1- Hazreti Ebû Bekir (R.A.)

Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk radıyallâhü anh, peygamberlerden sonra as­hâbı kirâmın ve insanların en efdalı, Resûlullah (s.a.v.)’ın birinci halî­fesidir. Hz. Ebû Bekir, aşere-i mübeşşerenin (Cennetle müjdelenen on sahâbenin) birincisidir. Peygamber Efendimiz’in kayınpederi, mümin­lerin annesi Hz. Âişe radıyallâhü anhâ’nın babasıdır. Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe, babasının adı Osman olup Ebû Kuhâfe künyesi ile meşhurdur. Annesi, Ümmü’l-Hayr Selmâ binti Sahr’dır. Hem ana hem de baba itibâriyle Allah Resûlü’nün dedelerinden Mürre'de, Peygam­ber Efendimiz’in temiz soyu ile birleşmektedir.

 

Hz. Ebû Bekir, Fil Vak'ası’ndan iki sene sonra (M. 573 yılında) dün­yâya gelmiştir. 38 yaşında müslüman olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) müslü­man olmadan evvel de Resûlullâh'ın yakın arkadaşı idi. İslâmiyet'i kabûl etmesine kadar geçen 38 senelik hayâtında hurâfelerden kaçın­mış, hiç içki içmemiş, iffetiyle ve güzel ahlâkıyla tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında o da Peygamber Efendimiz gibi çok sevilir ve sayılırdı. Fakirlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst ve îtimat edi­lir bir tüccâr olarak meşhurdu. Kureyş’in geçmişi hakkında çok az ki­şinin vâkıf olduğu "Neseb" ilmine sâhipti.

 

Peygamber Efendimiz’in, Hz. Ebû Bekir ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O'na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Hz. Ebû Bekir doğruyu görüp seçebilmesiyle meşhurdu. Bu sebeple Peygamber Efen­dimiz, nübüvvet sırrını sabahleyin, ilk Hz. Ebû Bekir'e açmak üzere evden çıktı.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), sabahleyin Peygamber Efendimiz’e varmak için evden çıkmıştı ki, yolda Peygamberimizle karşılaştılar.

 

Birbirlerine; "Sözleşmeden birleştik" dediler.

 

Resûl-i Ekrem’in; "bir meşveret için, sana geliyordum" ifadelerine,

 

Hz. Ebû Bekir; "Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum" karşılığını verdiler.

 

Resûl-i Ekrem; "Söyle yâ İbn-e Ebî Kuhâfe."

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.); "Sen her işte öndersin, Yâ Muhammed! Önce sen söyle!"

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "Dün, bana bir melek görü­nüp, Hak Teâlâ’dan «Halkı dîne dâvet eyle» diye emir getirdi. Ben en-dîşede kaldım. Bu gün sana geldim. Seni, İslâm dînine da’vet ederim. Ne dersin?" buyurdular.

 

Hz. Ebû Bekir, önceleri tüccârlık yapar, ticâret için sefere çıkardı. Bir gece rüyâsında ay'qın gökten inip kucağına geldiğini ve onu eliyle tutup sinesine, bağrına bastığını görmüştü. Rüyâdan heyecanla uyanıp sabah olunca koşup Yahûdî âlimlerinden birine rüyâsını anlatmıştı. O ise "Bu karışık rüyâlardan biridir, tâbir edilmez." dedi. Fakat bu rüyâ Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın zihnini kurcalamaya devam etti. Yahûdî’nin cevâbı onu tatmin etmemişti. Bil’âhere Şam’a yaptığı ticâret seyâ­hatinde Busrâ’ya uğramış, gördüğü rüyânın tâbirini bu kere orada râhip Yemlihâ’dan istemiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

 

Râhib: "Sen neredensin?"

 

Hz. Ebû Bekir: "Hicâz’danım, Kureyş’denim."

 

Râhip: "İşin nedir?"

 

Hz. Ebû Bekir: "Tüccârım"

 

Râhib, (gülerek): "Rüyânda büyük müjdeler vardır, tâbirini istersen bahşişimi ver." Hz. Ebû Bekir (r.a.) on iki altın bahşiş verdi. Râhib; "Gökten înen ay âhir zaman peygamberidir. Yakında zuhur edecektir. Sen onun hayâtında vezîri, sonra da halîfesi olacaksın. Ey Arab kardeşim! Onu gördüğün zaman bana haber gönder. Eğer sağ olursam onunla görüşürüm. Eğer ölmüş olursam selâmımı söylersin. Ben onun dînine şimdiden girmişim, ümmetinden olmuşum. Âhirette beni şefâatten unutmasın." dedi.

 

Hz. Ebû Bekir; "Bana bir mektup ver." dedi.

 

Râhib, on iki satır bir mektup yazıp verdi. Mektupta Hz. Muham­med (s.a.v.)’e selam verdikten sonra; «Sen âhir zaman peygamberisin. Âlemlerin Rabbinin Resûlüsün. Bu mektubu Ebû Bekir bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderiyorum. Ben sana îman ettim, beni ümmetliğine kabûl eyle. Ebû Bekir bana rüyâsını tâbir ettirdi. Bu rüyâya göre Ebû Bekr'in senin vezîrin ve sonra halîfen olması lâzımdır. Eğer sağ olursam huzû­runuzla şereflenir, önünüzde cihâd ederim. Eğer yetişemezsem âhi­rette beni şefâatinden unutma» diye yazmıştı.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Râhibe; Eğer tâbirin doğru çıkarsa yüz altın daha vereceğim, dedi.

 

Şam'dan Mekke'ye döndükten sonra on iki sene geçmişti ki Hak Teâlâ, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e pey­gamberlik verdi. Ve Resûlullah Efendimiz ilk olarak Hz. Ebû Bekir’i İslâm'a çağırdı.

