Mezhepler

Peygamber Efendimiz zamânında, ashâbı kirâm ve tâbiîn devirle­rinde Müslümanların îtikad ve amelleri Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) sohbetleri bereketiyle gâyet saf ve temizdi. Fakat aradan uzunca bir zaman geçince müslümanlar arasında mes'eleler, hâdiseler, müş­küller çoğaldı, tefrika ve fitne zuhûr etti.

 

Resûlullah Efendimiz, zamanla bu durumun zuhûr edeceğine işâ­retle, Hadîs-i Şeriflerinde; "…Ümmetim 73 fırkaya(39) ayrılacak. Bunların hepsi cehennemlik, bir fırka müstesnâ".

 

O bir fırka hangisidir yâ Resûlallâh? diye sorulunca; "Onlar benim ve ashâbımın îtikâd, inanç, amel ve yolu üzere olanlardır." buyurmuş­lardır. (Sünen-i Tirmîzî, Îmân, 18)

 

Peygamberimizin ve ashâbının îtikâdı, inancı, ameli ve yolu üzere olanlara "Ehl-i Sünnet vel'-Cemâat" fırkası, Fırka-i Nâciye (kurtulucu fırka); diğerlerine ise "Fırak-ı Dâlle" (sapık fırkalar) denir.

 

Peygamber Efendimiz buyurdu ki;

 

“Hiç şüphe yok ki ümmetim, dalâlette (sapıklıkta) ittifâk etmez. Üm­metim arasında ihtilaf çıktığında «Aleyküm bissevad-il’a‘zam», siz büyük çokluğun içinde olunuz, onlardan ayrılmayınız.” 

 

Ayrıca Tirmizî’de İbn-i Abbâs (r.a.)’dan nakl edildiki; Pey­gamberimiz “şüphesiz Allâh bu ümmeti dalâlet üzerine ittifâk ettir­mez. Allâhın (kudret, ni’met) eli cemâat üzerinedir. En çok olan topluluğa tâbî olunuz. Çünkü cemâatten ayrılan kimse, cehennem yo­luna sapmıştır.” buyuruyorlar.

 

Hadîs-i Şerîf’de “Sevâd-ı A‘zam” diye ifâde buyrulan büyük toplu­luk, hiç şüphe yoktur ki Peygamber Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın yolunu ta’kip eden ehl-i sünnet velcemâat topluluğudur.

 

Ehl-i Sünnet vel’cemâat mezhebinin müctehidleri gerek amelî gerekse îtikâdî hususlarda esasta müttefiktirler. Ehl-i Sünnetin dışındakilerse esastan, temelden ayrılanlardır. Bugün dünyâda sâlik ve müntesibi bu­lunan amelde Hak mezheplerden Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî'nin hepsi de Ehl-i Sünnettirler.

 

Peygamberimiz hayatta iken, müslümanlar her türlü mes’elelerini Efendimizden, ondan sonra ise Sahâbe-i Kirâmın büyüklerinden sorup öğreniyorlardı. Mezheb İmamları diye bilinen bu mübârek zatlar dînî meseleleri Sahâbe-i Kirâmdan öğrenmişler ve bunları bir araya top­lamışlardır. Âyet, hadis ve sahâbede bulunmayan hususlarda da kendi ictihadlarını bildirmişler.

 

Ehl-i Sünnetin itikâtda mezheb imamları olan İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm Ebu’l-Hasen el-Eş’arî hazretlerinin: “Biz yolumuzda Allâh’ın kitâbı, Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünneti ile sahâbe, tâbiîn ve hadîs imamlarından rivâyet olunanlara bağlıyız” ifâdesi Ehl-i Sünnet vel’ce­maât’in esaslarını belirtmektedir. Bu itibarla âlimler bu esasları şu şe­kilde ortaya koymuşlardır.

 

İslâm’ın anlaşılmasında ve uygulanmasında Kur’ân’dan sonra sünneti esas almak.


