4- Hazret-i Ali (R.A.)

Hz. Ali radıyallâhü anh, ashâbı kirâmın büyüklerinden olup Pey­gamberimizin amcası Ebû Tâlib'in oğludur.

 

Peygamber Efendimiz'in dâmâdı olmakla da şereflenmiştir. Müslü­manların dördüncü halîfesidir. Hiç puta tapmadan Müslüman olduğu için «Kerremallâhü Vecheh»; kahramanlığı ve çok cesur olması sebe­biyle «Kerrâr» ve «Esedullâh-il-Gâlib» unvanlarını almış olup ayrıca takdîri ilâhiye gösterdiği rızâdan dolayı da «Murtezâ» ünvânı verilmiş­tir. Aşere-i Mübeşşere’den (Cennetle müjdelenen on sahâbîden) dör­düncüsü ve Ehl-i Beyt zincirinin birinci halkasıdır.

 

Künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Bir künyesi de Peygamberimizin iltifât bu­yurarak söylediği "Ebû Türâb"dır.

 

Hicret'ten yirmi üç sene önce (M. 599) senesinde Mekke'de doğdu. Hz. Alî, mâni’ olmağa çalıştığı hâlde bir türlü önüne geçemediği Hz. Osman'ın elîm şahâdet vak'ası üzerine Hicrî 35 (M.656) senesinde Zil­hicce ayında, Medîne-i Münevvere'de ashâbı kirâmın ittifâkıyla halîfe seçildi. Halîfe olmasında hiç bir îtirâz olmadığından icmâ-ı ümmet ile hilâfet makâmına geldi.

 

* * * Hz. Ali’nin babası Ebû Tâlib'in geliri az, âilesi kalabalıktı. O sıra­larda Mekke'de bir kıtlık da hüküm sürüyordu. Peygamber Efendimiz, amcası Abbâs’a "Ey amca, kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Geliri ise azdır. Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her birimiz bir oğlunu alalım", teklîfinde bulundu. Bu teklîfin, amcası Ebû Tâlib tara­fından kabûlü ile Hz. Ali beş yaşından îtibâren Resûlullah ile yaşadı ve Resûl-i Ekrem'in tâ’lim ve terbiyesinde yetişti. Çocuklar arasında Peygamberimizin Peygamberliğini ilk tasdik eden odur. Güzel ahlâkın canlı timsâli idi. "Allâh'ın arslanı" diye tanın­mıştı. Şecâati, metâneti, cesâreti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı. Hayâtının sonuna kadar Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı, dâimâ meclislerinde bulundu. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Efen­dimiz’in yüksek nazarlarına, muhabbetlerine mazhar olmuştur. Ken­disinde hâriku'l-âde meziyetler mevcuttu. Resûl-i Ekrem'in ilmen ve ahlâken vârislerinden biri idi. Hz. Ali (r.a.), çok fedâkâr idi. Onun Resûl-i Ekrem uğrunda göster­diği fedâkârlık ve onu kendine tercih etmesi her türlü takdirin üstün­dedir. Peygamber Efendimiz, Hak Teâlâ'dan hicret emrini aldığı zaman, Hz. Alî’nin de Resûl-i Ekrem'in yatağında yatması, Allâhü Teâlâ tarafından emredilmişti. Ayrıca Hz. Alî Resûl-i Ekrem'in uhde­sindeki emânetleri sâhiplerine vermekle vazîfelendirilmişti. Hicret gecesi Kâfirler, Resûlullâh'ın saâdethânelerinin etrafını sar­mışlardı. Şeytan da aralarında idi. Hak Teâlâ, şeytan dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken Resûl-i Ekrem, evden çıkıp Hz. Ebû Bekir ile berâber hicret ettiler.

 

Haberde vârid olduğuna göre, Hak Teâlâ, Mîkâil ve İsrâfîl aleyhis­selâma "Kâfirler bir anda Ali'ye karşı bir taaruzda bulunmasınlar, sizler behemehal Alî'nin yanına yetişin!" buyurdu. Bu iki büyük melek, Hz. Alî (r.a.)'ın yanına geldiler. Mîkâil aleyhisselâm Hz. Ali'nin baş ucunda, İsrâfîl aleyhisselâm da ayak ucunda durup duâ ederlerdi.

