Mekke Devri: İlk Vahiy ve Risâletin Başlaması

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), 38 yaşında iken, bir takım ışıklar, pı­rıltılar görmüş, sesler duymuş, fakat bunların neler olduğunu ilk anda anlayamamıştı.

 

Resûlullâh (s.a.v.), 39 yaşında iken, olduğu gibi çıkan sâdık rûyâlar görmeye başladı. Gündüz cereyân edecek hâdiseler, uyku ile uyanıklık arasında gösteriliyor, Peygamberliğe alıştırılıyordu. Bu hâl, altı ay kadar devam etti.

 

Bundan sonra kendisinde; şehirlerden, insanlardan, evlerden uzak­laşmak, Mekke vadilerinin kuytu yerlerine çekilmek, vâdilerin derinliklerine dalmak arzusu uyandı. Mübârek aylarda, zaman zaman, Mekke’ye üç mil uzaklıkta bulunan Hırâ, diğer adı Nur dağındaki ma­ğaraya çekilir, orada Melekût-ü İlâhiyyenin vüs’at ve azametini tefek­kürle meşgul olurdu. Öyle ki, Hırâ dağı, artık Kâinâtın Efendisi’ne ibâdet ve istiğrak sediri olmuştu.

 

Hırâ dağında bulunduğu esnâda kendisine, ya Melek görünür, ya da nidâlar gelirdi.

 

Mîlâdın 610. yılının mübârek Ramazân-ı Şerif ayının 17. pazartesi günü Allâh’ın Resûlü Muhammed Mustafâ yine Hırâ dağındaki ma­ğarada idi. Bir gece evvel, rûyâsında Cebrâil Aleyhisselamı görmüştü.

 

Cebrâil (a.s.), Peygamberimiz mağarada iken, göründü. Ve “İkra’ (oku!..)” diyerek Allâh’ın (c.c.) emriyle ilk vahyi getirmiş oldu.

 

“Mâ ene bi-kâriin (neyi okuyayım?)” dedi. Cenâb-ı Hakk’ın hik­meti îcâbı, Peygamber Efendimiz o ana kadar hiç ilmî tedrîsât görme­mişti. Zîrâ Rabbimiz onun tâlim ve terbiyesini bizzat kendisi üzerine almıştı.

 

Cebrâil (a.s.), üç kere aynı emri tekrarladı ve aynı cevabı aldıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in mübârek göğsünü, üç defa sıktı ve Allâh’ın ismiyle okumasını istedi. Böylece, Cibrîl tarafından kendi­sine, mânevî bir ameliyât tatbik edilmiş oldu.

 

Aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bir nüshası Levh-i Mahfuz’da, bir nüs­hası da Fahr-i Kâinât’ın kalbinde yazılı idi. Cibrîl tarafından tatbik edilen bu ameliyât ile, Fahr-i Kâinât’ın kalbi üzerinden perde kaldı­rılmış pek büyük bir mu’cize zuhûr etmişti.

 

İşte ilk vahiy...

 

“İkra’, bismi rabbikellezî halak, ... (Seni yoktan vâr eden, ânen fe ânen terbiye edip büyüten Rabbinin ismiyle oku!. O, çok kerîm olan Rabbinin hakkı için ki, o, kalemle ta’lim etti, insana bilmediklerini öğ­retti...)” (Sûre-i Alak, 1-5)

 

Alak sûresinin başında bulunan bu âyet-i kerîmeler ilk gelen vahiy idi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisine vahyolunan âyetleri telakkî ettikten sonra, yüreği titreyerek, heyacanlı bir hâl içinde evine döndü. Hz. Hatîce’nin yanına geldi. Hz. Hatîce kendisini karşıladı ve “Anam babam sana fedâ olsun! Ben senin yüzünde, şimdiye kadar hiç görme­diğim bir nur görüyor, sende şimdiye kadar hiç duymadığım bir koku hissediyorum” dedi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Beni örtün,.. beni örtün..” buyurdu.

 

Hz. Hatîce, onu örttü. Ürpermesi geçinceye kadar bekledi.

 

Resûlullâh hâdiseyi, olduğu gibi Hz. Hatîce’ye anlattı. Vahy olunan âyeti ona okudu. Hz. Hatîce de heyecanlanmakla berâber, onu tesellî etti; “Hiçbir korku ve kaygıya sebep yok, boşuna üzülüyorsun. Allah, senin gibi bir kuluna kötülük eriştirmez. Zîrâ sen, akrabalık haklarına riâyet ediyorsun, sözünde doğrusun, güçlüklere dayanırsın, müsâfir­leri ağırlarsın. Felâkete uğrayanların yardımına koşarsın. Herkes naza­rında sen Muhammedü'l Emîn'sin. Böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz.” dedi.

 

Hz. Hatîce hazırlandı Resûlullâh’ı yanına alarak birlikte amcazâdesi Varaka bin Nevfel’e gittiler. Bu fevkalâde hâli Varaka’ya anlattılar. Va­raka, çok sevindi. “Kuddûsün! Kuddûsün! Eğer anlattığınız gibi ise, ona gelen; Hz. Mûsâ’ya gelen Nâmûs-u Ekber’dir, yâni büyük melek­dir. Ah!.. Ne olurdu.. Halkı, yeni dîne dâvet edeceğin günlerde genç olsaydım... Kavmin, seni yurdundan çıkaracakları zaman sana yardım etseydim.” dedi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Yâ, onlar beni yurdumdan da mı çıkaracaklar?” dedi.

 

Varaka; “Evet. Çünkü, senin gibi bir şeyi getirmiş, vahiy tebliğ etmiş de düşmanlığa uğramamış hiçbir peygamber yoktur. Eğer senin dâvet günlerine erişirsem, sana bütün gücümle yardım ederim, yâ Muham­med...” dedi.

 

İLK MÜSLÜMANLAR

 

Hz. Peygamberimiz peygamberliğini ilk önce, en güvendiği insan­lara açtı.

 

Kendisini bu yolda, herkesten önce tasdik ederek îmân ve hidâyet ile müşerref olan ilk müslümanlar;

 

Kadınlardan, Hazreti Hatîce radıyallâhü anhâ,

 

Hür erkeklerden, Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh,

 

Çocuklardan, Hazreti Ali radıyallâhü anh,

 

Azatlı kölelerden, Zeyd ibn-i Hârise radıyallâhü anh,

 

Kölelerden, Bilâl-i Habeşî radıyallâhü anh oldu.

 

Hz. Hatîce (r.anhâ) Vâlidemizin Müslüman Olması

 

Hz. Hatîce; Meysere’nin Şam seyâhatinde gördüklerini kendisine an­latması, amcazâdesi, Varaka bin Nevfel’in ifadeleri ve meşhur râhib Cercis (Bahîrâ) ve diğer râhip Nastûrâ’nın konuşmaları netîcesinde, peygamberi­miz hakkında tam bir bilgi sahibi olmuştu. Cibrîl-i Emin hakkında ma’lûmâtı vardı. Âyet-i kerîmeler nâzil olur olmaz ve dâvet emrini ifâde eden âyetleri duyunca herkesten evvel Hatîcetü’l-Kübrâ vâlidemiz îmân etmiş, en ufak bir tereddüt göstermemiş, dünyânın hiçbir hanımına nasip olmayan bu büyük şerefi kazanmak bahtiyarlığına nâil olmuştur.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Hatîce vâlidemize, Cebrâil (a.s.)’ın kendisine öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra, Peygamber Efendimiz imam oldu ve birlikte iki rek’at namaz kıldılar.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in Müslüman Olması

 

Hz. Ebû Bekir, Kureyş’in zengin, îtibârlı ve sözü en çok geçen kim­selerinden biri idi. Peygamberimiz ile önceden de samîmî dostlukları vardı. Peygamberimiz’i arayan, onu Hz. Ebû Bekir’in yanında bulurdu.

 

O diğer insanlar gibi putlara tapmaz, çocukluğundan beri onlara buğz eder, diğer insanların da tapmamasını isterdi.

 

Hz. Ebû Bekir, (r.a.) sâdece Allâh’ın varlığına ve birliğine inanmış, fakat ona delâlet edecek birini bulamadığı için, beklemeyi uygun bul­muştu. Peygamber Efendimiz’e risâlet gelince, hiç tereddüt etmeden, hemen hak dîni kabûl edip, Müslüman oldu. Sonra da etrafındakileri bu yüce dîne dâvete başladı. Amma bu hususu birden herkese söylemiyor, sâdece güvendiği kimselere müslüman olmalarını telkin ediyordu.

 

Kendisi müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da müslüman olmaları için iknâ etti. Ashâbı Kirâm’ın ileri gelenlerinden Osman ibni Affân, Talhatübni Ubeydullah, Zübeyr ibni Avvâm, Abdurrahman ibni Avf, Sa’d ibni Ebî Vakkâs gibi kavminin ileri gelen yüksek şahsiyetleri bunların belli başlılarıdır. Bunlar müslü­manlığı kabûlde, namaz kılmakta, Peygamber Efendimiz’i ve ona Al­lah’dan geleni tasdikte herkesi geçtikleri için, ilk müslüman olan bu zatlara “Sâbikûn-u Evvelîn” denir

 

Hz. Ali (r.a.)’nin Müslüman Olması

 

Hz. Ali, Peygamberimiz’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Ebû Tâ­lib’in âile efrâdı çok kalabalık olduğundan Hz. Ali’yi Peygamberimiz yanına almıştı. Hz. Ali, o zaman henüz beş yaşında bir çocuktu.

 

Küçük yaştan îtibâren, âhirzaman Peygamberi’nin terbiyesi altında yetişen Hz. Ali (r.a.), Resûlullâh Efendimiz’e peygamberlik verildikten sonra, bir ara Hz. Peygamberimiz’in Hz. Hatîce ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; “Yâ Muhammed! Bu ne?” diye sordu.

 

Peygamber Efendimiz de; “Yâ Ali! Bu, Allâh’ın seçtiği, beğendiği dînidir. Ben seni, bir olan Allâh’a inanmaya dâvet eder, insana faydası da zararı da dokunmayacak olan Lât ve Uzzâ’ya bağlanmaktan tahzîr ederim.” dedi.

 

Hz. Ali; “Ben, bu dîni bugüne kadar hiç işitmedim. Babama bu hu­susta bir danışayım.” dedi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), peygamberliğini daha açıklamadan önce, Hz. Ali’nin bunu yapmasını doğru bulmadığından; “Yâ Ali!.. Eğer sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak olursan, gördüğünü gizli tut, kimseye söyleme.” dedi.

 

O gece geçti. Sabahleyin, Hz. Ali Peygamber Efendimiz’in yanına geldi ve “Bana söylediğin şeyi tekrarlar mısın.” dedi.

 

Hz. Peygamberimiz sözlerini tekrarlayınca, Hz. Ali müslüman oldu ve müslümanlığını babası Ebû Tâlib’den korkarak gizli tuttu. Hz. Ali, müslüman olduğu zaman dokuz-on yaşlarında idi.

 

İSLÂM’A AÇIK DÂVET

 

Peygamber Efendimiz, halkı islâma dâveti, ilk önceleri gizli şekilde yapmış ve inananları putlardan ayırmaya başlamıştı. Kendisine, daha ziyâde gençlerle halkın zayıf ve fakir olanları îmân etti. Zâten ilk emir, onların ibâdetlerini gizli olarak yapması şeklinde idi. Çünkü, kendile­rine îmân etmeyenlerden bir zarar gelebilirdi. Hattâ, namazda Kur’ân-ı Kerîm açık açık okunmazdı.

 

Bu hâl üç yıl böyle devam etti. Bundan sonra İslâmiyet’in gizlenme­sine lüzum kalmamış, İslâma açıktan dâvet zamanı gelmişti. Peygam­ber Efendimiz, (s.a.v.) alenî teblîğatta bulunmakla emrolundu. Bununla ilgili şu Âyet-i Kerîmeler nâzil oldu: “Ve enzir aşîretekel-akrabîn... (Yakın akrabalarını inzâr et. Cenneti, cehennemi, ahkâm-ı Rabbâniy­yeyi tebliğ etmek sûretiyle korkut. Hakk’a dâvet edip uyar. Mü’min­lere, sana tâbi olanlara rahmet ve himâye kanatlarını aç, indir. Şâyet, sana âsî olup karşı dururlarsa, onlara; ‘Ben sizin işlediklerinizden tamâmiyle uzağım’ de.)” (Sûre-i Şuarâ, 214-216).

 

“Fesda’ bimâ tü’mer.. (Sana emrolunanı çatlatırcasına, tam bir ıs­rarla, hiçbirşeyden çekinmeyerek memuriyetini cehren açıkca, beyân et ve müşriklerin yaptıklarına aldırma, onlara ehemmiyet verme.)” (Sû­re-i Hıcr, 94).

