Medînelilerden İlk Müslüman Olanlar
Peygamberliğin 11. senesi, Medîneli Hazrec kabîlesinden altı kişilik küçük bir kâfile, Hac mevsiminde Mekke’ye gelmişti. Peygamber Efendimiz, Minâ’da Akabe yakınında konaklayan bu kâfilenin yanından geçerken, onlara; “Siz kimlersiniz?” diye sordu.
Onlar da; “Hazrec kabîlesindeniz.” dediler. Peygamber Efendimiz, onlara; “Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız!” dedi.
Onlar da; “Olur” dediler ve Peygamberimiz ile birlikte oturdular.
Peygamber Efendimiz, onları Allâh’ın birliğine inanmağa dâvet etti. Kendilerine İslâm Dînini anlattı ve Kur’ân-ı Kerîm okudu(12). Allâh’ın emirlerini anlattı, onları müslümanlığa dâvet etti.
Onlar, akıllı ve iyi düşünen insanlardı.
Esâsen böyle bir peygamberin geleceğini, Medîne yahûdîlerinin ihtiyarlarından işitmişlerdi. “Öteden beri geleceğini işittiğimiz peygamber budur!” dediler ve orada hemen müslüman oldular. Peygamber Efendimiz’e; “Biz, kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu hâlde, geride bırakarak buraya gelmiş bulunuyoruz. Umulur ki, Allâhü Teâla, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, kabûl ettiğimiz bu dîni onlara da anlatacağız. Eğer Allâhü Teâlâ, onları bu din üzerine toplar, birleştirirse, senden daha azîz ve şerefli bir kimse olmaz” dediler.
Medîneliler, kavimlerinin yanına dönerek, onlara Peygamber Efendimiz’i anmaya, anlatmaya ve onları da İslâm Dînine dâvet etmeye koyuldular. Bunu o kadar yaydılar ki, Medîne'de Peygamber Efendimiz’in ve İslâmiyetin anılmadığı bir ev kalmadı.
BİRİNCİ AKABE BÎATI
Peygamberliğin 12. senesi, içlerinde bir yıl önce müslüman olanların da bulunduğu Medîneli oniki kişilik bir kâfile, hac mevsiminde Mekke’ye geldi. Bunlar, Akabe(13) mevkiinde, geceleyin Peygamber Efendimiz’le gizlice görüştüler ve ona bîat(14) ettiler. Bîat esasları şunlardı:
Allâh’a şirk koşmamak,
Hırsızlık yapmamak,
Zinâ etmemek,
Çocukları öldürmemek,
İftirâ etmemek,
Peygamberin emirlerine uymak.
Onlar; “Yâ Resûlallah! Biz bu biâta uyarsak bize ne var?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Kim bu ahde vefâ gösterirse, Allah onu cennetine alır. Kim küfre düşmeksizin ahdini bozarsa, Allâh’ın irâdesine kalmıştır” buyurdular.
Bu ne güzel bir alış-veriştir dediler. “Öyleyse, biz de varız. Biz de îman ediyor, bunlara sâdık kalacağımıza söz veriyoruz.” deyip, her biri Peygamber Efendimizle müsâfaha ederek ahdü peyman ettiler, ellerine kapandılar. Gözler yaşardı, gönüller coştu.
Bu esnâda Medîneliler, kendilerine Kur’ân tâlim ettirecek, dîni öğretecek bir Kur’ân muallimi istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onlarla birlikte Mus’ab ibn-i Umeyr’i (r.a.), Medîne’ye gönderdi.
Mus’ab (r.a.), ilk müslüman olanlardandı. Nâzik bir zâttı. Temiz giyinir, gâyet tatlı ve güzel konuşurdu. Hulûl-ü muslihânede (tatlı bir üslupla girişte) bulunur, herkese hoş muâmele ederdi.
