Lûgatçe (Sözlük)

Acem: Arap ırkının gayrinden olan, Arap olmayan,

Âfâkî: Kıymetsiz sözler ve meseleler (mecâz). Gerçekçi bakış, objektif

Ahd ü mîsâk: Yemin, anlaşma, sözleşme; ezelde ruhlarımızla Cenâb-ı Hakk’a verdiğimiz ahid,

Ahd ü peymân: Söz vermek, antlaşmak,

Anglosakson: Büyük Britanya’da yerleşen Germen ırkı kavim, İngiliz.

Arı: Temiz, saf.

Aristokrat: Mümtaz, seçkin. Zekî ve ehil kimse.

Ashâb-ı Kirâm: Hazreti Peygamberi gören veyâ sohbetinde bulunan müslüman.

Âyet: Kur’ân-ı Kerîm’de belirli bir mânâ ifade eden ibâre. Alâmet. Kur’ân’ı Kerîm’deki her bir cümle, Allah Kelâmı.

Bahâdır: Cesur, kahraman, yiğit.

Baîd: Uzak,

Bedevî: Kırlarda, çölde yaşayan, göçebe,

Belâğat: Merâmın düzgün ve sanatlı sözlerle ifadesi.

Beşâret: Müjdelemek, Bi’set: Allah tarafından bir peygamberin ve bilhassa Peygamber Efendi­miz’in halkı dine dâvete memur edilmesi.

Cenah: Kanat. Cenub: Güney.

Cizye: İslâm devletinin gayr-i müslim tebeasından aldığı himâye vergisi.

Dalâlet: Hakk’tan sapma.

Dâl ve mudıl: Hak yoldan sapan ve saptıran. Dârunnedve: İslâmdan evvel Kureyş kabîlesinin toplanıp müşâvere et­

tikleri ve karar aldıkları yer. İslâmdan sonra ise, Peygamberimiz’e karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesadcı ve münâfıkların toplan­dığı yer olarak kullanılmıştır.

Deccâl: Lügat manası, çok yalancı demektir, Peygamber Efendimiz'e

"Deccal nedir? Yâ Resûlallah" diye sorulduğunda “El-kezzâb, el-kezzâb, el-kezzâb. (Deccal; yalancıdır, yalancıdır, yalancıdır.)" buyurmuşlardır. Bu hâdis-i şerîf-i Üstâzlarımız; kendisi yalancı, avenesi yalancı, zamanı yalancı diye tefsir etmişlerdir.

Dehâ: Üstün zekâlılık ve ender rastlanan üstün kâbiliyet. Delâlet: Kılavuzluk, rehberlik, yol göstermek.

Dîvân defteri: Belli bir hizmet için ayrılmış kişilerin isimlerinin yazıldığı defter.

Diyet: Yaralanan kimsenin kendisine veya öldürülen kimse için en yakın vârisine ödenmesi hükmolunan para veya mal,

Düstûr: Umûmî kâide, ölçü, kânun, nizam.

Ecnebî: Yabancı,

Edebî: Güzel söylenmiş söz ve yazı. Edebe uygun olan.

Ehl-i Beyt: Peygamber Efendimiz’in âile efrâdı. (Peygamberimiz, Hz.

Ali, Hz. Fâtıma ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz.)

Fart-ı zekâ: Üstün zekâ,

Fâcir: Günah işleyen,

Ferişteh: Melek,

Fesâhat: Bir lisânın doğru, hatasız, kolay ve akıcı kullanılması.

Fıtrî: Yaradılıştan,

Gazâ ve Gazve: Peygamber Efendimiz’in bizzat hazır bulunduğu harp­ler,

Gramer: Dili; ses, kelime ve cümle yapısı ile inceleyen ilim, dilbilgisi

Ğarrâ: Parlak, aydınlık

Habîb: Sevgili

Hâdis-i Şerif: Peygamber Efendimiz'in mübârek kelâmı

Hâdis-i Kudsi: Mânâsı Allahü Teâla’dan, lafzı Peygamber Efendimiz’den olan mübârek kelâm

Harem-i Şerîf: Ka’be ve etrafı, Hased: Başkasındaki maddî veya mânevî bir varlığı istememek, çekeme­ mek, onun mahrûmiyetini istemek.

