Hicretin 3. 4. ve 5. Yılı Hâdiseleri

Uhud harbi hicretin üçüncü yılında vukû bulmuştu. Uhud’dan sonra, çöldeki kabîlelere zaman zaman müfrezeler çıkarıldı. Uhud mağlubiyetinden cesâretlenip bir saldırı düşünmemeleri için onlara gözdağı verildi ve bunların Medîne’ye saldırmaları önlendi.

Diğer hâdiseler ise şu şekildedir:

Hz. Ali’nin (r.a.) oğlu Hz. Hasan dünyâya geldi.

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.

 

Hz. Osman (r.a.), birinci zevcesi Rukiyye vefât ettiğinden, yine Pey­gamber Efendimiz’in diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Böylece Peygamber Efendimiz Hulefâ-i Râşidîn’in ikisine kız vermiş, ikisinin kızıyla da evlenerek sıhriyyet bağları kurmuş oldu.

 

Kumar ve içki haram kılındı.

 

HİCRETİN DÖRDÜNCÜ YILI HÂDİSELERİ

 

Lihyânoğulları’nın Hîlesi ve Raci' Seriyyesi

 

Lihyanoğulları, komşuları Adl ve Kâre kabîlelerine gittiler ve onlar­dan, «zekâtlarını vermek ve İslâmiyete dâvet etmek üzere ashâbından bâzılarını, kendi kabîlelerine göndermesi için» Resûlullâh’a ricâda bulunmalarını istediler. (O sırada Abdullâh bin Üneys, Lihyânoğulla­rı’ndan Hâlid bin Süfyân’ı öldürmüştü.) “Gelecek olanlardan bâzılarını adamımıza karşılık öldürür, öcümüzü alırız. Ötekilerini de Mekke’ye, Kureyş’e götürür satarız. Kureyş’in, Bedir’de öldürülen adamlarına karşı, Muhammed’in ashâbından kendilerine getirilecekleri, işkence ile öldürmeleri kadar hoşlarına gidecek bir şey yoktur.” dediler.

 

Bunun üzerine Adl ve Kâre kabîlelerinden müslüman olduklarını söyleyen bir heyet Medîne’ye gelerek; “Yâ Resûlallah! İslâmiyet kabî­lemiz içinde yayılmağa başladı. Ashâbından bâzılarını bizimle birlikte gönder de onlar bize dîni iyice anlatsınlar, Kur’ân okusunlar ve İslâm şerîatını öğretsinler!” diye dilekte bulundular.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onlarla birlikte ashâ­bından Mersed bin Ebî Mersed riyâsetinde gönderdiği altı kişi19 Racî' suyu başına vardıklarında, kendilerini götürenlerin ihânetine uğradı­lar. Adl ve Kâre kabîlesinden birisi, bir bahâne ile yanlarından ayrılıp, müslümanların geldiğini Lihyânoğulları’na haber verdi.

 

Lihyânoğulları’ndan yüze yakın kişi, bu İslâm fedâi birliğini öldür­mek için geldiler. Onlar da dağa sığınmak istediler.

 

“Teslim olun, size bir şey yapmayacağız. Hiçbirinizi öldür­meyeceğiz. Fakat, size karşılık olarak, Mekkelilerden bir şeyler kopar­mak istiyoruz.” dediler.

 

19 Bu altı kişi; Mersed bin Ebi Mersed, Halid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb, Zeyd ibn-i Desine, Abdullah bir Târık ve Muattib (r.anhüm) hazerâtı idiler.

 

Mücâhitler teslim olmayıp çarpıştılar ve şehîd oldular. İçlerinden Hubeyb ibn-i Adiyy, Zeyd ibn-i Desinne, Abdullah ibn-i Târık, öldü­rülmeyeceklerine dâir kesin söz alınca, dağdan inip teslim oldular. Fakat, onlar sözlerinde durmadılar. Mekke’ye götürüp müşriklere sat-tılar. Müşrikler de, Bedir’de ölenlerine bedel olarak onları işkence ile şehîd ettiler.

 

Bi’r-i Maûne (Maûne Kuyusu) Hâdisesi

 

Kilâb Kabîlesi’nden Ebû Berâ Âmir ibn-i Mâlik, Peygamber Efendi­miz’e gelerek; “Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer Necid ahâlisine müslümanlar­dan bâzılarını gönderirsen, oradakiler de müslüman olur.” demişti.

 

Peygamberimiz (s.a.v.); “Ben Necidliler’e pek güvenmem, ashâbıma kötü muâmele edebilirler.” deyince, Ebû Berâ, gönderilecek irşâd he­yetini koruyacağına dâir temînat verdi.

 

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Ebû Berâ’nın birâderzâdesi Âmir ibn-i Tufeyl’e bir mektup gönderdi. Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmek ve on­ları irşâd etmek için Ensârın ulularından Münzir ibn-i Amr (r.a.) kumandasında, yetmiş kişilik bir kâfileyi safer ayında Necid ahâlîsine gönderdi.

 

Kâfile, Medîne’ye dört konak mesâfede olan Bi’r-i Maûne’de konak­ladılar. İçlerinden birini, Âmir ibn-i Tufeyl’e göndererek, Peygam­berimiz’in mektubunu sundular. Kâfir, mektuba nazar etmeden, onu getiren sahâbîyi şehîd etti. Etrâfındaki kabîlelerden adam toplayarak Ebû Berâ’ın verdiği söze rağmen, sahâbelerin üzerine yürüdü ve hep­sini kılıçtan geçirdi. İçlerinden yalnız bir tanesi sağ kurtulmuş ve Me­dîne’ye dönmüştü. Ayrıca esir düşen Amr bin Ümeyye Ed-Damrî'yi de kabilesi akraba olduğundan serbest bırakmışlardı.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hâdiseyi haber alınca son derece üzülmüş, kederlenmişti. Bunu yapanlara kırk gün bedduâ etti. Kısa zamanda türlü belâlara uğradılar. Âmir bin Tufeyl kötü bir hastalığa yakalanıp geberdi. O kabîlelerden yedi yüz kişi telef oldu.

 

Benî Nadîr Gazâsı

 

Benî Nadîr, yahûdî milletinden ve Hz. Hârûn’un (a.s.) neslindendir. Bu kabîleden bâzı kimseler, Resûl-i Ekrem’e inanmışlardı. Amma di­ğerleri inanmak istemedikleri gibi, yapılan savaşlarda müşriklere katıl­anları da vardı.

 

Bunlar, müslümanlarla bir anlaşma imzâlamışlardı. Buna göre, müslümanların aleyhinde konuşmayacaklardı. Fakat, içlerinden müs­lümanlara karşı büyük bir haset ve kin duyuyorlardı. Müslümanlardan Amr ibn-i Ümeyye’nin çölde, Benî Âmir kabîlesine mensub iki adamı hataen öldürmesi üzerine, onların diyetini ödemeğe Benî Nadîr kabîle­sinin de iştirak etmesi gerekiyordu. Resûlullah, yanında büyük sahâbî­lerden olduğu hâlde, Benî Nadîr kabîlesine gitti ve bu mevzûu konuşmak üzere bir evin duvar dibine oturdular.

 

Resûlullah (s.a.v.), onların bu diyeti vermek istemediklerini anladı ve vaziyetten şüphelenmeğe başladı. Benî Nadîr yahûdîleri, