Mukaddime

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

İnsanlığı ve bütün âlemleri büyük bir hikmet ve gâye ile yaratan, insanların ve cinlerin dünyâ ve âhiret saâdetine nâiliyyetini vesîle ve vâsıtaya bağlayan Allâhü zü’l-Celâl’e hamd ü senâlar olsun.

 

Âlemlere en büyük rahmet, en büyük şefâatçı, en büyük peygam­ber, Muhammed’ül-Mustafâ; sallallâhü aleyhi ve selleme, onun âline, ashâbına salât ve kıyâmete kadar bütün ona tâbi olanlara selâm olsun.

 

İnsanoğlunun tanıması gerektiği, hayâtının en ince noktalarına varın­caya kadar bilmesi ve onları kendi hayâtında tatbik etmesi îcâbeden ye­gâne insan; onsekiz bin âlemin kâffesine rahmet olarak gönderilen, peygamberler peygamberi, Hz. Muhammed sallâhü aleyhi vesellemdir.

 

Peygamber, Allâhü Teâlâ'nın kullarına dünyâ ve âhiret işleri hak­kında emir ve yasaklarını tebliğ için vazîfelendirdiği seçkin insanlara denir.

 

Kendisine müstakil kitap ve şerîat verilen peygamberlere Resûl, kendisinden önceki bir peygamberin şerîat ve kitabı ile halkı hak yola da’vet eden peygamberlere de Nebî denir. Nebîlik ve Resûllük Allah vergisi olup bu makâmları yüce Allah (c.c.) kullarından dilediğine ve lâyık olanına verdiğini Kur'ân-ı Kerîm’le açıklamıştır.

 

Peygamberler sâdece erkekler arasından seçilip gönderilmiş olup küçük büyük günahlardan, yalan ve hıyânetten, gafletten, nefsânî ve şehevânî hâllere mağlup olmaktan uzaktırlar. Özü, sözü doğru, her bakımdan halkın en zekîsi, Allah (c.c)’dan aldığı emir ve nehiyleri in­sanlara hiç eksiltmeden ve artırmadan ulaştıran en emîn insanlardır.

 

Peygamberlerin ilki topraktan yaratılan Hazreti Âdem (a.s.)’ dır. Hz. Âdem (a.s.) hem insanların hem de peygamberler silsilesinin ilki­dir. Hz. Muhammed (s.a.v.) en son gönderilen peygamberdir. Diğer peygamberlerden bâzıları muayyen bir kavme bir veyâ birkaç şehre gönderildiği hâlde, âhir zaman peygamberi olan Hz. Muhammed Mus­tafa (s.a.v.) bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiş­tir. Onun Nübüvveti bütün âlemlere şâmildir.

 

Beşerin kendisini gereğince târif ve tavsiften âciz olduğu, o büyük Resûl’ün hayâtının her şeyden daha çok bilinmesi îcâbeder. Onun hayâtı bilinmeden, İslâm’ın kâinât çapındaki gâyesi bilinemez ve ta­hakkuk ettirelemez, İslâm anlaşılamaz. Kim, Sîret-i Nebevî’yi (Pey­gamberimiz’in hayâtını) bilmezse, Allâh’ın Resûlü, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’i hakkıyla tanıyamaz. Yine, kim Allâh’ın Resûlünü hakkıyla tanıyamazsa İslâmı da lâyıkıyla anla­yamaz ve yaşayamaz.

 

Gerek bu dünyâda, gerek bundan sonraki âlemlerde şerefli insan olmak, iyi insan olmak; kâinâtın efendisi, Muhammed’ül-Mustafâ, sal­lâllâhü aleyhi ve sellemi iyi bilmek, iyi tanımak, iyi anlamak ve ona gerçekten ümmet olmakla kâimdir. Bir müslümanın gerçek mü’min­liği, gerçek îmâna kavuşması; Peygamberini sevmeye ve onun getirdiği esaslara tâbî olmaya bağlıdır.

 

Beşeriyet, içinde bulunduğu sıkıntılardan, buhranlardan, huzursuz­luklardan ancak ve ancak Fahr-i Kâinât’ı tanımak ve ona tâbi olmakla kurtulabilecektir.

