye sordu.

 

Mut’im; “Himâyemde” deyince ses çıkaramadı.

 

Mut’im’in bu iyiliğini, müslümanlar hiçbir zaman unutmadı. Bedir esirleri hakkında konuşmak için, Mut’im’in oğlu Medîne’ye gelince, Hz. Peygamberimiz ona; “Eğer baban sağ olup da gelseydi, şu kokmuş herifler hakkında şefâatte bulunsaydı, bağışlardım!” dedi.