 

Bir zaman sonra mel'ûn Şeytan uyandı. Yüksek sesle "Vây! Muham­med kaçtı." diye bağırdı. Şeytan şeytanlığını yapmak için kâfirlere zaman zaman insan sûretinde görünür, onlara yardım ederdi.

 

Kâfirler mel'ûna; "Ne biliyorsun?" dediler. Mel'ûn Şeytan; "Binlerce sene uyku gözüme girmemişken, bu gece Muhammed'in yaptığı sihirle uyuyakalmışım." dedi. Bunun üzerine bütün kâfirler Resûl-i Ekrem'in evine hücum etti. Fakat Resûlullâh'ın yatağında Hz. Alî'yi gördüler. Resûl-i Ekrem'in ne­rede olduğunu sordular.

Hz. Ali; "Bilmem" dedi.

 

Kafirler aramak için dışarı çıktılar.

 

Ertesi gün, Resûlullâh'ın Ka'be-i Şerîfe’de devamlı oturdukları makâma Hz. Ali oturdu. "Resûl-i Ekrem'de kimin emâneti var ise, gelsin benden alsın" diye nidâ ettirdi. Herkes gelip emânetlerinin ni­şanını söyleyerek aldı. Böylece Hz. Ali bütün emânetleri sâhiplerine teslim etti.

 

Mekke-i Mükerreme'de kalan ashâbı güzîn, Hz. Alî' nin kanadı al-tına sığındı. Hiç bir kâfir Hz. Ali (r.a.)'ın korkusundan ashâbı kirâmın hiç birine eziyet edemedi. Resûlullâh'ın saâdethâneleri Mekke'de ol­duğu müddetçe Hz. Ali orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i Ekrem evinin, Medîne-i Münevvere'ye getirilmesini emir buyurdu.

 

Allâh'ın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. "İnşaallahü Teâlâ yarın Medîne-i Münevvere'ye gidiyorum. Bir diyece­ğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin" buyurdu.

 

Hepsi başlarını eğip hiçbir şey söylemediler. Hz. Ali oradan ayrı­lınca Ebû Cehil kalktı: "Ey Kureyş'in büyükleri! Muhammed'in evi bu­rada olduğu müddetçe bize düşmanlık etmez, buna mâni’ olmalıyız". dedi.

 

Kâfirlerin her biri şöyle yaparız, böyle yaparız, diye konuşmağa baş­ladılar.

 

Sonra Hz. Abbâs'a yalvardılar. "Kardeşinin oğluna söyle Muham­med'in evinin eşyâsını kaldırmasın, yoksa aramız açılır", dediler.

 

Hz. Abbas bu sözleri Hz. Ali’ye söyledi. Hz. Ali (r.a.): "Amcacığım, yarın inşâllah Resûl-i Ekrem'in evindeki eşyâyı götüreceğim. Karârım kat'îdir. Yoluma çıkan olursa cenk ederim" dedi.

 

Hz. Abbas, Hz. Ali’nin sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince can­ları sıkıldı. Hz. Alî’yi şehirden dışarı çıkarmamağa karar aldılar. Sabah oldu. Hz. Alî Resûl-i Ekrem'in saâdet hânesindeki eşyaları toplayıp yola koyuldu. Kureyş'den dört beş kişi atlı olarak Hz. Alî’nin yolunu kestiler. "Geri dön, yoksa seninle cenk ederiz" dediler.