Havârî: Yardımcı, sohbet arkadaşı

Hazer: Korkmak, çekinmek,

Haceru’l-esved: Ka’be-i Muazzama’nın şark köşesinin kapısı yanındaki duvarda yerden bir buçuk zirâ yükseklikte (gökten inme) mübârek taş. Asıl adı «Hacer’ül-Es’ad» dır. Hicret: Peygamber Efendimiz’in Mekke’den Medîne’ye göç etmesi. Hidâyet: Doğru yola girmek, bâtıldan uzaklaşmak.

Hizip: Tâife, takım, fırka.

Huccet: Delil. Hulefâ-i Râşidîn: Dört büyük halîfe. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz.

Osman, Hz. Ali. (rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn.)

Hulûl-i muslihâne: Tatlı giriş yaparak hakikatı kabûllendirmek,

Hurâfe: Bâtıl, boş şey. İktâ: Mülkiyeti devlete ait olan arazinin menfâatlanılmak üzere sultan tarafından verilmesi.

İctihâd: İslâm müctehitlerinin usulüne uygun, Kur’ân ve Hadîs-i Şe­rif’ten hüküm çıkarmaları.

İctimâî: Topluluğa âit, sosyal

İlhâd: Dinsizlik, i’tikatsızlık, inanç bozukluğu.

İnzivâ: İnsanlardan ayrılıp tenhâ bir yere çekilmek. İslâm: İtâat, inkıyâd, bir şeye teslimiyet. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in in­sanlara bildirdiği hak ve gerçek din.

Katliâm: Umûmî öldürme, herkesi öldürme.

Kabîle: Bir sülâleden türemiş, bir kavmin büyük kollarından herbiri.

Kavim: Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk,

Kâfir: Hakkı görmeyen ve örten; îmân esaslarına veya bunlardan birine inanmayan; Allâh’ı inkâr eden, küfreden, dinsiz.

Kısâs: Cinâyette ödeşmek, suç işleyenin aynı şekilde cezalandırılması, öldürme veya yaralamada suçlu olana aynı şeyin yapılması, (Ahlâkça çirkin ve süflî olan fiillere misliyle cezâ verilmez)

Lâhûtî: Rûhânî âlemle alâkalı,

Maşlah: Altı üstü bir ve kol yerine yukarıki iki ucunda yarıkları olan bir çeşit elbise.

Mâverâ: Bir şeyin ötesinde bulunan.

Meâl: Anlam, mânâ. Bir cümlenin başka lisanla en yakın karşılığı.

Mekârim-i ahlâk: Hz. Peygamberimiz’in ahlâkına ve onun sünneti seni­yesine ittibâ ve imtisâl edenlerin ahlâkı.

Memât: Ölmek, ölüm.

Menâsik: İbâdet edilecek yerler, ibâdet ederken lüzûm eden yol ve tarz. Hac ibâdetleri.

Metafizik: Beş duyu ile bilinemeyen; mâba’düt-tabîa; his ve tecrübe dışı olan.

Millet: Din, dil, târih, anâne, kültür, ideal, berâberliği bulunan insan cemâati, mâddî ve mânevî bir unsurdan sayılıp berâber yaşayanların hepsi,

(Millet-i Beyzâ: Bütün müslümanlar.

Millet-i Merhume: Müslü­manlar, İslâm Milleti.) Din ve inancı bir olan topluluk.

Morfoloji: Şekil bilgisi, gramer Mübâh: İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey,

Mûcize: Peygamberlerin elinde zuhûr eden hârikulâde hâdise. İnsan kudretini bir mislini yapmaktan âciz bırakan, Peygamberlerin elinde zuhur eden hârikulâde hâdise. (Kudret-i ilâhidendir)

Muhâl: İmkânsız olan. Muhâsara: Etraftan çevirmek, kuşatmak. Musâlaha: Antlaşma. Sulh yapma.