Sünnetten sonra sahâbenin görüş ve uygulamalarını dikkate alarak, sahâbeyi hayırla anmak ve onlardan hiçbirisine kötü bir sıfat kullanma­mak. Aralarında meydana gelen anlaşmazlıkları ictihâdî bir farklılık şe­klinde değerlendirip, ilk dört halifenin hilâfetini meşru’ kabûl etmek.


Kitap ve sünnetten sonra icmâ’ ve kıyâsı, şer’î birer delil olarak kabûl etmek.


İndî ve ferdî görüşleri dikkate almayıp dînî mevzûlarda bir veya bir kaç kişinin değil, bilhâssa ilk müslümanların ekseriyetinin görü­şünü esas alıp, ümmetin ekseriyeti ile yâni cemâatle berâber olmak.

 

Ehl-i Sünnetten ayrılan ilk fırka, Mu'teziledir. Bu fırkanın başı olan Vâsıl ibni Atâ, Ehl-i Sünnetin büyük üstâzlarından Hasan-ı Basrî haz­retlerinin meclisinden "Büyük günah işleyen ne mü'mindir, ne de kâ­firdir" deyip îmân ile küfür arasında bir menzile, bir mertebe iddiâ ederek ayrılıp gitti. Böylece Ehl-i Sünnetten ayrılan ilk fırka oldu. Bu hususta Ehl-i Sünnet îtikâdı odur ki; "insan yâ mümindir yâ kâfirdir, îkisi arasında bir mertebe yoktur. Büyük günah işleyen günahkârdır, fakat o günâhı helâl saymadan yapmışsa yine de mü'mindir."

 

Mu'tezileden sonra Cebriye, Kerrâmiye, Neccâriye Mücessime, Müşebbihe, Kaderiye, Havâric, Ravâfız, Şîa, Vehhâbi ve sâire gibi Ehl-i sünnetten ayrılan daha birçok fırkalar zuhûr etti.(40) Büyük fitne çıktı. Hâdise ve mes'eleler çoğaldı.

 

Bu durum karşısında Ehl-i Sünnet âlim ve müctehidleri kollarını sı­vadılar. Onların kitap ve sünnete, ters düşen, uymayan, yanlış görüşlerini birer birer çürüterek hak ve doğru olanı beyân ve îzâh ettiler.

 

Îtikâd ve amel mevzûunda, Ehl-i sünnet çerçevesi dâhilinde ictihâd eden bu müctehidlerin mukallitleri (kendilerine tâbî olup, uyanları) müçtehitlerinin unvân ve isimlerine izâfeten Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî gibi isim ve unvanlar ile anıldılar. Böylece amelde mezhepler Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî gibi isimlerle isimlenmiş oldu. Îtikad da ise Mâtürîdî ve Eş'arî gibi isimlerle isimlendi. Bunların hepsi de Ehl-i Sünnettirler. Zîrâ esasta müttefiktirler.

 

Hak mezheplerin mukallitleri arasında hiçbir sûretle sürtüşme, bir­birini bâtıla nispet etme yoktur. Hanefî, Şâfiî. Mâlikî, Hanbelî gibi Ehl-i Sünnet yolunun yolcusu bu mezheplerin mukallitlerinden her biri, "bi­zim mezhebimiz savabtır (doğrudur), fakat hatâya ihtimali vardır" der­ler. Diğer Hak mezhep için ise "Aslâ savâba (doğruya) ihtimâli yoktur" demezler.

 

Zamânımızda ba'zıları 'Ben mezhep kabûl etmem. Peygamberimiz zamânında mezhep var mıydı?' diyerek mezheplere saldırıyorlar. On­ların suâline cevap vermeden önce biz de onlara sormak isteriz: Pey­gamber Efendimiz zamanında mezhepsizlik, mezhep dışı hareketler var mıydı, esâsen Peygamber Efendimiz hayattayken, Hak Teâlânın vah­yine muhâtab olup, Cebrâîl (a.s.)’la konuşup dururken onun Asr-ı Saâ­detinde, mezhepten bahsetmek câiz olur mu? Hiç şüphesiz aslâ câiz ve doğru olmaz.