 

Hz. Alî (r.a.) yükleri indirip bunların üzerine yürüdü. Hak Teâlânın izniyle onlara gâlip geldi. Tekrâr hâne-i saâdetin mübârek yüklerini kal­dırıp yola koyuldu. Yolda, o zaman henüz îmân etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hz. Ali’nin karşısına çıktı. Hz. Ali bir vuruşta onu yere yıktı. Göğsüne çıkıp îmâna da’vet etti. O da intibâha gelerek cân-ı gönülden kabûl edip müslüman oldu. Mikdâd bin Esved (r.a.)’ın bir oğlu, Hz. Hü­seyin uğrunda, Kerbelâ'da canını fedâ edip şehîd olmuştur. Mikdâd haz­retleri, ashâbı kirâmın büyüklerinden ve bahadırlarındandı.

 

Hz. Ali, Resûlullâh'a ayakları şişmiş ve kan akar vaziyette, Kubâ'da yetişti. Bu yorucu yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzûruna çıkamayacak bir hâlde idi.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz bunu haber alınca, bizzat teşrif etti. Hz. Ali’yi görünce kucakladı, mübârek iki eliyle, o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan nârin, nâzik ayakları okşadı, kendisine âfiyet için duâ buyurdu. Hz. Alî radıyallâhü anh'ın bu fedâkarlığı üzerine:

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allâh'ın rızâsı için nefsini fedâ eder" meâlindeki Ayet-i celîle nâzil olmuştur.

Hz. Alî Tebûk harbinde, Resûlullah tarafından Ehl-i beytin muhâfa­zası için Medîne'de bırakılmıştı. Birçok harplerde Resûlullah Efendi­miz, sancağı Hz. Ali’ye verdi. Yemen savaşında, ordu kumandanlığı yaptı.

* * *

Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte düşmanını altına almış, kılıcı ile boğazlamak üzereydi. O anda düşmanı, Hz. Alî’nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine onu öldürmekten vazgeçti.

 

Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca, "Biraz önce seni Allah için öldürecektim. Yüzüme tükürünce, nefsim gâzaplandı, seni kendi nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uyma­mak için vazgeçtim." dedi. Müşrik hidâyete geldi müslüman oldu.

 

Hazret-i Ali, halîfeliği devrinde zuhûr eden fesatçılarla mücâdelede bulunduğundan, takrîben beş sene süren halîfeliği zamânında sükûn ve huzûr bulamamış, ancak hükümet idâresinde Hz. Ömer'in yolunu tutmuştur. Memurları murâkabe eder, her işin emniyet ve istikâmet dâiresinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi. Yoksulları Beytü'l-mâlden geçindirirdi. Her tarafta askerî merkez vücûda getirdi. Beytü’l-mâli muhâfaza yolunda gerekli teşkîlâtı kurdu.

 

Hz. Ali (r.a.)'ın İslâmiyet'in yayılmasındaki hizmeti çok büyüktür.

 

* * *

 

Bir gün Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma'ya; "Evde yiyecek bir şey var mı, çok acıktım," buyurdu.

 

Hz. Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı dirhemin olduğunu söyleyerek "Bu dirhemler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan ve Hü­seyin meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın, dedi. Hz. Ali altı dir­hemi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir müslümanın yakasına yapışıp, "ya hakkımı ver, veyâ yürü mahkemeye gidelim" dediğini, yakasını bırakmadığını gördü.

 

Borçlu adam, bana birkaç gün daha müsâade et, diyorsa da alacaklı; "Hayır ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim" di­yordu.

 

Hz. Ali, bunların çekişmelerini görünce yanlarına vardı; "Münâka­şanız kaç para içindir?" buyurdu.

 

"Altı dirhemdir" dediler.

 

Hz. Ali; kendi kendine "Müslümanı bu sıkıntıdan kurtarayım, na­sılsa Fâtıma'ya bir cevâb bulurum," diye düşündü. Yanındaki altı dir­hemi vererek, borçlu Müslüman’ı sıkıntıdan kurtardı fakat bir müddet Fâtıma'ya ne söyleyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullâh'ın kızıdır, bir şey demez, diye­rek eli boş eve döndü. Hz. Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Baba­larının meyve getireceğini ümid ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamağa başladılar. Hz. Fâtıma'ya: "Verdiğin altı dirhem ile bir müslümanı hapisten kurtardım," buyurdu.

 

Hz. Fâtıma: "Çok iyi yaptın, elhamdülillah, bir müslümânı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kâfidir," dedi. Fakat, mübârek hâtırı şerîf­leri biraz mahzûn oldu, Hz. Ali onun üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dı­şarı çıktı.

 

"Bâri gidip Resûlullâh'ın mübârek yüzünü göreyim de, bu üzüntü­den kurtulayım" diye düşündü. Zîrâ Resûlullâh'ın mübârek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürûr safâ ve huzûr hâsıl olurdu. Yolda bir kimse gördü, elinde besili bir deve vardı. Hz. Alî (r.a.)'a: "Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın? dedi.

 

Hz. Alî; "Şimdi param yoktur” dedi.

 

O şahıs; "Sana veresiye veririm" dedi.

 

Hz. Alî; "Kaça veriyorsun" buyurdu.

 

O şahıs; "Yüz dirheme veririm", dedi.

 

Hz. Alî; "Kabûl ettim," dedi.

 

O şahıs da; "Peki ben de kabûl ettim," dedi. Deveyi, Hz. Ali’ye teslim etti. Hz. Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Adam Hz. Ali’ye; "Bu deveyi bana satar mısın?" dedi. Hz. Ali; "Evet satarım" buyurdu. O kimse; "Üç yüz dirheme bana verir misin?" dedi. Hz. Ali; "Olur veririm," dedi. Deveyi o şahsa sattı. Üç yüz dirhemi peşin alınca, doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Baba­larının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fâtıma­tü'z-Zehrâ radıyallâhü anhâ Hz. Ali (r.a.)'dan bu yiyecekleri nereden aldığını sordu, Hz. Ali mes'eleyi anlattı. Yemeklerini yiyip Allahü Teâlâ'ya hamd-ü senâ ettikten sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma'ya: "Ben, Resûl-i Ekrem'in sohbetine gidiyorum" diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i Ekrem'e, yanında ashâb-ı kirâm oldukları hâlde, rastladı. Meğer Resûl-i Ekrem, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma'yı görmeğe geliyorlarmış.

 

Resûlullah: "Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?" buyurdu.

 

Hz. Ali (r.a.): "Allah ve Resûlü bilir," dedi.

 

Resûl-i Ekrem: "Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâil aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfil aleyhisselâm idi. Deve de Cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyâda bire elli hasene (sevap) verdi. Âhirette vereceğinin hesâbını ise kendisinden başka kimse bilemez" buyurdu.

 

* * *

 

Hz. Alî (r.a.) fevkalâde beliğ ve fesîh konuşurdu. Peygamber Efen­dimiz’den sonra onun derecesinde beliğ ve fesîh hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisânının ilk kâidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm'in lisânına herkesten çok âşinâ idi. Devamlı Peygamber Efendimiz’in yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşan­lardan olması sebebiyle Kur’ân’ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsîre dâir birçok rivâyetler bildirmiştir. Bilhâssa âyetlerin iniş sebepleri hak­kında kendisinden birçok rivâyetler vardır. "Vallâhi, bir âyet yoktur ki ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, şehirde mi, nâzil oldu­ğunu bilmeyeyim." buyurmuşlardır.

 

Hz. Ali (r.a.) ehl-i beytten olması sebebiyle Peygamber Efendimiz’in sünnetine herkesten daha fazla vâkıftı. Bu hususta herkesin mürâcaat kapısı idi ve ashâbı kirâmın en büyük âlimlerindendi. Halledilemeyen mevzûlar ona havâle edilirdi.

 

* * *

 

Hz. Osman (r.a.) zamanında fitne, Yahûdîler tarafından başlatılmış ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı. Bu fitne Hz. Ali'nin hilâ­feti zamanında da devam etti. Hz. Osman'ı şehîd edenler hakkında as­hâb-ı kirâm arasında üç ayrı fikir belirdi ve üç ayrı içtihad oldu.