 

Bu esnâda Peygamberimiz mübârek elini Hz. Ebûbekir’in göğsüne koyarak ona gördüğü rü’yâyı hatırlattı;

 

“Peygamberliğime mu’cize ve delil, gördüğün o ru’yâdır ki bir yahûdî âlimden ta’birini istedin o âlim: Karışık rü’yâdır i’tibâr edilmez dedi. Bilâhare Şam seyâhatinde râhip Yemlîhâ’nın doğru tâbir ettiğini, o zamandan beri on iki yıl geçtiğini, on iki altın verdiğini, yüz altın da vaâd ettiğini ve râhibin mektûbunu hatırlattı.”

 

Hz. Ebû Bekir derhal şehâdet parmağını kaldırıp "Eşhedü en lâ İlâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh. (Şehâdet ederim ki Allah birdir, Allah’dan başka ilah yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki Muhammed (s.a.v.) Allâhü Teâla’nın kulu ve onun resûlü­dür) diye tasdîk edip müslüman oldu. Böylece peygamberimizin İs­lâm’a da’vetini ilk kabûl eden Hazreti Ebû Bekir (r.a.) olmuştur. Onun hakkında Resûlullah; "Kimi İslâm’a da’vet ettimse reddetti. Fakat Ebû Bekir hiç tereddüt etmeden kabûl etti" buyurmuştur.

 

Hz. Ebû Bekir müslüman olduktan sonra hemen, çok sevdiği arka­daşlarına gitti. Onları da müslüman olmaları için iknâ etti. Ashâbı kirâ­mın ileri gelenlerinden ve cennetle müjdelenenlerden Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa’d’ibni Ebî Vakkâs, Ebû Ubeydet’ibnü Cerrâh gibi şahsiyetler onun delâletiyle müslüman oldular.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.) her gece, gecenin son üçte birinde mutlakâ kal­kar, sabâha kadar ibâdetle meşgul olurdu.

 

Hz. Ebû Bekr’in Resûlullah Efendimiz’e fevkal’âde sadâkat ve sev­gisi vardı. Peygamberimize karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle târif edilemeyecek kadar büyüktür.

 

Bir bayram günü Hz. Ebû Bekir kıymetli elbiseler giymiş gidiyordu. Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Ebû Bekr'in kalbinde Resûl-i Ekrem'e olan sevgisinin derecesini anlamak için bir âmâ şekline girip yolun kenarına oturdu. Hz. Ebû Bekir önünden geçerken; "Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisi için bana bir şey vereni Hak Teâlâ afv etsin" dedi. Hz. Ebû Bekir bunu duyunca, cübbesini çıkarıp verdi ve "aynı sözü bir daha söyle" dedi. Cebrâil aleyhisselam aynı sözü tekrar edince, elbîsesini çıkarıp verdi. Sonunda ayakkabısını verince, üzerinde ancak örtünecek kadar giyim eşyâsı ile kaldı.

 

Sonra da Hz. Ebû Bekir (r.a.), Bilâl-i Habeşî'yi görüp, evinden giye­cek getirmesini istedi. Hz. Bilâl (r.a.) eve giderken yolda Resûl-i Ek­rem'e rastladı.

 

Resûlullah (s.a.v.), Hz. Bilâl'in nereye gittiğini anlayıp; "Yâ Bilâl, Ebû Bekr'in yanındaki âmâ, Cebrâil aleyhîsselâmdır. Ebû Bekr'in bana olan sevgisini ölçmek için o şekle girmiştir", buyurdular.

 

Bilâl (r.a.) elbîseyi Hz. Ebû Bekr'e götürdü.

 

Cebrâil aleyhisselâm Resûlullâh'ın huzûruna varıp; Ben, Ebû Bekr'i denemiştim. Bu elbîseler benim işime yaramaz, dedi. Server-i âlem, Cebrâil aleyhisselâm'ın bu sözünü Hz. Ebû Bekr'e haber verip elbîsele­rini vermek istedi. Hz. Ebû Bekir; "Ben o elbîseleri senin sevgin uğruna vermiştim. Onları istediğiniz yere verin", dedi.

 

Peygamber Efendimiz de, Hz. Ebû Bekir’i çok severdi. onun için biz­zat kendisine: "Sen Allâhü Teâlâ’nın cehennemden atîkisin. Cehennem­den atîk (âzâd edilmiş kişiyi) görüp sevinmek isteyen, Hz. Ebû Bekir'e baksın." buyurması bunun bir alâmetidir.

 

Hz. Ebû Bekir, Resûlullah Efendimiz’in en yakın dostuydu. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu berâberliği, Mekke’den Medîne’ye hicrette de devam etti. O’na mağara arkadaşı oldu. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de Allâhü Telâlâ ona "ikinin ikincisi" buyurdu. Mağarada üç gün kaldıktan sonra, ikisi de birer deveye binerek yolculuk ettiler. Medîne’ye varıncaya kadar Resûlullah Efendimiz’in bütün hizmetini O gördü. Medîne’deki mescid yapılırken birlikte çalıştılar. Hiçbir hizmet ve fedâkarlıktan geri kalmadı.

 

Peygamber Efendimiz'in getirdiği, bildirdiği her şeyi hiç tereddüt et­meden, yutkunmadan inanıp tasdîk ve kabûl ettiği için «Sıddîk» unvânını aldı. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in en büyük meziyeti; bir şeye karar verdikten sonra önüne sıra dağlar bile çıksa onu yarıp geçme iradesini gösterecek kadar azimli ve son derece merhametli oluşu idi. Sahâvette Ashâbın en önde geleni olmuş, Allah ve Resûlü yolunda bütün servetini vermiştir.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah Efendimiz’le birlikte bütün harp­lerde, bulundu. Çok şiddetli muhârebelerde, Peygamber Efendimiz’in muhâfızlığını yapıp, bedenini siper etti. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebûk harbinde san­caktarlık yaptı.