 

Yukarıda zikrettiğimiz müçtehitlere izâfeten isimlenen bu Hak mez­hepler Peygamber Efendimizin yapmadığını ve yapılmasına işâret ve izin vermediğini yapmış değillerdir. Hepsi de beş vakit namazı, orucu, zekâtı, haccı, hülâsâ bütün hüküm ve ibâdetleri kabûl ederler. Ne var ki teferruât ve tatbîkatta ba'zı içtihad farkları vardır. Meselâ; sabah na­mazını, Şâfiîlerce ilk vaktinde, Hanefîlerce ise iyice aydınlandıktan sonra kılmanın efdal olması gibi. Teferruâttaki bu farklılıklarsa müslü­manlar için bir kolaylıktır.

 

Mezhebi red ve inkâr edenler dînin direği olan namâzın nasıl kılına­cağını bilemezler, şaşırırlar, perîşan olurlar. Zîrâ vesîlesiz, delilsiz, mezhepsiz, imamsız hiçbir yere varılmaz.

 

Mezhebi kabûl etmeyen adam, namazda İmâm-ı Azam'ın içtihâdına uymayacak, Şafiî'ye de uymayacak, Malikî ve Hanbelî'ye de uymaya­cak, o hâlde bunların içtihâdından hiçbirine uymadan bir namaz kılsın bakalım. Nasıl kılacak? Meselâ; Hanefî’de İmâm-ı Azâm'a göre namaza başlarken eller kulak hizâsına kaldırılır. Şâfiî mezhebinde ise hem na­maza başlarken, hem de rükûa giderken el kaldırılır. Mezhep kabûl etmem diyen kimse bu imamları kabûl etmediğine göre bu tatbîkatları yapmayacak. Mâlikî ve Hanbelî'ye göre olan tatbîkatları da yapma­yacak. O hâlde bunları yapmadan bir namaz kılsın bakalım nasıl kıla­cak? Şaşırır, ne yapacağını bilemez bocalar, bunalıma düşer, perîşan olur. İmâmı Rabbânî hazretleri Mebde’ ve Meâd adlı eserinde, mez­hebe tâbi olmanın ehemmiyetini belirterek, mezhepten çıkmak ilhâddır buyuruyor.

 

Zamânımızda bâzıları, zamana göre biz de içtihâd edelim demeğe kalkışıyorlar. Hattâ çok daha ileri gidip müçtehidlik taslıyorlar. Fil­hakîka içtihâd kapısı kapanmamıştır. Kıyâmete kadar açıktır. Ama ne var ki ehli kalmamıştır. Zîrâ müçtehit olabilmek için 14 Fenni gâyet iyi bildikten sonra 15. olarak da Mevhibe-i îlâhî olan İlm-i Ledünîye mazhar olmak lâzım gelir. Esâsen bütün mes'eleler hakkında, ehil olan müçte­hidler tarafından îcap eden içtihâtlar da yapılmıştır. Îslâm'da tıkanan bir nokta yoktur.

 

Şurası bir gerçektir ki İslâm, bütün hükümleri ile değişmeyen esaslar manzûmesidir. İslâm mâzîye hitap etmiş, hâle hitap ediyor, istikbâle de hitâp edecektir. İslâm dün ne ise bugün de, yarın da odur. Örf ve âdetle­rin dışında zamâna göre ahkâm değişmez. Zamânın tebeddülü ile ahkâm tebeddül etmez. Din, değişmeyen bir asıldır. O hâlde biz insanlar dîni kendimize değil kendimizi dîne uydurmakla mükellefiz.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de her şeyin hükmü vardır ammâ bu, yâ sarihtir (açıktır) veyâ mücmeldir (kapalıdır). Mücmel olan hükümleri herkes bilip çıkaramaz, onu ancak müçtehitler çıkarır ve çıkarmıştır. Nass ile (âyet, hadîsle) sâbit olan hükümlerde, içtihâda yer yoktur.

 

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'de yer alan 'Ezmânın teğayyürü (zaman­ların değişmesi) ile Ahkâmın teğayyürü inkar olunamaz' kâidesi "Mev­rîd-i nass'da içtihâda mesağ yoktur (âyet ve hadisle sâbit olan hükümlerde ictihâda yer yoktur)" hükmüyle ifâde edilen umûmî kâi­deye bağlı bir husustur.