Mutmain: Şüphesi kalmamış, kanâat hâsıl etmiş olan,

Muzmahil: Darmadağın, izi kalmayacak sûrette mahvolan, izmihlâle uğ­ramış

Mübeşşer: Müjdelenmiş,

Müctemian: Toplu olarak. Toplanmış hâlde. Müfreze: Ordudan ayrılmış bir kol, bir miktar asker,

Mükevvenât: Yaratılmışlar, bütün mahlûkât,

Mülgâ: Hükmü kaldırılan, ilgâ edilmiş, lağv olunmuş.

Mülhid: Sahih itikattan sapmış, dinden çıkmış.

Münferiden: Teker teker. Münkir: İnanmayan, inkâr eden.

Müsâdeme: Karşılıklı çarpışma,

Müstemleke: Başka bir devletin idaresi altında bulunan. Müşrik: Şirk koşan, Allâh’a ortak kabûl eden, Allah’dan başkasına iba­det eden.

Mütefekkir: Tefekkür eden, düşünen, fikir sahibi.

Müverrih: Târihçi.

Nakîb: Bir kavmin ve kabîlenin reis veya vekîli.

Neseb: Soy, Nesir: Manzum olmayan söz veyâ yazı. Düz ve âdet üzere olan ifâde.

Peygamber: Allâhü Teâlâ’dan haber getiren, Allâh’ı, âhireti, zararlı ve fâideli şeyleri tanıtan, nebi.

Putperest: Allah’tan başka şeyleri ilâh kabûl eden, puta inanıp ona ibâdet eden, puta tapan,

Râbıta: İrtibât, bağlılık.

Re’y: Görüş, fikir, seçim Salâh: Bir şeyin en iyi hâli, rahatlık, sulh, iyileşme, dîne olan bağlılık.

Seyyânen: Müsâvî şekilde, eşit olarak.

Seniye (seniyye): Çok mühim ve kıymetli, âlî olan.

Seriyye: Peygamber Efendimiz’in bizzat hazır bulunmadığı müfrezeler.

Seyyidetü’n-nisâ: Cennet kadınlarının efendisi. (Hz. Fâtıma r.a)

Sulh: Anlaşma, Suikast: Kötü kasd, bir kimsenin aleyhinde tertip alma, adam öldürmeye kast etme.

Statüko: Hâlihazırdaki vaziyet.

Şecere: Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü, Soyağacı Şemâil: Ahlâk, huy, tabîat ve dış görünüş vasıfları.

Şer’î hükümler: Allâhü Teâlâ’nın emirleri ve yasakları, kanunlar.

Şirk: Allâh’a ortak koşmak

iir: Ölçülü, kâfiyeli veya mısrâlarla yazılmış edebî eser.

Şimal: Kuzey.

Taassup: Bir şeye körü körüne bağlanıp onda isrâr etmek.

Tahzir: Korkutmak. Tarassud: Gözlemek.

Târih: Geçmiş hâdiseleri yer ve zaman göstererek inceleyip kaydeden ilim, eser. Bir hâdisenin meydana geldiği zaman.

Tedrîsât: Ders okutmak, Tekzib: Yalanlamak,

Teşrî: Peygamberimiz’in şerîata dair emirleri, söz ve hareketleri.

Tevekkül: Sebeblere tevessül ettikten sonra işin neticesini Allâh’a bırak­mak, ondan beklemek.

Umde: Esas.

Ümmî: Mektep ve medresede okumamış, yazı yazmayı bilmeyen. (Ümmî ile câhil arasında fark vardır. Ümmî yalnız okuyup yazmayı bilmeyen­dir. Câhil ise okuyup yazmayı bilse de bir şey bilmeyen kimsedir. Her ümmî câhil değildir.)

Üstâd: İlim veya sanatta üstün, amelde mahâretli zât.

Yesrib: Medine-i Münevvere’nin eski ismi.

Zâdegân: Asîl, asilzâde, soylu.

Zîrâ’: Bir kolun dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü,(45-50 cm)