 

Bu âyetler nâzil olunca, ilk iş olarak, o âna kadar gizli okunan Kur’ân açıkça ve yüksek sesle okunmaya, islâma dâvet de açık açık yapılmaya başlandı.

 

Akrabalara İlk Dâvet ve Bir Mu’cize

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’yi çağırarak; “Bize bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt hazırla. Sonra Abdülmuttaliboğullarını bana çağır. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara ulaştıra­cağım” dedi.

 

Hz. Ali (r.a.), yemeği yaptıktan sonra Abdülmuttaliboğullarını Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Dâvetliler; Peygamber Efendimizin amcaları Ebû Tâlib, Abbas, Hamza, Ebû Leheb ile Abdimenafoğullarından bâzıları olmak üzere, ikisi kadın kırkbeş kişi idiler. Peygamber Efendimiz, bir insanın tek başına yiyebileceği miktardaki eti parçaladı, dâvetlilere; “Bismillah, buyurun” dedi.

 

Hepsi ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak ellerinin uzan­dığı yerlerden, azıcık bir kısmının eksildiğini gördüler. Sonra bir insa­nın yalnız başına içebileceği miktardaki sütü içmeğe başladılar. Her birisi ondan da kanasıya içtiler. Etin ve sütün kalanları, sanki hiç el dokunulmamış gibi idi.

 

Şaşılacak şey, söze başlamak isteyince Ebû Leheb hemen ortaya atıldı “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik” dedi, ilâhî tebliğe karşı çıktı, cemâatı dağıttı.

 

Akrabalara İkinci Dâvet

 

İlk dâvette, Ebû Leheb’in çirkin sözleri ve davranışı Resûlullâh’ın çok ağırına gitti. Günlerce bekledi. Sonra Cebrâil (a.s.) gelip, «Allâh’ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini» Peygam­ber Efendimiz’e emretti, cesaretlendirdi. Ertesi gün Peygamber Efendi­miz, Hz. Ali’yi çağırdı; “Ey Ali! Şu adam, senin de işittiğin gibi, sözleri ile önüme geçti ve mâni oldu. Ben onlarla konuşamadan dağıldılar. Sen önce yaptığın gibi yine bize yemek yap. Sonra onları bana topla.” dedi.

 

Bu ikinci toplantıda da yenilip içildikten sonra, Resûlullah toplu­luğa hitâben şunları söyledi: “Hamd Allâh’a yaraşır ki, ben ona hamd ederim. Yardımı da ondan dilerim. Ona inanır, ona dayanırım. Şüphe­siz bilir ve bildiririm ki, Allah’dan başka ilâh yoktur. O birdir, onun eşi ve ortağı yoktur. Her hâlde, otlak aramağa gönderilen bir kimse gelip âilesine yalan söylemez. Vallâhi ben kimseye yalan söylemem. Sizi dâvet ettiğim Allah, öyle bir Allahtır ki, ondan başka ilâh yoktur. Ben de o Allâh’ın hâssaten size, umûmî olarak da bütün insanlara gönder­diği peygamberim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan he­saba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötü­lüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar, yâ temelli cennette kalmak ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azabıyla ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.”

 

Bu sözler üzerine, Ebû Leheb’den başka herkes yumuşak ve müsâit sözler söylediler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) konuşmaya şöyle devâm etti: “Ey Ab­dülmuttaliboğulları! Vallâhi, Araplar içinde, benim size getirdiğim dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve ha­yırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki, o da; ‘Al­lah’dan başka ilah bulunmadığına ve benim de, Allâh’ın Resûlü oldu­ğuma şehâdet getirmenizdir.’ Yüce Allah, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu. Siz bu hususta, görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da gör­dünüz. O hâlde, hanginiz bana yardımcı ve kardeşim olmayı, cenneti kazanmayı kabûl eder, buyurdular.

 

Bu sözleri duyunca hepsi sustular. Peygamber Efendimiz, bu sözle­rini üç defa tekrarladı. Diğerlerinin sükûtuna mukâbil, Hz. Ali her de­fasında ayağa kalkarak; “Yâ Resûlallâh!.. Sana yardımcı ben olurum ben! Gerçi, bunların yaşça en küçüğüyüm. Görüşüm kısa, vücûdum bücür, kollarım zayıf, baldırları en incesiyim. Buna rağmen ben bu işte senin vezîrin ve yardımcın olurum.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun elini tuttu.

 

Orada bulunanlar güldüler, gözlerini bir Ebû Tâlib’e bir de bu söz­leri söyleyen çocuğa çevirdiler ve dağıldılar. Henüz onüç yaşında olan bu çocuk neler söylüyordu. Hâl böyle iken, hâlâ nasibsizler gözyaşı içinde boğulmuyor, erimiyor, kendilerinden geçmiyor ve teslim olmu­yorlardı. Çâre yoktu. Allâh’ın mühürlediği kalbi kimse açamazdı. Fakat hidâyetten nasîbi olanlara da kimse mâni olamazdı.

 

Daha Geniş Çapta Da’vet

 

Peygamber Efendimizin kendi yakın akrabâlarını Hakk’a dâvetten sonra, sıra bütün Mekke halkına gelmişti.

 

Resûlullâh bir gün, evinden çıkıp Safâ tepesine çıktı. Orada, yüksek bir taşın üzerinde şehâdet parmaklarını kulaklarına koyup “Yâ Sa­bâhâh!”(8) diye seslendi.

 

Bu dâvet bir mu’cize olarak altı saatlik mesafeden duyuldu. Zîrâ

 

“Kim bu seslenen?” dediler.

 

“Muhammed (s.a.v.) Safâ tepesinden sesleniyor!” denildi.

 

İşitenler, gelip Peygamberimizin karşısında toplandılar. Gelemeyen­ler de niçin toplanıldığını anlamak maksadiyle yerlerine adam gönder­diler. Toplananlar “Ey Muhammed! Ne haber var sende?” diye sordular.

 

Peygamberimiz: “Benimle, sizin hâliniz; düşmanı görünce, âilesini haberdâr etmek üzere koşan ve düşmanın, kendisinden önce âilesine yetişip zarar vermesinden korkarak (Yâ Sabâhâh!) diye haykıran bir adamın hâline benzer.