 

İslâm’ın zuhûrundan 21 yıl sonra Mekke şehri, Müslümanlar tarafın­dan fethedilmiş, Mekke halkı bölük bölük Hz. Peygamberin huzûruna gelerek İslâm'ı kabûl etmeğe başlamışlardı. Peygamber Efendimiz, Safâ tepesine oturmuş, yeni müslümanların bîâtını kabûl ediyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) babasının yanına gelerek; "Babacığım! Artık İslâm'ı kabûl etme zamânı geldi. Haydi, seni Resûlullâh'ın yanına götüreyim", dedi.

 

Ebû Kuhâfe'nin kabûl etmesi üzerine, Hz. Ebû Bekir, babasının ko­luna girerek onu, iki cihânın efendisi Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın huzûruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gâyet ihtiyardı ve göz­leri de görmüyordu.

 

Peygamber Efendimiz onları görünce ayağa kalktı ve muhâbbet dolu bir sesle; "Ya Ebâ Bekir! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu bura­lara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik" diye iltifat buyurdu.

 

İhlas, takvâ ve sadâkat güneşi Hz. Ebû Bekir; "Yâ Resûlellah, baba-mın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur" dedi.

 

Ebû Kuhâfe'nin de müslüman olmasıyla Hz. Ebû Bekir radıyallâhü anh’ın bütün âilesi, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın üm­meti içinde hiçbir âileye nasîp olmayan büyük bir şeref ve fazîlete erişti. Çünkü bir âilede dört kuşak birden Müslümanlık ve sahâbelik tâcını giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Hz. Ebû Bekr’in halîfe olduğu günleri gördü. Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde âhirete göç etti.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in son hastalıklarında üç gün imam olup, on yedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Sevgili Peygamberimiz Ebû Bekr’e uyarak arkasında namaz kılmışlardır. Hz. Ebû Bekir H.11 (M.632) senesinde Peygamber Efendimiz'in vefât ettiği gün ashâbı kirâm tarafından ittifakla (söz birliği ile) halîfe seçildi. Pey­gamber Efendimiz’in vekîli, Müslümanların reîsi oldu. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı. Bîat işi bitip halîfe seçimi tamam­lanınca minbere çıkarak bir hutbe okudu. Hutbesinde buyurdu ki:

 

"Ey insanlar! Size Hâlife oldum, ama bu sizden daha hayırlı oldu­ğumu göstermez. İdâremde isâbetli olursam bana yardım edin. Doğru­luktan ayrılırsam beni düzeltin. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İçinizden zayıf olanınız onun hakkını güçlüden alıncaya kadar benim yanımda en kuvvetlinizdir. Güçlü olanınız ise ondan güçsüz olanın hakkını alıncaya kadar benim yanımda en zayıf olanınızdır.

 

Bir millet, Allah yolunda cihattan yüz çevirirse Allâh’ın gadabına uğrar, perîşân olur. Bir milletin içinde kötülük yaygın ve revaçta olursa Allah o milleti belâya uğratır.

 

Allah ve Resûlüne itâat ettiğim müddetçe bana itâat edin. Bu itâat­ten ayrılırsam bana itâate mecbur değilsiniz. Buyurun, namaza kalka­lım. Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun."

 

Halîfeliği sırasında Yemen, Necid ve Yemâme’de çıkan yalancı pey­gamberleri ortadan kaldırdı, irtidad edenleri (dinden dönenleri), İs­lâm'ın emirlerinde gevşeklik gösterenleri yola getirdi.

 

Peygamberimizin vefâtının hemen arkasında bir yangın gibi bütün Arap yarımadasını saran isyan ve irtidat hâdiselerini büyük mâhâret ve soğukkanlılıkla hem de bir sene gibi kısa bir zamanda bastırmak Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in eşsiz dehâsı ve üstün zekâsı sâyesinde gerçekleşmiş­tir. Hz. Ebû Bekir’in azim ve kararlılığı olmasaydı irâdesi sağlam insan­ları bile ümitsizliğe düşüren bunca hâdisenin üstesinden gelmek mümkün olamazdı. O Allâh’ın yardımıyla, o fırtınalı günlerde müslü­manları selâmete çıkarmayı başarmıştır.

 

Hazret-i Hâlid (r.a.), Hicret'in on birinci senesi şevvâlinde İslâm or­dusuyla Yemâme üzerine gönderildi. Yalancı peygamber Müseylime, daha önce gönderilen kuvvetleri bozmuştu. Askeri bozulan İkrime. sonra da Şurahbil bir tarafa çekilmişti.

 

Sonunda Hâlid ibni Velîd geldi ve mürted ordusuyla karşılaştı. Şid­detli bir muhârebe başladı. Başta İslâm ordusu bozuldu fakat tekrâr dönüp hücûma geçti. İslâm ordusunda bilinan Hz. Vahşî, Uhud'da Hz. Hamza'yı şehid ettiği harbeyi fırlatarak Müseylime'yi vurup öldürdü. Bunu gören mürted ordusu hezîmete uğradı. Onlardan yirmi bin kişi öldü. Müslümanlardan ise iki bin kişi şehîd oldu. Şehitlerin sekiz yüze yakını Ashab-ı Kirâm'dandı. Kur'an hâfızlarının birçoğu şehid olmuş, sayıları azalmıştı.

 

Hz. Ebû Bekir, ashâbın ileri gelenlerinden bir heyet kurarak Kur'ân-ı Kerîm'in âyet ve sûrelerini bir araya toplattı ve buna «Mushaf» dendi. Sonra bütün ashâb çağrılarak onların huzurunda Hazreti Ömer tarafın­dan "Mushaf" okundu ve Hz Ebû Bekir’e teslim edildi. Heyetin başında Zeyd ibni Sâbit vardı.

 

Yemâme’de Müseylimetü’l-Kezzâb fitnesinin ortadan kaldırılması, diğer vak’aların hakkından gelinmesini kolaylaştırdı. Bahreyn, Ummân ve Yemen isyanları kısa zamanda bastırıldı. Böylece irtidâd gâilesi ber­taraf edildi. Beytü’l-mâle âid olan vâridât her yerden Medine’ye gel­meğe başladı. Bu gelirlerle İslâm Devleti kuvvet buldu.

 

İrân’a tâbi olan Hire ile Kayser’e (Bizans’a) tâbi’ olan Gassânîlerden başka bütün Arablar İslâm idâresine girmiş oldu.

 

Artık İran’a tâbi’ Arab memleketlerinin fetih zamânı gelmişti.

 

Halife Hazret-i Ebu Bekir, Hicret’in on ikinci senesinde Seyfullâh’ı yâni Hâlid ibni Velid’i Irâk-ı Arab’ın fethi için vazifelendirdi. Önceden gönderilen Müsennâ’ya onunla birleşmesi için mektup yazdı.

 

On bin atlıyla giden Hazret-i Halid’in ordusu, onların katılmasıyla on sekiz bine ulaştı. Hîre üzerine yürüdüler. İran’ın Hîre vâlisi olan Eyâs, emân dileyip cizye vermeği kabûl etti. Buna kızan Sâsâniler (Îran), onu azl edip kendilerinden bir vâli nasb ettiler. O tarafın merzu­bânı (uçbeyi) olan Hürmüz hemen askerini toplayıp koştu. İslâm ordu­sundan önce Hufeyr mevkiine gelip su başını tuttu.

 

Hâlid ibni Velîd de oraya varıp ona karşı ordusunu kurdu. İleriye at sürüp Hürmüz’e meydan okudu. Hürmüz’de ona karşı er meydanına çıktı. İki serasker de atlarından inip yaya olarak kapıştılar.

 

Önce her ikisinin hamlesi de boşa gittti. Sonra Seyfullah, Hürmüz’ü kucaklayıp alt etti. Onu öldürüp silahlarını ve elbisesini aldı. Başındaki tâc (miğfer) çok kıymetliydi. Bunu Sâsâni (Îran) emirlerinin en yüksek rütbeli olanları giyerdi.

 

Bu vak’a ile Îran ordusunun mâneviyâtı kırıldı. Hemen bozulup kaçmağa başladılar. İslâm askerleri, arkalarına düşüp yetiştiklerini kır­dılar.

 

Böylece Mecûsî İran’a karşı ilk zafer kazanılmış oldu. Hz. Seyfullah, ganîmatin beşte biri ile zafer müjdesini halîfeye gönderdi. Sonra ileri hareketle şimdiki Basrâ şehrinin bulunduğu yere kondu.

 

Bu sırada Îran Şâhı tarafından Hürmüz’e yardım için gönderilmiş Kâren adlı serdâr o tarafa gelmekteydi. Yolda Hürmüz’ün ordusundan kaçanlara rastladı. Bunlar arasında şehzâdelerden Kubâd ve Ânuşcan da vardı. Onları da yanına alıp İslâm ordusunun karşısına geldi. Savaş başladı.

 

Serdâr Kâren ile Kubâd ve Ânuşcan er meydanında öldürüldü. Bu Îran ordusu daha fenâ bozuldu. Otuz bine yakın askerleri kırıldı. Bir­çoğu da kaçarken sularda boğuldu. Müslümanlar pek çok ganîmet aldı.

 

Bu hâdise üzerine Îrânîler telâşa düşüp daha mükemmel bir ordu gönderdiler. Onlara yardım için hıristiyan Arablar da bir ordu topla­mışlardı. Velece mevkiinde toplanmış bulunan bu orduya Hâlid ibni Velîd yıldırım gibi yetişip vurdu. Birçoğunu kılıçtan geçirdi, kalanını esir etti.

 

Fakat diğer hıristiyan Arablar buna hiddetlenip Fırat kıyısındaki Leys mevkiinde toplandılar. Yeni bir ordu kurdular.

 

Kisrâ (Îran Şâhı) tarafından gönderilen yeni ordunun serdârı Beh­mân oralara geldiginde vaziyetin tehlikeli olduğunu anlamıştı. Onun için ne yapacağını şaşırıp, müşâvere etmek üzere Îran’ın pây-i tahtı medây’in’e gitti. Ordusunun başına Câbân’ı bırakıp kendisinin dönüşe kadar harbe girmemelerini tenbih etti.

 

Îran ordusunun başındaki Câbân, askeriyle Leys mevkiine vardı. Orada bekleyen hıristiyan Arabların yanında karargâhını kurdu.

 

Îranlılar doyunmak için sofralarını anca sermişlerdi ki İslâm ordusu ile seyfullah göründü. Onların yemek yemesine fırsat kalmadan Haz­ret-i Hâlid yetişip ordusunu kurdu. Hemen mübâreze çıkıp er diledi. Hıristiyan Arab reislerinden Mâlik ona karşı çıktı. Seyfullah, derhâl onu öldürdü.

 

Bunun üzerine muhârebe başladı. Îranlılar da hep birden hücûma geçti. Behman yardıma erişir ümidiyle şiddetli mukâvemet ettiler. Lâkin sonunda bozuldular ve çok zâyiât verdiler. Kan sel gibi aktı. Müşrik ordusundan ölenler yetmiş bine yakındı. Pek azı kaçabildi.

 

Harp meydanı al kana boyanmıştı. Meydanın öte ucunda Îranlıların beyaz yufkalarla donatılmış sofraları çiçek öbekleri gibi görünürdü. Hazret-i Hâlid, bu kurulmuş hazır sofralarla askerine mükemmel bir ziyâfet çekti.

 

Arablar, elek kullanmadıkları için kepekli undan ekmek yaparlar, yufka da bilmezlerdi. Beyaz yufkaları görünce ceylan derisinden yapıl­mış kâğıt sandılar. Sonra hamur oldğunu anlayıp yemeğe başladılar...

 

Hazret-i Hâlid, yemekten sonra durmayıp ilerideki beldeye gitti. Ahâlîsi kıymetli eşyâlarını almadan kaçmışlardı. Bu sebeple çok fazla ganimet topladı. Neticeyi hemen Halife’ye bildirdi.