 

1- Sahâbelerden bir kısmı, tarafsız kalmayı, 2- Sahâbe-i kirâmdan Hz. Talha, Hz. Zübeyr. Hz. Âişe ve Şam'da bulunan Hz. Muâviye ise, suçluların hemen cezâlandırılmasını, 3- Hz. Alî Kerremallâhü Vecheh ise, fitne kazanı kaynamakta oldu­ğundan, bu hususta acele edilmemesini, adâletin tatbîkinde dikkatli ve tedbirli hareket edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, önce tam bir hâkimiyet kurup kâtillerin, ortalığın durulmasından sonra cezâlandırılmasını içtihâd etmişlerdi.

 

Kâtillerin derhâl tecziyesi veyâ bilâhare tecziyesi husûsunda ashâb-ı kirâm arasında tamâmen hüsn-i zanlarının netîcesi olarak, ictihattan doğan bir ihtilaf zuhûr etti. Hz. Alî suçluları hemen cezâlandırmayınca, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ile Hz. Âişe radıyallâhü anhâ Basra'ya gittiler. Halîfe, onlarla anlaşmak üzere, Basra'ya yola çıktı. Medîne'den ayrılır­ken, fitneci başı Abdullah ibni Sebe'ye, adamları ile Medîne'de kalma­sını emretti. İbni Sebe, halîfenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla gizli toplantı yapıp, halîfeye gözükmeden Basra'ya git­meğe, gizlice iki taraftan birine saldırârak, iki tarafı muhârebeye tutuş­turmağa karar verdiler.

 

Hz. Ali (r.a.), Basra'ya yakın bir yerde ordugâh kurdu. Elçi gönde­rip, Hâzreti Âişe radıyallâhü anhâ’nın içtihâdında olan Basralılarla an­laştılar. İctihâd ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında, tam anlaşma olmuş ve her iki taraf, anlaşma oldu diye ra­hatça uykuya varmıştı ki; Yemenli münâfık Yahûdî Abdullah ibni Sebe, geceleyin grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlı­ğında kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç gün süren savaş sonunda, iki taraftan on bin kişi şehîd düştü.

 

Cemel Vak'ası olarak bilinen bu hâdisede Hz. Âişe-i Sıddîka Radı­yallâhü Anhâ’ya Hz. Alî hürmet ve ikrâm edip, kendi askerleri ara­sında bulunan Hz. Âişe'nin kardeşi Muhammed ibn-i Ebî Bekir ile Medîne'ye gönderdi.

 

Hz. Ali (r.a.) bu vak’adan sonra, Basra'ya bir vâlî tâyin ederek ora­dan ayrıldı. Bir daha Medîne'ye dönmeyip, Kûfe'ye gitti. İslâm devle­tinin merkezini de Kûfe olarak tesbit etti.

 

Cemel vak'asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde, Hz. Ali (r.a.), Hz. Muâviye (r.a.)'ın ordusu ile 100 günde 90 meydan muhârebesi yaptı. Hz. Alî'nin askerlerinden 25.000, karşı taraftan 45.000 kişi şehîd oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi üzerine iki taraftan birer hakem ta’yin edildi. Ebû Mûsâ Eş'arî Hz. Alî tarafından, Amr ibni Âs ise Hz. Muâviye tarafından hakem seçilmiş idiler. Hakemlerin kararı ile anlaşma olunca, Hz. Ali radıyallâhü anh'ın ordusundan 7.000 kişi ayrıldı. Bunlara «Hâri­cî»35 denildi. Hz. Alî bunların üzerine yürüyüp perîşan etti.

 

35 Hâricî; Hz. Ali’ye âsî olan, karşı gelen fırak-ı dâlledir, Peygamberimiz’in ve ashâbının gösterdiği doğru yoldan ayrılmış olan fırkalardan birisidir. Sıffîn savaşından sonra hakem ta’yin edilip hakemlerin kararına Hz. Ali (k.v.) uyunca Hz. Ali’den ayrılıp onu kâfirlikle suçlamışlardır, Allah’tan başka hakem tanınmaz demişlerdir. Kendilerinden başkalarını kâfir sayarak onları öldürmeyi vazîfe bilmişlerdir.