 

Ben, size şu dağın arkasından bir düşman ordusu geliyor desem veya şu vâdiden atlılar çıkacağını, veya sabaha, akşama düşman baskınına uğ­rayacağınızı söyleyecek, bildirecek olsam, beni tasdik eder misiniz?” dedi.

 

“Evet, sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye rastlamadık! Sen, bizim yanımızda itham edilmiş bir kimse değilsin, sende hiç bir yalana da rastlamış değiliz!” dediler.

 

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):

 

“Ey Kâ’b bin Lüeyoğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Mürre bin Kâ’boğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Abdüşşemsoğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Abdimenâfoğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Hâşimoğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Abdülmuttaliboğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!

 

Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi, Allah’dan satın alınız! Ben, size Al­lah’dan gelecek bir zararı ne önleyebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim!

 

Ey Abdimenâfoğulları! Kendinizi, Allah’tan satın alınız!

 

Ey Abdülmuttalipoğulları! Kendinizi Allah’dan satın alınız! Ben, size Allah’dan gelecek bir zararı ne önleyebilirim, ne de bir fayda sağ­layabilirim!

 

Ey Zübeyr bin Avvâm’ın annesi ve Muhammed’in halası Safiyye!

 

Ey Muhammed’in kızı Fâtıma!, Kendinizi Allah’dan satın alınız! Malımdan dilediğinizi benden isteyin. Fakat ben size Allah’dan gele­cek bir zararı ne önleyebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim!

 

Ey Abdülmuttalib’in oğlu Abbas! Ben, size Allah’dan gelecek bir zararı ne önleyebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim!” dedi.

 

Bundan sonra Peygamberimiz “Ey Fihr Hânedânı!” diye seslendi.

 

Ebû Leheb, sinirli sinirli “İşte, sana Fihr oğulları geldiler. Ne söyle­yeceksen söylesen a!?” dedi.

 

Peygamberimiz “Ey Gâlib Hânedânı!” diye seslenince, Fihr Hâne­dânından Muhârip ve Hârisoğulları dönüp geri gittiler.

 

Peygamberimiz “Ey Lüey Hânedânı!” diye seslenince, Teym oğul­ları dönüp geri gittiler.

 

Peygamberimiz “Ey Kâ’b Hânedânı!” diye seslenince Âmir oğulları dönüp geri gittiler.

 

Peygamberimiz “Ey Mürre Hânedânı!” diye seslenince, Adiy, Sehm ve Cumahoğulları oradan ayrıldılar.

 

Peygamberimiz “Ey Kilâb Hânedânı!” diye seslenince, Mahzun ve Teym bin Mürre oğulları oradan ayrıldılar.

 

Peygamberimiz “Ey Kusay Hânedânı!” diye seslenince, Zühre­oğulları oradan ayrıldılar.

 

Peygamberimiz “Ey Abdimenaf Hânedânı!” diye seslenince, Ab­düddâr ve Esedoğulları da oradan ayrıldılar.

 

Ebû Leheb, “İşte, Abdimenâfoğulları! Ne söyleyeceksen söylesen a!?” dedi.

 

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):

 

“Ben size, önünüzdeki şiddetli bir azâbın bildiricisiyim. Yüce Allah bana, en yakın akrabalarımı âhiret azâbı ile korkutmamı emretti.

 

Sizi «Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerike leh (Allah’dan başka ilâh yoktur. O, birdir, onun eşi, ortağı yoktur.)» diye şahâdet getirmeye dâvet ediyorum! Ben de o Allâh’ın kulu ve Resûlüyüm!.

 

“Söylediğimi kabûl ve tasdik ederseniz, cennete gideceğinizi taah­hüt ve tekeffül ederim. Siz (Lâ ilâhe illallâh) demedikçe, ben, size ne dünyâda bir fâide ne de âhirette bir nasib sağlayabilirim!” dedi.

 

İbn-i Sa’d’in ve Buhârî’nin İbn-i Abbas’dan rivâyetlerine göre, Ku­reyş kabileleri arasında Peygamberimize akrabâ olmayan hiçbir kabile bulunmadığı için Peygamberimiz de Safâ tepesinden yalnız Hâşim oğullarına değil, Kureyş’in bütün kabîlelerine seslenmişti.

 

Ebû Leheb’in Küstahlığı

 

Burada Hz. Peygamberimiz’e hemen inananlar olmuştu. İnan­mayanlar arasında da söyleşmeler başladı. Öyle ki; oradakiler âdetâ bir­birleriyle çekişiyorlardı. Bu arada, Resûlullâh’ın amcası Ebû Leheb yerinden fırladı ve; “Vay! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye bağırarak, eline bir taş aldı. «Tebben lek (seni helâk edeceğim)» deyip atmak istedi. Ancak, Cebrâil (a.s.) arkasından gelerek bileklerini tuttuğu için atamadı.

 

Onun bu hareketinden, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) pek müteessir oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Habîbini tesellî için “Tebbet Sûre­si”ni indirdi; “Habîbim! Sen müteessir olma. ‘Seni helâk edeceğim’ diyen Ebû Leheb’in iki eli helâk oldu. Dünyâsı da, âhireti de, çocukları da, âilesi de helâk oldu.” buyurdu.

 

Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz’e ilk karşı çıkan şahıs oldu. Karısı Ümm-ü Cemile de dîne karşı çıkmakta ve düşmanlıkta ondan geri kal­madı. Ebû Leheb’in karısı, geceleyin dağlardan diken toplar, getirir, Peygamberimiz’in geçeceği yola sererdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, Tebbet Sûresi’nde onu, odun hammalı diye zemmetti. Oğulları da, Pey­gamber Efendimiz’in iki kızı ile nişanlanmış, nikâhlanmış fakat henüz evlenmemişlerdi. Ebû Leheb ve karısı, oğullarını çağırarak; “Hemen karılarınızı boşayınız" dediler.

 

Onlar da hemen boşadılar. Oğullarından Uteybe, terbiyesizliğin bü­yüğünü yaptı. Yüce Peygamberimiz’in huzuruna çıkarak, “Ben senin dînini inkâr edenlerdenim ve seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. İşte onun için kızını boşadım.” dedi. Bununla da kalmadı. Kâinâtın Efendi­si’ne hücûm ederek, yakasından tuttu ve gömleğini yırttı. Resûlullâh çok müteessir oldu. Onun için; “Yâ Rab! Onun üzerine, canavarlarından bir canavar musallât et” diye bedduâ etti. Çok geçmeden Uteybe, babası Ebû Leheb ile birlikte Şam’a giderken Zerkâ’da, babası ve arkadaşlarının ara­sında uyuduğu esnâda, bir arslan gelip onu paramparça etti.