 

Nitekim Mecelle'yi (maddelenmiş İslâm hukûkunu) hazırlayan hey'etten Ali Haydar Efendi merhum bunu şöyle îzâh etmiştir: Zama­nın değişmesiyle değişen ahkâm, örf ve âdet üzerine kurulan hüküm­lerdir. Nass ile sâbit olan hükümler değişmez. Zîrâ nass örften daha kuvvetlidir. Nass'ın bâtıl üzere olması aslâ muhtemel değil iken, örf bâtıl üzere olabilir.

 

Son devir dersiâmlarından ve Silsile-i Zeheb'in son halkası olan Sü­leyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri bu mezkûr kâidenin îzâhı sadedinde: "Ezmânın tebeddülü ile şer'î ahkam değil, dünyevî ahkâm ya’ni âdet ve ahvâl tebeddül eder. Okka yerine kilo, dirhem yerine gram, arşın yerine metre kullanılıp cübbe yerine ceket giyildiği gibi. Ahkâm-ı ilâhî ise değişmez; o kıyâmete kadar sâbit ve bâkîdir." buyurmuşlardır.

 

* * *

 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât adlı muhalled eserinde ayrıca buyuruyor ki;

 

"Hiç şüphe yoktur ki; Resûlullah Efendimizin ve ashâbının yolunda dâim olanlar, Ehli Sünnet vel’-Cemâat fırkasıdır. Allâhü Teâlâ bunların gayret ve çalışmalarını makbûl eylesin. İşte fırka-i Nâciye bunlardır." (Mektûbât-ı İmâmı Rabbânî, 1/80)

 

"İnsan için elbette üç şey lâzımdır ki, ebedî kurtuluş müyesser olsun. O da; ilim, amel ve ihlâstır". İlim iki kısma ayrılır. Birincisi; amel (ibâdet ile alâkalı ilim)’dir. Bu hususlar, fıkıh ilminde açıklanmış, îzâh edilmiş­tir. İkincisi, İ’tikad ve kalbî yakîndir. (yâni kalbin yakînen, kesin olarak inanıp tasdik etmesi ile alâkalı olan ilimdir.) İlmin bu kısmı da, "İlm-i Kelâm’da (Akâid İlminde) fırka-i Nâciye (kurtulan fırka) olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat’ın görüşü üzere tafsîlâtıyle anlatılmıştır.

 

İlim ve amelin rûhu makâmında olan ihlâsın elde edilmesi ise sofiye yoluna tevessül ile mümkindir. Vazların hülâsası, nasîhatlerin özü, dîne ve şerîata bağlı olanlarla berâber olmaktır. Dîne, şerîata bağlı olanların da, Fırka-i Nâciye olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat mezhebine bağlı bulun­malarıdır.

 

Bu büyüklere uymadan, onların görüşlerine tâbî olmadan felâh (kurtuluş) mümkün değildir. Aklî, naklî ve keşfî deliller bu mânâya şâhittir. Bir şahsın, Sırât-ı Müstakîm olan Ehl-i Sünnet büyüklerinin yolundan hardal tânesi kadar ayrıldığı bilindiği zaman, onun soh­betinin öldürücü zehir olarak bilinmesi ve (en zehirli yılan olan) Ef’â yılanlarıyla oturmak gibi görünmesi ve onların öldürücü sohbetinden kaçınılması lâzımdır.

 

İhlaslı olabilmek için vârîs-i Nebî olan Mürşid-i Kâmil’in mânevî terbiyesine girip tasavvufun potasında erimek, tasavvufun vecd ve zevkine ermek lâzımdır. Zîrâ ihlâsın mektebi tasavvuftur. Vâsıtasız, vesîlesiz menzil-i maksûda ulaşılamaz.

 

Ne mutlu, Peygamber Efendimizin ve Ashâbının olduğu îtikad, amel ve yol üzerine olanlara. 