 

Haberi olan Ebû Bekri’s-Sıddîk (r.a.) hazretleri, "Analar, Hâlid gibi bir er doğurmaz" buyurdu.

 

HİRE’NİN FETHİ

 

Hazreti-i Hâlid, böylece Hîre’ye girince Îranlı vâli Zâzveyh de Hîre hâricinde müdâfaa için ordusunu kurmuştu. Fakat o sırada İran’da ih­tilâl çıktığı haberi gelince orayı terk edip İran’a gitti. Hâlid ibni Vêlid de gelip onun ordugâhının olduğunu yere kondu. Hîre ahâlisi evlere ve kiliselere kapandı. Lâkin Hazret-i Hâlid onları sıkıştırıp teslime mecbur etti. Cizye vermek üzere emân dilediler. Hîreliler yüz doksan bin altın vermeye râzı oldular.

 

Hire’nin fethi üzerine etraftaki reisler gelip boyun eğdiler. Vergiler toplanıp Beytü’l-mâl'e gönderildi.

 

Hazret -i Seyfullah, Hîre işlerini düzenledikten sonra Îran’ın Zahîre beldesi Enbâr’ı muhâsara etti. Kale kumandanı Şirzâd, şehri müdâfaa ettiyse de sonra teslime mecbur oldu. Bundan sonra da Aynu’t-temr kalesi feth olundu.

 

Bundan sonra da Şâm tarafına yakın Dûmetü’l-Cendel üzerine gi­dildi. Hıristiyan Arabların isyanı bastırıldı. Kimi öldürüldü, kimi esir edildi. Hazreti-i Hâlid, bir zaman orada kaldı.

 

Îranlılar, bu durumu fırsat bilip Hîre’yi geri almak sevdâsına düştü­ler. El-Cezire Arabları da Îranlılara yardım etmek için harekete geçtiler. Ammâ Hâlid ibni Velîd, Hîre’ye geldi ve hemen hepsinin üzerine asker gönderdi. Îran ordusu bozulup kaçtı. Reisleri öldürüldü. Hıristiyan El-Cezire Arabları bir baskınla bozulup çoğu telef edildi. Kaçanları himâye edenler de mağlup oldular. İslâm ordusu, Îran, Rum (Bizans) ve El-Cezire sınırlarının birleştiği yere gelince Ramazan ayı girdiğin­den askere istirahat verildi.

 

Fakat burada hudûdu muhâfaza için bulunan Rum (Bizans) asker­leri, İslâm ordusunun buraya kadar sokulmasına kızdılar. O civarda bulunan Îran askerlerini dâvet edip ittifak ettiler. Bâzı bedevî Arabların da onlara katılmasıyla büyük bir ordu kurdular. İslâm ordusunun alt tarafından Fırat’ı geçtiler. Önce Rumlar şiddetli muhârebeye girişti. Lâkin Hazret-i Hâlid’in hücumlarına dayanamayıp bozuldular. Kaç­mağa başlayan Bizans askerlerinin peşine düşüldü. Kaçarken daha çok zâyiât verdiler. Îran ve Bedevî askerlerinde âkıbeti de öyle oldu...

 

Hâlid ibni Velîd, kırk-elli gün daha burada kaldıktan sonra or­dusu Hîre’ye döndü. Kendisi ise artçı birliklerle dönüyor gibi görünüp gizlice Mekke’ye gitti. Hacc ettikten sonra Hîre’ye geldi. Fakat Halife hazretleri, onun bu usulsüz hareketini öğrenmişti. Bu yüzden onu azarladı ve Irak cephesi serdârlığından alıp Şâm’a tâyin etti.

 

Irak-ı Arab (Hîre) ele geçtikten sonra sıra Bizans’a tâbi’ Arabların İslâm idâresine alınmaları zamanı gelmişti.

 

Hicretin on üçüncü senesi başlarında Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), her­kesi gazâya davet edip yeni ordu topladı. Toplanan bu ordudan bir kısmını Hâlid ibni Saîd emrinde Bizans hudûduna gönderdi. O da Ürdün ve Gassâni Arabları üzerine varıp onları dağıttı. Daha ilerle­yince bir Bizans ordusuna rastladı ve onları da yendi. Ammâ iş büyü­müştü, hemen haber verip Halife’den takviye kuvvetleri istedi.

 

Hazret-i Ebû Bekir de gittikleri yerden dönen İkrime gibi kahraman­ları askerleriyle onun yanına gönderdi. Umman’dan çağırdığı Amr ibni Âs’ı da alıp Filistin tarafına me’mur etti.

 

Ebû Ubeyde ibni’l-Cerrâh’ı ise Bizans hudûdundaki ümerânın hep­sinin emiri olarak Humus tarafına gönderdi.

 

Bunları haber alan Bizans imparatoru (Kayser Hirakl), Konstanti­niyye’den çıkıp Sûriye diyârına geldi. Humus’ta karargâh kurdu. Amr ibni Âs’a karşı yüz bin, Ebû Ubeyde’ye karşı altmış bin ve diğer İslâm askerlerine karşı daha fazla olan ordular sevk etti.

 

İslâm orduları karşı Rum orduları kat kat fazla olduğundan ümêra bütün kuvvetleri bir yere toplamak üzere karar aldılar. Halife’den de bu yolda talimat gelince Yermûk vâdisinde toplandılar.Yermûk ve Vâkûsa yar ve uçurumlarını kendilerine siper ettiler.

 

Hâlid ibni Velîd’in Şâm’a Gelişi ve Yermûk Gazâsı

 

İslâm ümerâsı, askerlerini Yermûk vâdisinde toplarken Halife’den yardım istemişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir, Hâlid ibni Vêlid’e bir emir­nâme gönderdi ve askerlerinin yarısını alıp çabucak Şâm’a varmasını emir buyurdu.

 

Bunun üzerine Hazret-i Hâlid on bin güzîde askerle Hîre’den ay­rıldı. Kestirme yollardan ve susuz çöllerden geçip hızla Şâm’a doğru giderken birçok hıristiyan Arab kabileleriyle savaştı. Hepsini yenip ga­nimet aldı, kimisini cizyeye bağladı. Busrâ’ya vardığında oradaki Rum askerlerini ansızın vurdu. Busrâ ahâlisi emân diledi. Burada aldığı ga­nimetlerin beşte birini Medine’ye yolladı. Nihâyet Yermûk vâdisine erişip İslâm ordusuyla birleşti.

 

Bu sırada henüz Yermûk vâdisine gelmemiş olan Amr ibni Âs, Gavr mevkiinde bulunuyordu. Büyük Bizans ordusu onun üzerine gelmişti. Hâlid ibni Vêlid ve bütün emirler onun imdâdına koştu. Muhârebe başladı ve Rum ordusu bozuldu. Çok zayiât verip geri çekildi. İslâm ümerâsı da askerlerini alıp Yermûk vâdisine geldiler.

 

Bizans Kayseri Hirakl’in Yermûk cephesindeki ordusu ikiyüz kırk­bin askerdi. Buna karşı İslâm ordusu kırkaltı bin kişiydi. Bizans (Rum) ordusu biner kişilik alaylara ayrılmıştı. İslâm ordusunda da biner kişi­lik alaylar kuruldu. Misliyle mukâbele edilecekti.

 

Hazret-i Hâlid’in oraya gelmesine kadar İslâm ordusunun emîrleri her biri kendi başına savaşırdı. Tek bir kumandanlık altında değildiler. Gerçi Ebû Ubeyde umûmî idâreci olarak başlarına gönderilmişti ama başına buyrukluk devam ediyordu.

 

Hâlid ibni Vêlid, düzenli bir orduya kaşı böyle ayrı ayrı muhârebe edilemeyeceğini onlara anlattı. Hepsini tek emir ve kumanda altına girmeğe ikna etti. Ümerâ da Hazret-i Hâlid’i serasker seçtiler. Harp başlamak üzereydi.

 

Rum ordusu mükemmel bir düzenle harp meydanına çıktı.Hazreti Hâlid de İslâm ordusunu ona göre düzenledi. Sonra Seyfullah’ın em­riyle süvâriler cenge girişti. İki taraf çarpışmağa başladığı sırada Medî­ne-i Münevvere’den bir haberci geldi. Herkes başına toplandıysa da harp başlamış olduğundan "Halife tarafından imdâd gönderilmek üze­redir..." gibi sözlerle geçiştirip hakîkati gizledi. Asıl haberi Ebû Ubey­de’ye verdi. O da muvakkaten açıklamadı. Meğer Ebû Bekri’s-Sıddîk (r.a.) vefât etmiş. Hazret-i Ömer halife olmuş. Seraskerliği de Ubey­de’ye vermiş. Lâkin el değiştirmeye vakit olmadığından gizlenmiş.

 

Muhârebe yeni başladığı sıra Bizans generallerinden Yorgo ortaya çıkıp Hazret-i Hâlid’le görüşmek istedi. Durup konuştular. Yorgo, Hâ­lid’e “sizin istediğiniz ve dininiz nedir?” diye sordu. Hazret-i Hâlid de ona anlattı. O da anlatılanları doğru ve güzel bulup hemen müslüman oldu. Kelime-i Şehâdet getirip gusl etti. Sonra İslâm ordusu saflarına geçti. Onun böylece müslüman olması Rumların çok gücüne gitmişti.

 

Tekrar savaş başladı. Bizans ordusu şiddetle hücûma geçti. İslâm ordusu tutunamayıp geri çekilmeğe başladı.İkrime (Ebû Cehil’in oğlu) ve askerleri, Rum ordusuna karşı Hâlid ibni Vêlid’in çadırı önünde yiğitçe savaştılar. İkrime ile askerlerini çoğu şehâdet şerbetini içtiler.

 

Serasker Hâlid ibni Vêlid ve mühtedi Yorgi de düşman askerlerine karşı şiddetle muhârebe etti. İslâm askerleri öğle ve ikindi namazlarını imâ ile kıldılar. Akşama doğru Yorgi de şehid oldu. Bir gün dolmadan bu büyük mertebeye erişti.

 

Nihâyet Bizanslıların yorgun oldukları sırada Seyfullah onların merkezine şiddetli bir hücûma geçti.

 

Süvarilerle piyadelerin arasında girdi. Onları ayırınca Rum süvâri­leri bozulup kaçtı. Piyadaleri ezildi ve perişan oldu. Bizans ordusu ric'ata başladı. Kaçarken telef olanlar kat kat fazlaydı. Birçok alayları Yermûk ve Vâkûsa uçurumlarına düştü. Rum ordusunun zâyiâtı yüz­bini geçmişti. İmparatorun kardeşi de ölenler arasındaydı. İslâm or­dusu ise üç bin civârında şehid vermişti.

 

Bizans’a karşı kazanılan bu büyük zaferle Sûriye’nin kapıları İs­lâm’a açılmış oldu.

 

Fakat Rumların Ürdün tarafında da bir ordusu vardı. Amr ibni Âs ve Ebû Ubeyde ile berâber Şurahbil onların üzerine gitti. Fihl mevkiine vardıklarında Bizanslıların bir gece baskınıyla savaş başladı. Gün doğ­duktan sonra akşama kadar devam etti. Rumlar, birinci ve ikinci ku­mandanları öldürüldükten sonra bozuldular. Kaçarken artık karanlık basmış olduğundan yollarını şaşırdılar. Arkalarından tâkibe geçildi. Çoğu telef olup seksen bin askerin pek azı kurtulabildi...

 

* * *

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Yermûk muhârebesinin yapıldığı sırada hasta­landı (H.13, M.634). Hastalığının son günlerinde bir gece Peygamber Efendimiz’i rüyâsında gördü. Peygamber Efendimiz ona; "Yâ Ebâ Bekir! Seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı." buyurdu.