 

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğ ettiği yüce dîne karşı bütün düşmanlığı yapan, fakat dînin yayılmasının aslâ önüne geçemeyen müşrikler, Peygamber Efendimiz’in iki erkek çocuğunun vefât etmiş olmaları sebebiyle, kendi kendilerini şöyle tesellî ediyorlardı: “Onun Kâsım ve Abdullah’dan başka oğlu yok, eğer kendisi ölürse çocukları da zâten vefât etmiştir, böylece dâvâ bitmiş olur.”

 

Amma onlar bilmiyorlardı ki, dünyâ ve herşey onun için yaratıl­mıştı. İnsanlık onun içindi. O olmasaydı dünyâ yaratılmazdı. Bunların hiçbirini müşrikler bilmiyordu. Onların bildiği bir şey varsa o da sâ­dece put ve heykel dikip ona tapmaktı. Hatırlarına gelmiyordu ki, onun şerîatı kıyâmet gününe kadar kalacak, ümmeti, kendisinin evlâdı ve ahfâdı olacaktı.

 

EN BÜYÜK MU’CİZE KUR’ÂN

 

Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihir ve sihirbazlık çok ileri git­mişti. İnsanlar sihirle uğraşmaya meyletmişlerdi. Cenâb-ı Hak da Hz. Mûsâ’ya bir asâ vermişti. Bu asâ ile meydana gelen hârikulâde hâdise­ler, ona verilen mûcizelerin en büyüğü idi.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında şiir ve edebiyât rağbet bul­muştu. Herkes şiir söylerdi.

 

Araplar, kendi aralarında düzenledikleri şiir yarışmalarında mahâ­retle şiir söylerken, âyet âyet inen Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetine bile benzer şiir ve nesir yazamamışlardı ve yazamayacaklardı. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak meâlen; “Ey Habîbim! Sen onlara de ki; ‘Eğer bütün insanlar ve cinler, Kur’ân’a bir misil getirmek için birleşseler, uğraşsalar, bâzıları bâzılarına yardımcı da olsa, aslâ ona bir nazîre, bir misil yapamazlar’.” buyuruyordu. (Sûre-i İsrâ, 88)

 

Münkirler, bir araya gelerek onun benzerini yapmağa çalıştılar, amma beceremediler. Yazmış oldukları şeye kendileri bile gülmeye başladılar.

 

Hele Arap lisânındaki eski kelimeleri ve aynı zamanda bir kelime­nin bütün mânâlarını bilenler ve mecâz ilmine vâkıf olanlar, okuduk­ları Kur’ân’ı anlıyor ve onun derin zevkini yaşıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’i tekrar tekrar okumak, insanı hiç bıktırmıyordu. Bu da gösteri­yordu ki, o, insanların yazdığı basit kitaplardan değildi. Arapların için­deki bâzı kimseler bunu anladıkları için müslüman oluyorlardı.

 

Halbûki kitablar, bir kere okunduktan sonra, belki bir daha okun­mak istenirse insana bıkkınlık gelmeye başlar. Kur’ân-ı Kerîm asırlar­dan beri okunmaktadır ve insanlar onu okumaktan hiç bıkmamışlardır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in husûsiyetlerinden sâdece biridir.

 

Müslüman olmayanlar bile, Kur’ân-ı Kerîm’in beşer tâkatının dı­şında bir kelâm olduğunu ikrâr ve itirâftan kendilerini alamıyorlardı. Nitekim Kureyş’in meşhurlarından Velîd ibn-i Muğire, Peygamberi­miz’in huzûruna gelerek; “Bana Kur’ân-ı Kerîm okur musunuz?” diye ricâda bulunmuştu.

 

Resûl-i Ekrem de, şu âyeti kerîme’yi okudu: “İnnallâhe ye’müru bil’adli vel’ihsâni ve îtâi zi’l-kurbâ ve yenhâ an’il- fahşâ-i ve’l-münkeri ve’l-bağy, yaızuküm lealleküm tezekkerûn. [Şüphesiz ki, Allâhu Teâlâ adâleti, ihsânı, iyiliği, (hususiyle) akrabâya vermeyi emreder, kötü­lüklerden, münkerden, zulüm ve tecebbürden nehyeder. Size (bu sûretle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız (diye)]” (Sûre-i Nahl, 90)

 

Velîd ibn-i Muğire, bu âyeti can kulağı ile dinledikten sonra şunları söyledi: “Vallâhi, bunda bir çekicilik var ve üzerinde hüsnü letâfet var. Pek derin ve faydası çok olan bir kelâm olduğuna inanıyorum. Bu ve diğer âyetleri beşer söyleyemez.” Sonra kavmine dönerek şöyle dedi: “Sizin içinizde şiirden, benden daha iyi anlayan hiç kimse yoktur. Şii­rin her türlüsünü sizden iyi bilirim. Üstelik cin şiirlerinin mânâlarını bile bana sormuyor musunuz? Muhammedin okuduğu kelâm, sizin okuduğunuz ve dinlediğiniz hiçbir kelâma benzemiyor. Bu kelâm bütün bildiğiniz ve dinlediğiniz şiirlerden ve nesirlerden üstündür.”

 

Bir gün Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz, Harem-i Şerîf’de iken diğer kenarında da Kureyş’in ileri gelen meşhurları oturuyordu. Onlardan Velid diye mâruf olan Utbe bin Rabîa, diğerlerine şöyle demişti: “Ne dersiniz, şimdi gidip de Muhammed’le konuşayım ve kendisine iste­diği rütbeyi ve istediği her şeyi vereceğimizi, yeter ki; dâvâsından vaz­geçmesini söyleyeyim mi?”

 

Etrafındakiler; “Söyle. Eğer kabûl ederse istediğini verir, istediği mevkiye onu getiririz.” dediler. Utbe, Resûl-i Ekrem’in yanına geldi ve o yolda bir çok sözler söyledi. Aklınca nasîhatlarda bulundu. Peygamberimiz; “Bitti mi?” dedi. Utbe; “Evet, bitti.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), “Öyle ise şimdi beni din­le.” dedi ve ona uzun boylu konuşmadı. Sâdece bir sûre okudu.