 

 

 

 

 

(39) Bu hususta İmâmı Rabbânî Hazretleri buyurdular ki: "73 fırkadan 72’sinin cehenneme dâhil olması demek, cehennemde dâimi ve ebedî kalacak demek değildir. Cehennemde ebedî kalmak îmâna zıdtır ve kâfirlere mahsustur. Bu o demektir ki onlar bozuk i’tikadları sebebiyle cehenneme girerler. i’tikadlarının bozukluğu hasebince cehennemde azap görürler. Fakat fırka-i nâciye olan bir fırka böyle değildir onlar cehenneme uğramadan cennete giderler. Ancak onlardan da kötü amel işleyıp tevbe ve şefaâtla afv olunmayanlar günahları miktârınca cehennemde azap olunurlar.

 

Şer’an sâbit olan hükümleri red ve inkâr etmeyip bizzarûre dinden geldiği bilinen hükümleri kabul eden, i’tikad bozukluğu küfür derecesine varmamış olanlara her ne kadar cehennemde ebedî kalmak yoksa da, cehennem azâbı vardır." Esâsen tevbe ve şefâatla afvını kazanamayan bütün günah ve isyan ehline cehennem azâbı şâmildir. (Mektûbâtı İmâmı Rabbânî 3/53 mektub 38.)

 

(40) CEBRÎYE: Bunlar; kulun meydana gelen herhangi bir işte dahli yoktur. O cansız varlık mesâbesindedir derler. Bu iddiâ ise tamâmen yanlıştır zîrâ kul kâsip, Mevlâ hâlıktir. Cenâb-ı Hak kuluna bir irâdei cüz’iye vermiştir. İrâdei cüz’iye: Allâh ü Teâlâ’nın kuluna verdiği mahdut bir selâhiyet ve tercih hakkıdır. Fakat ehemmiyeti pek büyüktür. Zirâ insan iradesini hayra sarf ederse Allah ü Teâlâ hayrı halk eder. Şerre sarf ederse şerri halk eder. Onun için insan cenneti de, cehennemi de kendi irâdesiyle satın alır. Evet hâlık, yaratıcı yalnız Allahü Teâlâdır. Ne var ki kul kâsip isteyip çalışan, Allâhü Teâlâ ise halk edip, yaratandır. Eğer insanda böyle bir irâdei cüz’iye ve tercih hakkı olmasaydı Allahü Teâlâ kuluna imtihan fırsatı vermemiş, onu hayra veya şerre zorlamış olurdu. Halbuki Allâhü Teâlâ kuluna zorla bir şerri işleyip sonra da cezalandırmaktan münezzehtir.

 

NECCÂRÎYE: Bunlar; Allah’ın sıfatlarını inkâr ederler. Kur’ân-ı Kerîm yazıldığında cisim, okunduğunda arazdır derler.

 

MÜCESSİME: Bunlar Allâh’ın husûsi makâmı vardır. O da Arştır derler. Allah cisimdir, başka cisimlere benzemez derler. Müşebbihe, kerrâmiye, mu’tezile ve cühemiye bunların hepsi aynı görüştedirler.

 

KADERİYE: Mu’tezile mezhebinden ayrılmış bir fırkadır. Bunlara göre şer Allâh’ın takdîriyle meydana gelmez, kulun veya şeytanın işidir.

 

RAVÂFIZ ve ŞÎA: Bu; Hz. Ali ve çocuklarına sevgi ve bağlılık iddiâsıyla ortaya çıkan, halifeliğin yalnız onlara âit olduğunu söyleyen dînî ve siyâsî bir hareketin adıdır. Bunlar mest üzerine meshi kabul etmezler. Onlara göre çıplak ayak üzerine mesh meşrûdur. Bu görüşleri ile Resûlullah’ın sünnetinden çıkmış oluyorlar.

 

Bir kısım şîîler nikâh-ı mut’ayı (muvakkat nikâhı) câiz görürler. Halbuki nikâhı mut’a Hay­ber’in fethinde men edilmiş, haram kılınmıştır. Birkaç günlüğüne, bir aylığına, bir seneliğine gibi muvakkat nikâh olmaz. Bu bâtıldır, zinâdır, haramdır. Böyle şey aslâ câiz değildir zîrâ nesep karışır. Doğan çocuk hangi erkekten olmuştur, kimin çocuğudur belli olmaz.