 

O da; "Ben de seni özledim Yâ Resûlallah!" dedi.

 

Peygamber Efendimiz; "Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamânın en temizi olan Fârûk’u (Hz. Ömer’i) halîfe seç!" buyurdular.

 

Bunun üzerine Hz. Ömer’in halîfe seçilmesini vasiyet etti. İki sene üç ay on gün halîfelik yaptı. Hicretin 13. senesinde 63 yaşında irtihal etti (M.634).

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in vefâtında onun mübârek nâşına Hz Ali (k.v.) şöyle hitap etmişti:

 

"...Sen fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların oynatamadığı bir dağ idin. Resûlullâh’ın lisânında sen; "bedeninde zayıf, Allâh’ın dîninde kuvvetli idin". Gönlünde mütevâzî, Allah katında ve yeryüzünde makâmı yüce idin. Mü’minlerin nazarında büyük idin. Sende hiçbir kimsenin kini, hiçbir kimsenin değersiz bulduğu bir taraf yoktur. Senin katında kuvvetli kendisinden hak alınıncaya kadar zayıf, zayıf da hak­kını alıncaya kadar kuvvetli idi. Allah senin sevâbından bizi mahrum etmesin. Senden sonra bizi saptırmasın..."

 

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hadîs-i Şeriflerinde Hz. Ebû Bekr’is-Sıddîk hakkında buyurmuşlardır ki:

 

Ebû Bekr’in îmânı, bütün müminlerin îmanı ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı yine ağır gelirdi.


• Ebû Bekir benden, ben de ondanım. Ebû Bekir, dünyâ ve âhirette benim kardeşimdir.

 

 • Ümmetime, ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir’dir"


 • Ebû Bekr’i sevmek, ümmetimin üzerine vâciptir.

 

* * *

 

Bir gün Hz. Ömer'in yanında Hz. Ebû Bekir’in ismi geçmişti. Hz. Ömer şöyle dedi: Ömrümdeki bütün amelimin Hz. Ebû Bekir'in, bir gün ve gecelik ameline müsâvî olmasını isterdim. O'nun o mes'ud ge­cesi ki, hicrette Resûlullah ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya va­rınca: "Allah için, yâ Resûlallah, aman içeri girmeyin! Önce ben gireyim. İçerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delik­leri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullâh'ı buyur etdi. Resûlullah içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. Bu arada Hz. Ebû Bekr’in ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket et­medi. Yılanın zehrinin acısından, gözyaşı Resûlullâh'ın mübârek yü­züne damlayınca Resûl-i Ekrem uyanarak; "Ne oldu yâ Ebâ Bekir?" buyurdular.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.): Ayağım ile kapattığım delikten bir yılan aya­ğımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden kor­kuyorum, dedi.

 

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) "ayağını çek" buyurdular. Ayağını çe­kince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. "Ey yılan, benim mağara arka­daşıma, sırdaşıma eziyet etmekle Allâhü Teâlâ’dan korkup, benden utanmıyor musun?" buyurdu.

 

Yılan; Ey Allâh'ın Habîbi, insanların, cinlerin Peygamberi! Sana yal­nız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi âşıktır. Hattâ bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı din­lemiş, mübârek yüzünüzü görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı şeref­lendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyordum. Sıddîk'ınız, bu karanlık mağaraya sabâhı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk’ınız sizi görmeme mânî olunca benden korku ve hayâ kalktı. Bu küstahlığa cesâret ettim." diyerek özür diledi.

 

Resûlullah Efendimiz yılanın özrünü kabûl etti. Hz. Ebû Bekir radı­yallâhü anh’ın yarasına mübârek tükürüğünden sürdü, bir mûcize ola­rak yara hemen iyi oldu.

 

* * *

 

İmam Fahreddin Râzî (rahmetullâhi aleyh) bildiriyor: Bir gün iki cihânın sultânı, insânların ve cinnîlerin Peygamberi, âlemlerin Rabbi­nin sevgilisi Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem Hazretle­rine bir gümüş yüzük hediye edilmişti.

 

Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir'e: "Yâ Atîk, bu yüzüğü bir kuyum­cuya götür, üzerîne «Lâ ilâhe illallah» yazdır" buyurdu. Hz. Ebû Bekir yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine "Lâ ilâhe illal­lah Muhammedün Resûlullâh" yaz, dedi.

 

Resûlullah Efendimiz yalnız "Lâilâhe illellah" yazılmasını emret­mişti, fakat Hz. Ebu Bekir Allâhü Teâlâ'nın ism-i şerifinden Resûl-i Ek­rem'in ism-i şerîfinin ayrı olmasını uygun görmemişti. Kuyumcu, Hz. Ebû Bekir'in söylediği gibi yazdı.

 

Hz. Ebû Bekir yüzüğü kuyumcudan alıp Resûlullâh'a götürürken Hak Teâlâ, Cebrâil aleyhisselâm'a: Çabuk git, Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekir isminî de yaz, çünkü Ebû Bekir benim ismim ile Habîbimîn isminin ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben de Habîbimin isminden Ebû Bekir'in ismini ayırmayı uygun görmedim, buyurdu.

 

Cebrâil aleyhisselâm derhal yetişip mübârek yüzük Hz. Ebû Bekir'in elinde iken onun haberi olmadan yüzüğe Ebû Bekir ismini de yazdı. Sonra Hz. Ebû Bekir yüzüğü Sultân-ı Enbiyâ’ya teslim etti.

 

Resûl-i Ekrem yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde «Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk» yazılı idi. Hz. Ebû Be­kir'e; bu yüzüğün üzerine yalnız "Lâ İlâhe illallah" yazılması söylen­mişti. Halbûki fazla yazılmış, hikmeti nedir? diye sordular.