 

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elif, lâm, mîm, tenzîlül-kitâbi lâ raybe fîhi min Rabbil-âlemîn [Elif, lâm, mîm. Bu kitabın indirilmesi ki, onda hiçbir şüphe yoktur. O âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.]” (Sûre-i Secde, 1-2) diye Secde Sûresi’nden okumaya başladı. Secde âyetine gel­dikten sonra kalkıp secde etti. Utbe’ye dönerek; “İşittin mi, Yâ Ebâ Velid?, İşittin mi, Yâ Ebâ Velid?” diye sorunca,

 

Utbe; “İşittim. İşte sen, işte o” dedi ve hemen kendi takımından olan insanların yanına gitti. Bâzıları; “Ne oldu?” diye sordu,

 

Utbe; “Hiç sormayın, bir kelâm işittim ki, bu kelâmı şimdiye kadar hiç kimseden duymadım. Vallâhi bu söz şâir sözü değildir. Sihir değil­dir. Ey Kureyş uluları; bana kalırsa sizler Muhammed’le hiç uğraş­mayınız. Beni dinlerseniz, ona hiç dokunmayınız. Onu kendi hâline bırakınız.” dedi.

 

Kureyş ileri gelenleri, Utbe’den bu cevabı aldıkları zaman ne diye­ceklerini şaşırdılar. Amma maal-esef ne şirkten vazgeçtiler ne de Müs­lüman olanlara eziyet vermekten geri durdular.

 

Onun İçin Neler Dememişlerdi?

 

Resûlullah (s.a.v.) için kimi «mecnun», kimi «kâhin» ve kimi de «şâir» demişti. Kureyş, hac mevsimi gelince İslâm dîninin yayıla­cağından korkuyorlardı. Buna mâni olmak için bir takım tedbirler al­mayı düşündüler. Yapacaklarını kararlaştırmaya koyuldular.

 

İçlerinden biri; “Hac mevsimi yaklaşmış bulunuyor. Şimdi her taraf­tan adamlar gelecek. Eğer bir tedbir almazsak onlardan da adamlar kandırılacak, müslüman olacaklar. Bunu önlemenin bir çâresini bu­lalım. Ne diyeceksek şimdiden kararlaştıralım”  dedi.

 

Bu fikir kabûl edildi. Ne diyeceklerini kararlaştırmaya başladılar.

 

İçlerinden bâzıları “Kâhin diyelim” dediler.

 

Ammâ Velîd ibn-i Muğîre, buna; “o kâhin değildir. Onun sözleri aslâ kâhin sözüne benzemez.” diyerek îtiraz etti

 

Bâzıları; “Mecnun diyelim.” dedi.

 

Velîd ibn-i Muğîre; “Olmaz, mecnun desek kim inanır. Onda aslâ delilik alâmeti yoktur.” dedi.

 

“Şâirdir diyelim.” diyen oldu.

 

Velîd ibn-i Muğîre; “Bu da olmaz, okudukları şiir değildir. Zîrâ şii­rin kısımlarını biliyoruz. Bu sözler hangi şiirin hangi kısmına uyar ki?” diye îtiraz etti.

 

(Hâşâ) “Sâhirdir diyelim” diyenler oldu.

 

Velîd ibn-i Muğîre; “Bu da aslâ olmaz. Sihirbaza neresi benziyor? Okuyup üflemesi var mı? Sonra düğüm bağlıyor mu? Velhâsıl sihirbâ­zın işlerine benzer bir işi var mı? Yok. Ona nasıl sihirbaz diyebiliriz. Buna kim inanır?” dedi.

 

Resûl-i Ekrem hakkında ne diyeceklerine karar veremediler. Çünkü onun, müşriklerin kendisine yakıştırmak istedikleri şeylerle uzak­tan-yakından alâkası yoktu. Böylece ona iftirâ atmaya güçleri yetmedi.

 

Nihâyet Hac mevsimi geldi.(9) Resûl-i Ekrem, akın akın Mekke’ye gelen hacıları hak dîne dâvet ediyordu.

 

Medîneliler’in yarısından fazlası müslüman olmuştu. Benî Seleme kabîlesinden bir kaç kişi Kur’ân’dan âyetler dinlemişler, şimdiye kadar duymadıkları şeyler olduğunu görünce, hemen islâm dînini kabûl etmişlerdi. Kabîlelerine döndükleri zaman Hz. Peygamberimiz’den bahsederek müslüman olduklarını söylemişlerdi. Kabîleden onlara karşı çıkanlar olmakla berâber takdir edenler de çok olmuştu. Hattâ aynı kabîleden Amr ibn-i Camuh, müslüman olan oğluna; “O zâttan işittiğin sözlerden bir kısmını bana söyle” dedi.

 

Oğlu, Fâtiha-i Şerîfe’yi okudu. Babası hayretler içinde kaldı. “Çok güzel, çok güzel. Diğer söyledikleri de bunlar gibi güzel mi?”

 

Oğlu cevap verdi: “Daha güzelleri bile var”

 

Bedevî Araplardan biri, “Fesda’ bimâ tü’mer [Sana emrolunanı (ka­falarını çatlatırcasına) açıktan açığa beyan et, müşriklere aldırış etme.]” (Sûre-i Hıcr, 94) âyet-i kerîmesini işitince hemen secdeye kapandı ve şöyle dedi: “Ben bu sözün fesâhatına secde ettim.”

 

Bir diğeri de, Sûre-i Yûsuf okunurken îmâna gelmişti. Hattâ bu sû­re’nin, «Felemmestey’esû minhü halesû neciyyâ... [Vaktâ ki, artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: ‘Babanızın sizden Allah adıyle te’mînât almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, yâ babam bana izin verinceye yâhut benim için Allâhu Teâlâ hükme­dinceye kadar, buradan kat’iyyen ayrılmam, O hâkimlerin en hayır­lısıdır.’]» (Sûre-i Yûsuf, 80) Meâlindeki âyet okununca şöyle demişti: “Şehâdet ederim ki, hiçbir mahluk buna benzer söz söyleyemez.”

 

Hz. Ebû Zerr de kardeşinin sözlerini duyduktan sonra îmâna gel-mişti. Şöyle ki, Ebû Zer’in kardeşi Enîs, Mekke’nin en tanınmış şâirle­rindendi. Birgün, Mekke’ye geldiği zaman Hz. Peygamberimiz’i Kur’ân okurken dinlemiş, sonra geri döndüğünde kardeşi Ebû Zer’e onun ev­sâfını beyân etmişti. Ebû Zerr, kardeşine;

 

“Mekkeliler onun hakkında ne diyorlar?” diye sordu.