 

Sonradan Câferî, Revâfız vs. gibi daha birçok adlarla anılan şiîler netîce itibâriyle üç sınıfa ayrılırlar. Bunlardan bir kısmı bütün ibâdetlerini yapmakla berâber Hz. Ali’yi fazla severler. Bir kısmı ona peygamber der, bir kısmı da vardır ki hâşâ Allah der. Bu son ikisi Gulât kısmıdır.

 

BEKTÂŞÎLİK: Bektâşîlik, Balım Sultan’a kadar ehl-i sünnet akîdesine bağlı kalmıştı. Ancak sonradan bu tarîkata sızarak başa geçen Balım Sultan (ölümü 1515), hurûfîliği ve ehl-i sünnete zıt nefsânî arzûlarına göre uydurduğu bir bâtınî düşünceyi, Bektaşîliğê sokmak sûretiyle bu ehli sünnet tarikatını bozdu. Önceleri Bektaşîlik, Yeniçeri Ocağı ile iç içe yaşamış ve ordu içindeki mânevî nüfûzu ile ehemmiyetini korumuştu. Ne var ki sonraları bu tarîkat, Osmanlı Devleti içine sızmak isteyen îtikâdı bozuk zümrelerin hedefi hâline gelmişti. Sapık fikirlerine mesned arayan, daha ziyâde siyâsî maksatlı kişilerin menfî çabası ile bu tarîkat bozulmuş ve yıpratılmıştır. Bu ve benzeri tesirler sebebiyle gün geçtikçe serkeşleşen ve ele avuca sığmaz hâle gelen Yeniçeri Ocağı ile birlikte, Bektâşî tekkeleri de Sultan İkinci Mah­mud Han tarafından kapatılmıştır. (1826)

 

Bektâşîlik tarîkatının da, şiî, hurûfî ve ehli sünnete zıt bâtınî kişiler tarafından bozulmuş bir tarîkat olduğu; Nakşîlerin ise sünnî akîdelere bağlılıktaki hassâsiyetleri dikkate alınarak yine Sultan İkinci Mahmud Han devrinde Bektâşî şeyhlerinin nakşibendî olması kararlaştırıldı ve “Bundan sonra Bektâşî tekke şeyhlerinin yerine nakşibendî şeyhleri getirilecek” şeklinde fermanlaştırıldı.

 

Nakşibendîlik ehl-i sünnet esaslarına riâyeti ve şer’î esaslara müstenid bir tarîkat anlayışını kabul etmesi sebebiyle ulemâ arasında ve ilim çevrelerinde çok revaçta idi. Osmanlı sultanları nezdinde de büyük alâka görmüştür.

 

VEHHÂBÎLİK: M. 1778’de Muhammed ibni Abdülvahhâb tarafından Hicâz’ın Necid bölgesinde kurulmuş bid’at ehli bir topluluktur. Bunlar İbni Teymiye’nin görüşlerini olduğu gibi kabûl ederler. İngilizlerin kurdurduğu bu sapık fırka ile Osmanlı devleti çok mücâdele etti. Fırsat buldukça şiddete başvuran, karşılık görünce kabuğuna çekilen bu sapık fırka ihtilâlle Hicâz ülkesine hâkim oldu. Bunlar; Cenâb-ı Hak Arş’da mekânlanmıştır derler. Hâlbuki Allâhü Teâlâ zaman ve mekândan münezzehdir. Vehhâbîler şefâatı inkâr ederler. Tasavvuf ve kerâmete inanmazlar. Türbelere hürmeti men' ederler. Bir kısım Vehhâbîler de Şîîler gibi abdestte ayaklarını yıkamaz, meshederler.

 

Vehhabîler ellerine geçirdikleri her köy ve şehirlerdeki türbeleri harâbe hâline getirdiler. Bütün Sahâbe-i Kirâmın kabirlerin yıkıp yerle bir ettiler. Buralarda kabir olduğunu gösteren belirtilerden başka bir şey bırakmadılar.