 

Hz. Ebû Bekir çok utandı, terledi. Bir cevab vermeden Cebrâil aley­hisselam gelip Hak Teâlâ'nın selâmını söyledikten sonra: "Ebû Bekir'in yüzükte kendi adının yazıldığından haberi yoktur, onu ben yazdır­dım." buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.

 

* * *

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in hilâfeti esnâsında bir gün Hz. Ali "Yâ Ebâbekir, biz de seninle îman ettik, cihad ettik, sohbeti Resûlullahta bulunduk. Husûsiyle ben Resûlullah’ın evinde onun terbiyesi altında büyüdüm. Fakat en büyük teveccühü sen aldın. Bu dereceyi nasıl elde ettin" dedi.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.) beş şeyle dedi ve şöyle izah etti:

 

1- Resûlullah hem kul hem de peygamberdi. Miraçta da kulluğu seçmişti. Ben de bütün ibâdet ve hizmetimde rabbimin rızâsını ister Ona kul olmaya gayret ederim.

 

2-İslâm’a girdiğim günden beri doyasıya yemek yemem, Allâh’ın helal kıldığı nimetlerden şükrünü edâ edebileceğim kadar yerim, o da beni doyurmaz.

 

3- Kanasıya su içmem. Şükrünü edâ edebileceğim kadar içerim, o da beni kandırmaz.

 

4- Dünyâ işleriyle âhiret işleri karşı karşıya gelince, dünyânın ba­şıma yıkılacağını bilsem âhireti seçerim.

 

5- Resûlullâh’ın sohbetinden herkes işine gücüne dağılınca ben o sohbet hakkında tefekkür ve teemmülde bulunur, sohbetin îcâbını ye­rine getiririm.

 

İşte bunlarla ikmâl ettim yâ Ali buyurdular.

 

* * *

 

Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: Resûl-i Ekrem'den Hz. Ebû Bekr'in üstünlüklerini işitir, hayrette kalırdım. Server-i âlem âhireti teşrîf ettik­ten sonra kendisini bir gece rüyâmda gördüm; Önünde bir tabak vardı. Yâ Resûlallah, Hak Teâlâ'nın sana verdiği nimetten bana da bağışla! dedim. Bana bir hurma verdi. Yine istedim. Bir tâne daha verdiler. Tek­rar tekrar istedim böylece dokuz hurma olmuştu.

 

Uyandım dokuz hurma elimde idi. Mescid-i Nebevî’de sabah ezanı okunuyordu. Mescide gidip, sabah namazını Hz. Ebû Bekir'in arka­sında kıldım. Başımı kaldırınca Hz. Ebû Bekir'in, arkasını mihrâba ver­miş bir hâlde oturuyor gördüm.

 

Rüyâmda Resûl-i Ekrem'in önünde gördüğüm hurma tabağı Hz. Ebû Bekir'in önünde duruyordu. Ey AIIâh Resûlü'nün halîfesi Allâhü Teâlâ'nın sana ihsân ettiği nimetlerden bana da ver dedim. Bir tâne verdi. Yine istedim. Bir daha verdi. Tekrar tekrar isteyince dokuz hur­ma oldu. Yine istedim. Ey Enes, bu gece Resûl-i Ekrem, sana bundan fazla verdiyse ben de vereyim, buyurdu.

 

* * *

 

Ashâbı kirâmdan Câbir bin Abdullah (r.a.) anlatıyor: Bir bedevî deveye binmiş, Hz. Ali'nin huzûruna gelmişti. Deveden inip selam verdi. "Yâ Emîre’l-Mü'minîn! Hz. Ebû Bekir cennette midir? Bana haber ver" dedi.

 

Hz. Ali (r.a.) bu suâle çok üzüldü. “Keşke anan seni doğurmasaydı. Resûl-i Ekrem'in hayâtında veya daha sonra hiç kimse Hz. Ebû Bekir'in cennette olup olmadığını sormağa cesâret edememiştir” buyurdu. As­habdan, Muhâcirîn ve Ensâr arasında Hz. Ebû Bekir'in, Resûllâh'ın hayâtında vezîri, vefâtından sonra da halîfesi olduğunda şüphe eden yoktur. İ'tîkadı böyle olmayan kimse dalâlettedir.

 

Ey bedevî! Resûlullah Hz. Ebû Bekr’is-Sıddîk’ı babası yerinde tu­tardı. Hz. Ebû Bekir cennet halkını, gökyüzündeki bir parlak yıldızın yeryüzünü aydınlattığı gibi aydınlatır. Cennette Hz. Ebû Bekir'in nû­rundan aydınlanmayan köşk, saray, oda, bahçe yoktur. Cennet halkı köşklerden başlarını çıkarıp: Yâ Rıdvân? Bu nûr nedir? diye sorarlar.

 

Rıdvân: Hz. Ebû Bekir'in nûrudur, her köşke her odaya girer, diye cevab verir.

 

Hz. Ali radıyallâhü anh devam ederek; "Ey bedevî! Hz. Ebû Bekir vefâtına yakın beni çağırdı. Bana; «Gözümün nûru, dostum, azîzim» diye hitab ederek, “vefâtım yaklaştı, vefât edince Resûl-i Ekrem'i yıka­dığın mübârek ellerinle beni de yıka, teçhiz ve tekfîninden sonra tabuta koyup Resûl-i Ekrem'in Ravza-i Mutahhara’sı kapısının önüne götür. «Yâ Resûlallah! Ebû Bekir kapıdadır, izin istiyor» diye söyle. Eğer ka­pının kilidi anahtarsız açılırsa, beni Seyyîd-i âleminin arka tarafına def­nedin. Yoksa Bakî’ kabristanına götürün” dedi.

 

Vasîyeti üzere teçhîz ettim. Ravza-i Mutahhara’nın kapısına kadar götürdüm. Hz. Ebû Bekir'i getirdiğimizi söyledim. Kapının kilidi ken­diliğinden açıldı. "«Habîbi, Habîbe kavuşturun! Sevdiğini çok özle­miştir.» diye bir ses duydum" buyurdu.