 

Enîs; “Şâirdir, kâhindir, sihirbazdır, diyorlar. Ben, kâhinlerin sözle­rini işittim, sonra şâirlerin şiirlerini dinledim ve sihirbazları gördüm. Anladım ki, Muhammed (s.a.v.) doğrudur, diğerleri yalancıdır.”

 

Muallekât-ı Seb’a, Ka’be duvarlarında asılı idi. Onların okuyucusu vardı. Şiir yazmak ve okumak Arapların üzerinde durdukları bir mevzû idi. İçlerinden en güzelleri seçilerek söyleyenlerine hediyeler verilir, taltif edilirdi.

 

Belâğatın en âlâ derecesinde olan Kur’ân âyetleri nâzil olmaya baş­layınca; şâirler arasında da çözülmeler başgösterdi; “Ve kîle yâ ardub­leî mâeki veyâ semâü aklıî ve ğîzalmâü ve kudıye’l-emru vestevet alel’-cûdiyyi ve kîle bu’den lil kavmizzâlimîn, [“Ey arz, suyunu yut, ey gök sen de tut.” denildi; Su kesildi, iş olup bitirildi, (Gemi de) Cûdî (dağının) üzerinde durdu. O zâlimler gürûhuna ‘uzak olsunlar’ de­nildi]” (Sûre-i Hûd, 44) âyet-i kerîmesini duyan, dinleyen, belağattan anlayan, birçok insan müslüman oldu.

 

O vakitler, Muallekât-ı Seb’a şâirlerinin en meşhûru İmri-ül Kays’dı. Kardeşi bu âyet-i kerîmeyi işittiği zaman “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi bu sözlerin yanında duramaz. Bu sözler gerçek olanlardır” dedi.

 

Mübârek kitâbımız Kur’ân-ı Azîmüşşân, en zengin, en fasîh, en beliğ, en mükemmel lisân olan arapça ile nâzil olmuştur. Bu hususta Asr-ı Saâdette cereyan eden şu hâdise çok ibretâmizdir:

 

Bir kısım müşrikler “Kur’ân Arapça indi diyorsunuz. Hâlbûki Kur’ân'da Arapça olmayan (yani Arapça'da bulunmayan) kelimeler de var dediler” ve üç kelime buldular. Bunlar: “tezderî, kübbâr ve ucâb kelimeleridir.” dediler.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Peki, bâdiyede (kır­da) yaşayan, hiç şehre inmemiş arapdan başka insan görmemiş bir be­devî getirin. Ona soralım.” buyurdu. Gittiler, 90 yaşında bir bedevîyi bulup huzûr-u Resûlullâh’a getirdiler.

 

Peygamber Efendimiz, bedevîye “uk’ud” (otur) buyurdu, bedevî oturdu. Sonra, “kum” (kalk) buyurdu, bedevî kalktı. Tekrar, “uk’ud” (otur) buyurdu, oturdu, “kum” (kalk) buyurdu, kalktı. Tekrar “uk’ud” (otur), “kum” (kalk) buyurunca, bedevî yoruldu ve:

 

“Etezderî bî yâ Muhammed,

 

Ve ene min kübbâri kavmil Arab,

 

İnne hâzâ leşey’ün ucâb.”

 

(Benimle alaymı ediyorsun Yâ Muhammed?

 

Ben Arap kavminin büyüklerindenim.

 

Muhakkak ki, bu acâib bir şey bu.) diyerek, Arapça değildir denilen kelimeleri bir lahzada söyledi. Mu’cize-i Resûlullah zuhûr etti. Îtiraz edenler çok mahcub oldular.

 

Bütün îmân ehlinin ibâdette müşterek lisânı olan Kur’ân-ı Kerîm, tekmil insanlığın ve cinnin hepsinin kitâbıdır. Hepsine rahmet, hidâyet delîlidir. Kur’ân-ı Kerîm ancak kendi lisânı ile okunur. Türkçe, İngi­lizce, Almanca ve daha başka bir lisanla okunamaz. Okunsa Kur’ân olmaz. Zîrâ Kur’ân, lafız ve mânânın mecmûudur. Yalnız lafzına Kur’ân denemeyeceği gibi yalnız mânâsına da Kur’ân denmez, ikisine birden Kur’ân denir.

 

Bunu bir misal ile anlatmak îcâbederse, koyuna benzetilir ki, koyu­nun derisi yüzülse yalnız etine koyun denmez, yalnız derisine de koyun denmez, et ve deri berâber ve canlı da olursa ona koyun denir. İşte bunun gibi Kur’ân da lafız ve mânânın mecmûuna, tamâmına denir.

 

Kur’ân başka bir lisâna tam olarak aslâ tercüme edilemez, ancak tefsir edilebilir. Tercüme; herhangi bir lisanla yazılmış bir eseri başka bir lisâna çevirmeye denir.

 

Tefsir ise, îzâh ve açıklama demektir. Tefsiri herkes kendi ilmî kudreti nisbetinde yapar. Zamânımızda Kur’ân tercümesi diye piyasada bulunan­ların hiç birisi tercüme değildir, kısaca meâlden (mânâdan), ibârettir.

 

Kur’ân-ı Kerîm yeryüzünde tercüme edilemeyen yegâne kitaptır. Tercüme edilemeyişinin başlıca sebebi; Kur’ân-ı Kerîm’in her harf ve kelimesinin bir çok mânâsı vardır. Tercüme edilmeye kalkıldığı tak­dirde bu mânâlardan yalnızca biri alınır, diğerleri kalır. Böyle oluncada o tercüme eksik olur. Kur’ân mu’ciz, okuyan âcizdir.

 

İlk Müslümanların Uğradıkları Ezâ ve Cefâ

 

Müşrikler, ilk müslüman olanların içinde, kendilerine arka çıkacak kuvvetli adamı, hâmîsi olmayan fakirlere, yapmadık zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler, kızgın kumla­rın üzerine yatırıp işkence yaparlardı. En çok ezâ ve cefâya uğrayanlar­dan birkaçı şunlardır:

 

Yâsir âilesi: Ammâr bin Yâsir’in (r.a.) başına ateşte kızdırılmış demir saç koymak sûretiyle işkence ediyorlardı. Ammâr’ın babası Yâsir (r.a.), kardeşi Abdullah ve annesi Sümeyye de (r.anhâ) îmanları yüzünden eziyet görüyordu.