 

Ashâb, arkadaş ve sohbetten gelir ki, Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi Pey­gamber Efendimiz’in yanında onun sohbeti ile yetişmiş, olgunlaşmış; mazhar oldukları bu devlet sâyesinde, kendilerinden sonra gelenlerin ulaşamayacağı kemâle vâsıl olmuşlardır. Dînimizde sohbetin ehemmi­yeti pek büyüktür. Sohbet rûhun gıdâsıdır. Din, sohbet ve nasîhatle kâimdir. Peygamber Efendimiz; “Bir müslüman evinde, günde bir defa dinden îmandan bahsedilmezse, o eve zulmet yağar” buyurdu­lar. Acabâ bu şerefli vazîfeyi yapabiliyor muyuz?

 

Bu hususta, evde çocuklarımızla beş dakîka bile meşgul olmadan; onlara peygamberlerini, dînî vazîfelerini öğretmeden; cemiyette İs­lâm’ın yaşanmadığını, İslâmın ahlâkî, îtikâdî ve ictimâî prensiplerinin tatbik edilmediğini söylemeye kalkışmak hakkımız değildir. Çünkü şikâyetçi olduğumuz cemiyet, bizlerden ve bizim çocuklarımızdan te­şekkül etmektedir.

 

Öyle ise bugünün müslümanına düşen ilk vazîfe, kendi âilesinden başlayarak cemiyetin kurtuluşu için çalışmasıdır. Bir müslümanın evinde ilk yapacağı sohbet ise, Resûlullâh üzerine olmalıdır. Çünkü, Kur’ân ahlâkı ondadır. Dînin en ince teferruâtı ile tatbikâtı, yüce Resûl’ün hayâtında birer pırlanta misâli parlamaktadır.

 

Ey analar, babalar ve evlâdlar!

 

Bütün güzellik ve olgunlukları üzerinde toplayan o insân-ı kâmile yaklaşın. Yüce Allah onu, güzel ahlâkı tamamlamak için göndermiştir. Evlerinizi onun sohbetleri ile süsleyiniz. Bu takdirde, başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluğu ile Peygamber Efen­dimiz’in ve sahâbelerinin yanında yaşamış gibi olursunuz. Onun ted­rîsiyle üzerinize rahmet iner. Onun müzâkeresiyle melekler üzerinize nur saçarlar.

 

Ashâb-ı Kirâm’ın, Peygamber Efendimiz’e sevgileri, ona itâat ve bağlılıkları, bizler için ne büyük bir örnek değil midir? Şu satırları yazan bu fakîrin, Akabe Bîatları, Hudeybiye Musâlehası’ndaki bîat, Mekke Fethi’nde yapılan bîat, kadınların bîatı, hülâsâ bütün Ashâb-ı Kirâm’ın Peygamber Efendimiz’e, münferiden, müctemian (teker teker veya topluca) yaptıkları o bîatlar çok dikkatini çeker. Zîrâ, Ashâb-ı Kirâm, Resûlullâh’a gelerek ellerine sarılıp, bağlılık beyânında bulu­nup söz vermişler, ahd ü peymân etmişler (antlaşmışlar); bunun so­nunda harpler olmuş, darpler olmuş, çok zor ve sıkıntılı anlar olmuş, fakat ona öyle büyük bir sevgi ve îmanla bağlanmışlar ki, ahidlerinden aslâ dönmemişlerdir. Onlar gibi bugünün müslümanlarının da Pey­gamberimiz’e, vârislerine ve onun emîrlerine aynı itâat, sadâkat ve sevgi ile bağlanmış olmaları îcâbeder.

 

Mübârek kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’in altı bin altıyüz altmış altı âyetten bin ayeti geçmiş kavimlerden, ümmetlerden ve peygamberlerden bah­seder. Bu gösteriyor ki, târihi bilmek şarttır. Bu şartın edâsı ve zarûretin giderilmesi için İslâm Târihi mevzûunda birçok eser yazılmışsa da biz, bilhâssa yetişme çağındaki müslüman çocuklarının ve herkesin, çok fazla mesâi harcamadan, bir öz hâlinde daha kolay şekilde okuyup faydalana­bileceklerini düşündüğümüz işbu Muhtasar İslâm Târihi’ni hazırladık.

 

Peygamberimizi ve Allah (c.c)'ın onunla gönderdiği dînin insanlık için ne büyük ni’met olduğunu daha iyi anlayıp kavrayabilmek için o günkü dünyânın durumuna kısaca bakmakta fayda vardır.