 

Yedi fırkaya ayrılan Hâricîlerin en ileri olanları Yezîdîlik ve İbâdiyye kollarıdır. Yezîdîler, Şeytan'a tapar, hayrı da şerri de Şeytan'ın yarattığını söylerler. Güneş doğarken ve batarken toprağı öper, bunu ibâdet sayarlar. Yezîdîler ilim tahsîline hiç ehemmiyet vermezler. İlim ve İslâmiyetten uzaktırlar. Bunlara kurucuları olan Yezid bin Enîse’nin adından dolayı Yezîdî denilmiştir.

 

Bunların, Hz. Muâviye (r.a.)’in oğlu Yezid’le hiçbir alâkaları yoktur. Zirâ o sünnîdir.

 

İbâdiyye ise, kurucusu Abdullah bin İbâd’den ismini almıştır. "Amel îmândan bir cüzdür." demişler, bu sebeple ibâdet yapmayanı veya haram işleyeni kâfir saymışlardır. Kendilerinden olmayan diğer bütün müslümanları kâfir saydıklarından, târih boyunca İslam devletlerini çok meşgul etmişlerdir. Zamanımızda siyâsî gücü kalmamış olan İbâdiyye fırkasının, Umman, Libya, Madagaskar, Cerbe Adası ve Kuzey Afrika ülkelerinde mensupları vardır.

 

Hz. Alî, dört sene sekiz ay on bir gün halîfelik yaptı. Hicrî 40 (M.660) senesinde Ramazanı Şerif'in 17. cuma günü, sabah namazına giderken İbn-i Mülcem adlı bir hâricî tarafından başına zehirli bir kılıçla vurula­rak yaralandı. İki gün sonra altmış üç yaşında iken şehit oldu. Techîz ve tekfîni, oğlu Hz. Hasan tarafından yapıldı ve namazı kılındıktan sonra Kûfe yakınındaki Necef’de defnedildi.

 

Amr’ibni zî-Mürr’el-Hemedânî şöyle rivâyet etti: Hz. Alî Kûfe'de kılıç darbesini aldıktan sonra huzûruna girdim. Başını bir şey ile sar­mıştı. Dedim ki: "Ey mü'minlerin emîri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. "Bir şey yok, hafif bir yaradan ibâret,” dedim.

 

Hz. Ali: "Evet sizden ayrılmaktayım" dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamağa başladı.

 

Hz. Ali (r.a.): "Kızım sükût et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın" dedi.

 

"Yâ Emire'l Müminîn, sen ne görüyorsun?" diye sordum.

 

Buyurdu ki: "İşte bunlar melekler ile nebîler cemâati; işte bu da Mu-hammed Aleyhisselâm! ‘Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulun­duğun hâl, şu içinde bulunduğun hâlden daha hayırlıdır’ buyuruyorlar" dedi.

 

Hz. Ali radıyallâhü anh'ın yerine büyük oğlu Hz. Hasan halife se­çildi. Ancak, altı ay sonra, yerini babası zamanında Şam vâlisi olan Hz. Muâviye'ye bırakarak çekildi. Böylece İslâmda "Hulefâ-i Râşidîn" devri sona erdi.

 

Hz. Ali’nin fazîleti, üstünlüğü hakkında Peygamber Efendimiz Ha­dîs-i Şeriflerinde me’âlen buyurmuşlardır ki;

 

 * Ben ilmin şehriyim. Ali de onun kapısıdır.


*  Alî’ye bakmak ibâdettir. Alî’yi inciten beni incitmiş gibidir.

 

* Kızım Fâtıma’yı Alî’ye vermeyi, Rabbim bana emreyledi. Allâhü Teâlâ her peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi de Alî’den halk etmiştir.

 

* Ehli beytim Nûh (a.s.)’in gemisi gibidir. Onlara tâbi olan selâmet bulur, olmayan helâk olur.