 

Resûlullah onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları biz­zât görüyordu. Fakat, İsâmın zayıf olmasından dolayı hiçbir şey yap­maya muktedir olamıyor ve şöyle diyordu: “Sabredin, ey Yâsir âilesi, size cennet vadedilmiştir.”

 

Yâsir (r.a.), bir defasında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.); “Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?” diye sordu. Peygamber Efendimiz; “Allâhım!.. Yâsir âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!” diyerek onlara duâ etti.

 

Bir müddet sonra Yâsir (r.a.), işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümey­ye’ye: “Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed’e imân ettin” deyince, Sümeyye (r.anhâ) ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak mızrak ile Sümeyye’yi (r.anhâ) şehîd etti.

 

Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâsir, kadınlardan da Yâsir’in (r.a.) zevcesi Sümeyye (r.anhâ) oldu.

 

Bilâl-i Habeşî (r.a.): Habeşli bir zencidir. Ümeyye ibn-i Halef’in kö­lesiydi. Ümeyye, İslâmın büyük düşmanlarından olduğu için, kölesine yapmadık eziyet bırakmıyor, onu kızgın kumlar üzerine yatırıp, göğ­süne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında tutuyordu. Bilâl (r.a.), imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanıyor, “Allah birdir, bir.” diyerek, bunlara katlanıyordu.

 

Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) kendisini himâye edecek kimsesi yoktu. Boy­nuna ip takarak çocukların ellerine verip sürükletiyorlar, fakat ağzın­dan yalnız “Allah birdir, bir.” sözü çıkıyordu.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) oradan geçerken, Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) böyle işkenceler yapıldığını ve onun; “Yâ Ahad!.. Yâ Ahad!.. (Ey bir olan Allahım, ey bir olan Allahım)” diyerek, Cenâb-ı Allâh’a ilti­câda bulunduğunu gördü. “Devam et, o Ahad isminin sâhibi seni kurtarır” buyurdu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) durumunu ashâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), koşarak onlara; “Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu bana satın.” dedi.

 

Önce “Satmayız.” dediler ve daha sonra da büyük bir para talep ettiler. Bu talepleri, Hz. Ebû Bekr’i (r.a.) servetinden edecek ve kendi­sini başkalarına muhtaç bırakacak derecede büyüktü. Buna rağmen, Hz. Ebû Bekir (r.a.) gidip derledi, toparladı, o parayı getirip Bilâl’i (r.a.) onlardan satın alarak, Allah rızâsı için âzâd etti.

 

Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. “İnsan, kendinden başkası için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, onun yanında önce­den kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl’in (r.a.) parası var­mıştır da, o onunla bunu almıştır.” dediler.

 

Cenâb-ı Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve “O Ebû Be­kir’in yanında kendisine emanet edilmiş bir şey yoktur. Onun (o müt­takî Ebû Bekir’in) verdiği şeyle bir kimseye minneti ve kimseden de mükâfat kasdı yoktur. O ancak Â’lâ rabbinin rızâsını talep için verir. Yakında (o müttakî Ebû Bekir rabbinden ve rabbi de ondan) râzî ola­caktır.” buyurdu. (Leyl sûresi, 19-21)

 

Suheyb-i Rûmî (r.a.): Müşrikler, Suheyb’i (r.a.) müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle gelinceye kadar dö­verlerdi. Bir gün Suheyb, (r.a.) Habbâb ibni Eret (r.a.) ve Ammar (r.a.) birlikte giderlerken, Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar. Müşrikler; “İşte Muhammed’in oturup kalktığı kimseler şunlar!” diyerek onları küçük görüp hakârete kalkıştılar.

 

Suheyb (r.a.); “Evet biz, Allâh’ın Peygamberi ile oturup kalkan kim­seleriz. Allâh’ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz onu tasdik ettik, siz tekzib ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz.” deyince, üzerine saldırdılar. “Allâh’ın aramız­dan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar hâ!..” diyerek, Su­heyb’i (r.a.) dövdüler.

 

Müşriklerin Elebaşıları

 

Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve istediği zaman bütün Kureyş halkını, kendi etrafında toplayacak bir güce sâhipti. Kureyş’den birinin müslüman olduğunu haber alınca hemen ona gidiyor, onun malında ve ticâretinde ona sıkıntı veriyor veya başkasına verdiriyordu. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Müslü­manlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyetin yayıl­masını önlemek için her çâreye başvuruyordu.

 

Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) öz amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyetin en azılı düşmanlarındandı. Karısı Ümm-ü Cemile de kocası gibi düşman ve Peygamber Efendimiz’e eliyle, diliyle ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb, hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel göndermiş, Bedir’de müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, kederinden kahrolmuştu.

 

Velîd ibn-i Muğîre: Kureyş’in nüfuzlularındandı. İslâmın azılı düş­manlarından, nesebi gayr-i sahih bir soysuzdu.

Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve onun peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz’in oğlu Kâsım vefât ettiği zaman, «Muhammed ebterdir, erkek evlâdı yaşamıyor, onun sonu kesiktir.» diyen adamdır. Evlat acısıyla yüreği yanan bir babayı tesellî edecek yerde, o böyle acı sözler söyleyecek kadar insafsızdır. Fahr-i Kâinât’ın düşmanları, ictimâî mevkiileri ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.

 

Cenâb-ı Hakk, Kevser Sûresi’nin son âyetiyle, «Âs ibni Vâil’in ken­disinin ebter olduğunu» beyân buyurmuştur.

 

Âs ibn-i Vâil eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara, onun ölü­müne sebep oldu.

 

Nadr ibn-i Hâris: Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve müslümanlara ençok ezâ ve cefâ verenlerden biri de bu adamdır. Acem hikâyelerine vâkıftı. “Muhammed size esâtîr-i evveliyni (Hâşâ, öncekilerin masalla­rını) söylüyor.”  derdi.

 

Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp Resûlullah’ın emriyle öldürüldü.

 

Diğer önde gelen düşmanlar: Ümeyye ibn-i Halef, Utbe ibn-i Rabîa, Übeyy ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebî Vehb, Hakem ibn-i Eb’il-Âs ... vs. dir. 

 

(8) Koşun ey Kureyş topluluğu! Size, mühim bir haberim var!

(9) Her ne kadar o zaman hac farz kılınmamış idiyse de Âdem aleyhisselâmdan beri hac yapılmaya devam ediliyordu.