 

BAHÂÎLİK: Bahâîlik önceki adıyla Bâbîlik olup Şirazlı Ali Bâb (M. 1844) tarafından fitne tohumu saçılarak müslümanların arasını açan bu sapık, İslâm âlimlerini onun kâfirliğine fetvâ vermesi üzerine şah Nâsıruddin’in emriyle îdâm edildi. Daha sonra onun sapık fikirlerini Mirzâ Hüseyin adındaki birisi yaymağa başladı. İran'da ortaya çıkan ve Bahâîlik adını alan pek çok haramı helal kabul eden bu fitne, hile ve delavereleriyle emperyalizmi, gizli ve açık dolaplarıyla Siyonizmi, misyonerlik teşkilatıyla da haçlı zihniyetini temsil eden bir şer cereyandır. Kendilerini Ruslar ve İngilizler çok kullanmışlardır.

 

İBNİ TEYMİYYE: (H.728-M.1332) Ashâbı kirâmın büyüklerine, mezhep imamlarına ve tasavvuf ehline dil uzatan biridir. Allah dostlarına, tasavvuf büyüklerine dil uzatarak ehl-i sünnet yolundan ayrılmasından dolayı hak mezhep âlimlerinin fetvâsı ile müebbet hapse atılmış ve orda da ölmüştür.

 

FÂTIMÎLER: Bunlar müfrit şîî-İsmâîlî’dirler. Adını Hazreti Fâtıma’dan almakla beraber iddiâ ettikleri nesep, soy kesin şekilde uydurmadır. Aslında Kuzey Afrika’ya gelmiş bir İranlı’nın neslindendirler. Sonradan koyu Arap eylemcisi bir Şîî hânedandır. M. 910’da Tunus’a hâkim olduktan sonra az zamanda Atlantikden Mısır’a kadar bütün Kuzey Afrikayı ellerine geçirdiler. Sünnî Endülüs Emevîler’i bu Fâtimî yayılmasını durduramadı. Nihâyet M. 1171’de kuvvetli Türk ordusu ile Selâhaddin Eyyûbî bu Şîî Fâtımîler’in son kaldıkları yer olan Mısır’daki hâkimiyetlerine son verdi.

 

YEZÎDÎLER: Acemden bir peygamber geleceğine inanan Hâricîlerden bir fırkadır. DÜRZÎLER: Bunlar Yemen’deki Süryânî kökenli Araplardan gelme Şîî, İsmâilî, Fatimî nitelikli bir cereyandır. Bunlar Allah’ın birliğini inkâr ederler. Ülûhiyyetin insan şeklinde tezâhür ettiğine inanırlar. En son olarak kurucuları Hâkim adında birisinin ilâh olarak mey­dana çıktığını hâşâ Allâh’ın ona hulûl ettiğini iddiâ ederler. Tenâsuha inanırlar. Yâni ruh bir bedenden çıktı mı o anda doğan insanın veya hayvanın bedenine girer derler. Oysa böyle şey yoktur. İnsan ölünce rûhu Âlem-i Berzahtaki hücresine çekilir, kıyâmeti bekler.

 

Dürzîlere göre âhiretle ilgili cennet, cehennem, hesap, cezâ, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyâdadır âhirete inanmazlar. Dürzîler Lübnan’ın dağlık yerleri ile Sûriye’nin bâzı kesim­lerini mekân edinmişlerdir.

 

KÂDÎYÂNÎLER: 19. yüzyılın sonunda Hindistan’ın Pencap kesiminde Mirzâ Gulâm Ahmed Kâdîyânî’ye İngilizler tarafından kurdurulmuş bir harekettir. Bunlar birçok nokta­larda ehli sünnetten ayrılırlar. Kâdîyânî’nin oğlu Mahmut Ahmed babasının mesih old-uğunu ileri sürmüştür.

 

Kâdîyânîlik, Pakistan’da Pakistan parlementosunun 7 Eylül 1974 târihli kararı ile İslâm dışı bir azınlık olarak îlân edilmiştir.