 

Yüce Mevlâ’nın izni ve lütfu ile hazırladığımız bu esere, câhiliyye devri (fetret devri) diye tasvir edilen, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) evvel dünyâ üzerindeki milletlerin hâllerinden; Mekke şehri, Ka’be-i Muazzama ve Zemzem Suyu’ndan behsetmekle başladık. Peygam­berimiz’in dünyâyı teşrifleri, çocukluk, gençlik ve evlilik yıllarından bahsederek devam ettirdik.

 

Daha sonra, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğinin başlamasından irtihâllerine kadar geçen yirmi üç senelik hayâtına yer verdik.

 

Kıyâmete kadar cereyan edecek hâdiselerin birer nümûnesinin zuhûr ettiği o ibret verici, gözleri yaşartan, gönülleri coşturan, İslâmî gayret ve cesâret rûhunu şahlandıran bu devir, meselenin esas can alıcı nüvesini teşkil etmektedir.

 

Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) ve ilk müslümanların çektiği ıztı­rapları ve onların bunca ezâ ve cefâlara, İslâm uğruna canlarını da or­taya koyup, sabredip, tahammül göstermelerini, yeri geldiğinde mallarını-mülklerini, yerlerini-yurtlarını ve her şeylerini terkedip Allah rızâsı için hicret etmelerini; Hz. Peygamberimiz ve Ashâbının İslâmı anlatıp, öğretme metodlarını; Ashâb-ı Kirâm’ın Peygamber Efendi­miz’e ve onun emirlerine ne büyük bir sadâkatla bağlanıp, itâat ve in-kıyâd (boyun eğme) gösterdiklerini Ensâr ve Muhâcirîn arasındaki kardeşliği muhârebelerde ve fetihlerde îmân gücünün ve mutlak itâa­tın gâlibiyetini müşriklerin, yahûdîlerin ve her devirde eksik olmayan münâfıkların, İslâm aleyhindeki entrika ve kalleşçe tuzaklarını nihâyet, bütün bu hâdiselerin hülâsasının sözle de ifâdesi olan ve her müslüma­nın belleyip hayâtında tatbik etmesi icâbeden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Vedâ Hutbesi’ni bu bölümde zevkle ve ibretle okuyarak, hakî­katen o günleri yaşar gibi olacağınızı ümit ederiz.

 

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hastalanması ve âhiret âlemine in­tikâli; Resûlullâh’ın şekli ve şemâili ve mekârim-i ahlâkı ile bu eserin siyer-i nebî kısmını bitirmiş olduk.

 

Bundan sonraki bölümde; Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Büyük Halîfe­nin) menkıbelerini, onların İslâmın intişârına verdikleri eşsiz hizmetle­rini, adâlet, ferâgat ve fedâkarlıklarını, bütün insanlar için çok büyük birer nümûne olan hayâtlarını, ulvî seviye ve seciyelerini zikretmeye çalıştık. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sohbetiyle müşerref olarak her biri eşşiz birer pırlanta olan Ashâb-ı Kirâm’ın fazîletini, istisnâsız bütün Ashâb-ı Kirâm’a lâzım gelen hürmetin gösterilmesi husûsunda aslâ kusur ve ihmal edilmemesi gerektiğini îzâha çalıştık. Bu meyanda Pey­gamber Efendimiz ve Ashâbının yolu olan ehli sünnet yolunu beyanla sonradan zuhur eden sapık fırkaların kısaca hâllerini zikrederek onla­rın idlâlât ve ifsâdâtından tahzîr ettik.

 

Son kısımda ise, Hulefâ-i Râşidîn devrini hülâsa edip, Emevîler ve Abbâsîlerden kısaca bahsettik, ilk Müslüman Türk Devletlerine de yer verip, bunlar içerisinden Selçuklular, Timuroğulları ve hâlen dünyâ milletlerinin ismini işitince durakladığı, bizim de torunları olmakla if­tihâr ettiğimiz Yüce Osmanlı Devleti’nden biraz daha genişçe bahsettik.

 

Böylece tamamladığımız bu eserin her okuyucu ve okutucuya, her gence ve her yaşlıya, hülâsâ herkese fâideli olacağını ümit ve temennî ederiz.

 

Allâhü Teâlâ rızâsına muvâfık kılıp, eserin hazırlanmasına vesîle olan, hazırlayan, hazırlanmasında ve okutulmasında emeği geçenleri, hâlisâne niyetlerle okuyan ve okutan herkesi Fahr-i Kâinât sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz’in şefâatine mazhar eylesin. (Âmîn)