İSLÂMİYET’İN MEDÎNE’DE YAYILIŞI
Üseyd ibn-i Hudayr ile Sa’d ibn-i Muâz’ın Müslüman Oluşları
Medînelilere Kur’ân-ı Kerîm’i ve İslâm dînini öğretmek üzere vazîfelendirilmiş olan Mus’ab (r.a.), Medîne’de, Ebû Ümâme Es’ad ibn-i Zürâre’nin evine indi. İslâmiyeti Medîneliler arasında yaymaya koyuldu.
Es’ad ibn-i Zürâre, bir gün Mus’ab ile birlikte Abdül’eşhel ve Zaferoğulları’nın semtlerine gitmek üzere, yola çıktı. Es’ad ile Mus’ab, Zaferoğulları’na âit bostanlardan bir bostana girip, oradaki Merak kuyusu’nun çevresine oturdular. Müslümanlığı kabûl etmiş olanlar da orada toplandılar.
Abdül’eşheloğulları kabîlesinin evlatları Sa’d ibn-i Muâz ile Üseyd ibn-i Hudayr, Mus’ab ile Es’ad’ın bostana girdiklerini işitince, Sa’d İbni Muâz, Üseyd ibn-i Hudayr’e; “Bizim, akılları ermez ve zaîf olanlarımızı azdırmak için mahallemize gelen şu adamlara git de, onları tehdit et ve mahallemize gelmekten menet! Bilirsin ki, Es’ad ibn-i Zürâre benim akrabâmdandır, halamın oğludur. Bunun için ben, onun yanına gidemeyeceğim. Öyle olmasaydı, bu işi yapmaya ben yeterdim.” dedi.
Bunun üzerine Üseyd, mızrağını alıp onlara doğru ilerledi. Es’ad ibn-i Zürâre, Üseyd’i görünce Mus’ab ibn-i Umeyr’e; “Bu gelen kavminin ulusudur. Yanına geldiğinde ona Allâh’ı tasdik ettirmeye çalış!” dedi.
Mus’ab (r.a.); “Oturursa onunla konuşurum!” dedi. Üseyd, sövüp sayarak geldi, tepelerine dikildi. “Siz bize niye geldiniz? Akılları ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mi? Hayâtınız size lâzımsa, hemen buradan ayrılın!” dedi.
Mus’ab (r.a.), ona gâyet nâzikâne; “Hele biraz otur, sözümüzü dinlerseniz, maksadımızı anlarsınız. Beğenirseniz kabûl edersiniz, beğenmiyecek olursanız, yüz çevirir, hoşlanmadığınız şeye o zaman engel olursunuz. Olmaz mı?” dedi.
Üseyd; “Yerinde bir söz söyledin!” dedi ve mızrağını yere saplayıp yanlarına oturunca, Mus’ab (r.a.), İslâm dîni hakkında bir konuşma yaptı ve ona Kur’ân-ı Kerîm okudu. Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyince onun te’siri altında kaldı ve “Bu ne kadar güzel. Bu dîne girmek için neler yapılmalı?” diye sordu.
Mus’ab ve Es’ad, ona îcâbedenleri anlatarak, “Gusleder temizlenirsin, sonra şehâdet getirir, Yüce Allâh’ın varlığına, birliğine şehâdet edersin, daha sonra namaz kılarsın.” dediler. Bunun üzerine Üseyd kalkıp gitti ve gusletti, elbisesini temizledi. Şehâdet kelimesini söyleyerek kelime-i şehâdet getirdi.
Üseyd giderken; “Size birini göndereyim. O da müslüman olursa, Medîne’de îman etmedik kimse kalmaz” dedi ve kendisini oraya gönderen Sa’d ibn-i Muâz’ı gönderdi. Sa’d hiddetle geldi.
Mus’ab (r.a.) ona da gâyet yumuşak davranarak; “Otursanız da sizinle biraz konuşsak olmaz mı? Evvelâ dinleyin, ona göre hüküm verin. Beğenirseniz kabûl edersiniz, beğenmezseniz yine siz bilirsiniz. Kimseyi zorlayan yok” dedi.
Sa’d ibn-i Muâz da; “Yerinde bir söz söyledin.” dedi ve mızrağını yere saplayıp oturdu. Mus’ab ona İslâm dînini anlattı ve Zuhruf Sûresi’nin başından okumağa(15) başladı. Mus’ab’ın İslâmiyet hakkındaki sözlerini ve okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikten sonra, Sa’d’ın yüzünde de îmân belirtileri görüldü.
O da Üseyd gibi, müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordu. Onlar da îzâh ettiler. Bunun üzerine Sa’d ibn-i Muâz, kendisine izâh edilenleri yerine getirip müslüman oldu ve kavmi ile birlikte olan Üseyd ibn-i Hudayr’in toplanmış bulundukları yere döndü.
Kavmi, Sa’d ibn-i Muâz’ı karşılarken birbirlerine “Vallâhi, Sa‘d, sizin yanınızdakinden başka bir yüzle döndü!” dediler. Sa’d ibn-i Muâz, onların yanına geldi ve; “Ey Abdüleşheloğulları! Benim aranızda işimi, mevkiimi, gidişimi nasıl bilirsiniz” diye sordu. Onlar da; “Sen bizim ulumuzsun. Görüş ve düşünüşte en üstünümüz, en iyi olanımızsın” dediler.
Sa’d İbn-i Muâz (r.a.) onlara; “Siz Allâh’a ve Resûlüne îmân edinceye kadar, sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun.” dedi.
Sa’d ibn-i Muâz’ın bu sözü üzerine, Abdül’eşheloğulları mahallesinde o gün akşama kadar, kadın erkek, müslüman olmadık kimse kalmadı. İşte böylece Abdüleşheloğulları kabîlesinden iki ileri gelen insanın, müslümanlığı kabûl etmesi, bütün kabîlenin, İslâm dâiresine girmelerine vesîle oldu.
İKİNCİ AKABE BÎATI
Peygamberliğin 13. yılında Hac için Medîne’den Mekke’ye gelen beş yüz kadar kimse arasında yetmiş beş de müslüman vardı. Bunlardan yetmiş üçü erkek, ikisi kadındı. Peygamber Efendimiz’i görmek, emirlerini telakkî etmek, ona bîat etmek ve onu Medîne’ye dâvet etmek istiyorlardı.
Medîne’den hac için gelen müslümanlardan Ka’b ibn-i Mâlik ile berâber, bir kaç kişi Peygamber Efendimiz’e gelerek; “Yâ Resûlallah, bu sene hacca gelenler arasında bulunan kardeşlerimizle, sizi görüp bîat etmek isteriz. Bu, nerede ve ne zaman mümkün olur?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.); gecenin üçte ikisi geçtikten sonra Akabe’de toplanmalarını ve bundan müşriklerin haberdâr olmaması için bunu duyanın bir başkasına aslâ söylememesini tembih etti.
Peygamberimiz, amcası Hz. Abbâs’ı yanına alarak, tesbit edilen zamanda Akabe’ye geldi. Gerçi Abbas henüz müslüman olmamıştı ama, Ebû Tâlib’den sonra Peygamber Efendimiz’in himâyesini üzerine aldığı ve gâyet tedbirli bir kimse olduğu için Peygamber Efendimiz böyle mühim bir toplantıda onu yanında bulundurmak istemişti.
İlkönce Abbas söze başladı ve şöyle dedi: “Ey Yesrib (Medîne) Ehli! Bu, kardeşimin oğlu bana insanların en sevgilisidir. Kavmi içinde kadir ve kıymeti yüksektir. Biz, kendisini şimdiye kadar her türlü düşmandan koruyup muhâfaza ettik. Bundan sonra da himâye etmeye azimliyiz. Fakat, o sizinle bir andlaşma yapmak, size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhâlefet edenlere karşı gelmek husûsunda azminiz kavî ise buna bir diyecek yok. Fakat, onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi başına bırakınız. Yine kavmi içerisinde izzeti ile kalsın.”
Medîneli Hz. Es’ad ibn-i Zürâre, Abbas’a; “Ey konuşmaları ile bize söz dokunduran kişi! Senin, insanların en sevgilisi olduğunu söylediğin zât, Allâh’ın Resûlü’dür. Onun, Rabb’inden getirdikleri, insan sözüne benzemez. Biz, onu, canımız, malımız telef oluncaya kadar korumaya ve ona sadâkat göstermeye kararlıyız, dilediğin te’minâtı bizden alabilirsin.” dedi.
Sonra, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hitâben; “Ey Allâh’ın Resûlü!, Kendin için arzu ettiğin ahdi bizden al, Rabbin için istediğin şartları da bize söyle.” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bâzı âyetler okuyup teşvikte bulunduktan sonra; “Rabbim için istediklerim:
Ona şirk koşmaksızın ibâdet ve tâatta bulunmanız,
Namaz kılmanız,
Zekât vermeniz,
Doğruluğu emir ve kötülüğü nehy etmeniz,
Gerek sevinç ve gerekse keder hâlinde din işinde kusur etmemeniz,
Hakkın yerine getirilmesi için hiç kimseden çekinmemenizdir.”
“Beni de, Allâhü Teâlâ’nın Peygamberi olarak tasdik etmekle nefsimi; -kendi nefsinizi, evlâd ve iyâlinizi esirgeyip koruduğunuz gibimuhâfaza etmeniz ve bu yolda ahid vermenizdir.” buyurdu.
Medîneli şâir Hz. Abdullah ibn-i Revâha; “Ey Allâh’ın Resûlü! Bu söylediklerini yapıp da, Allah ve Resûlü yolunda ölürsek bize ne var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz; “Allâh’ın rızâsı ve cennet var.” buyurdu.
Bunun üzerine, Medîneli müslümanlar; “Bu ne hayırlı, ne kadar kazançlı bir alış veriştir!...” diyerek, o Hazret’in buyurduğu esaslar üzerine elini tutup bîat ettiler. Allâh’ın Resûlünü, can ve başla koruyacaklarına, onun düşmanlarına karşı savaşacaklarına dâir söz verdiler. Böylece, can verip cennet aldılar.
Ayrıca bu bîatda, Medîneli Müslümanlar bir madde de kendileri ilâve ederek, Peygamberimiz’i Medîne’ye dâvet ettiler ve kendisini koruyacaklarına dâir kılıçları üzerine ahd ü peyman ettiler.
Bütün müslümanların, Peygamber Efendimiz’in elini tutarak bîat edişlerini gören amcası Abbas, sıra iki kadına gelince; “Gidin,.. siz bîat etmiş oldunuz.” diyerek, Peygamber Efendimiz’in kadınlara elini vermediğini anlatmış oldu.
Peygamber Efendimiz, Akabe’ye katılan Medîneli müslümanlar’a; İslâm dîninin yayılması ve düşmanlarına karşı müdâfaa edilmesi için, bîat ehli arasından oniki nakîb (temsilci) seçmelerini bildirdi.
Bunun üzerine; Hazrecliler dokuz, Evsliler üç kişi olmak üzere, kavimlerinin ileri gelenlerinden, akıl, ilim ve irâde sâhibi oniki temsilci çıkardılar.
Peygamberimiz, bu oniki kişinin temsilcisi olarak da, Hz. Es’ad ibn-i Zürâre’yi ta’yin etti. Resûl-i Ekrem, bu temsilcilere; “Havârîler, kavimleri içerisinde nasıl Meryeme oğlu İsâ’nın vekilleri oldu ise, siz de kavminiz içerisinde benim vekillerimsiniz. Ben de, kavmimin kefiliyim.” buyurdu.
Medînelilerden biri: "Yâ Resûlallah, Allâhü Teâlâ güç verir, Mekke feth edilir, İslâmiyet Mekke'de yerleşir, Kâbe putlardan temizlenirse; bizi terk eder, Mekke'ye döner misiniz?" dedi.
Peygamberimiz: "Ey Medîneliler!.. bundan sonra siz bendensiniz, ben de sizdenim. Sizin kanınız benim kanım, benim kanım sizin kanınızdır. Sizin zimmetiniz benim zimmetim, benim zimmetim sizin zimmetinizdir. Bundan sonra sizin şehrinizde oturur, orada kalırım." buyurdu.
Bu ikinci Akabe bîatında, ilk defa olarak İslâmın düşmanlarına karşı icâbında harp kararı alındığı için, bu bîatın islâm târihindeki yeri çok büyüktür. Bu îtibarla «Büyük Akabe Bîatı» diye de isimlendirilmiştir.
Musâfaha
Musâfaha; iki kişinin birbirlerine muhabbetlerini izhar için ellerini uzatarak el sıkışmalarına denir.
Çocuklarla musâfaha, onların başları sıvanmak ve kendilerine “Bârekallâhü fîke” diye duâ edilmek suretiyle yapılır.
İslâmda ilk musâfahayı, Medîne’ye geldikleri zaman Yemenliler yapmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlar hakkında; “Onlar sizden daha yufka yüreklidirler.” buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm, Peygamber Efendimiz’in ellerini öperlerdi. Hz. Ali, amcası Hz. Abbâs’ın elini öpmüştü. Câfer ibn-i Ebi Talib (r.a.), Habeş ülkesinden Medîne’ye döndüğü zaman Peygamberimiz de onun iki gözünün arasını öpmüştü.
Erkeklerin kadınlarla musâfaha etmeleri, el sıkışmaları haramdır. Peygamberimiz bîat alırken bile, onlardan hiçbirinin eline, elini değdirmemiştir. Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz bu hususta “Vallâhi, Resûlullah’ın eli, avucu hiçbir kadının eline, avucuna değmemiştir.” buyurur.
(12) Okunan âyetlerin meâli: "O zamanı an ki; İbrâhim, ‘Rabbim bu şehri emniyet içinde yaşat! Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut! Ey Rabbim! Çünkü onlar insanlardan birçoğunu idlâl ettiler, sapıttılar. Bundan sonra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse.. gerçekten sen çok yarlığayıcı, çok merhamet edicisin. demişti. İlh." (Sûre-i İbrahim, 35-36).
(13) Akabe; Mekke ile Mina arasında, Mescidi Haram'a üç kilometre kadar uzaklıkta, Mina'nın hemen altında, etrafı tepelerle çevrili küçük ve kuytu bir vâdîdir. Peygamber Efendimiz bu mevkide üst üste üç yıl, hac mevsiminde Medîneliler ile görüştü. Akabe biatları burada yapıldı.
(14) Bîat: İslâm esaslarına uyacaklarına dair Allah Resûlüne bağlılık beyanı; bir ahd ü peymân olup, elleriyle Peygamber Efendimiz'in ellerine sarılıp and içmektir.
(15) Okunan âyetlerin meâli; "Hidâyet yolunu apaçık gösteren şu Kitaba andolsun ki, gerçekten biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’an yaptık. Şüphe yok ki o, katımızdaki ana kitaptadır. Çok yüce ve çok hikmetlidir. Siz müsrif bir kavim olduğunuz için şimdi o kitabı size göndermekten vaz mı geçelim? Halbuki biz önceki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar da, kendilerine peygamber geldikçe onunla alay eder dururlardı. Biz kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini yok ettik. O, önceki ümmetlerin meselleri geçmiştir. Andolsun ki, onlara ‘gökleri, yeri kim yarattı?’ diye sorsan, 'elbette onları, o kudretiyle herşeye üstün gelen, ilmiyle herşeyi bilen Allah yarattı!’ derler." (Sûre-i Zuhruf, 2-9)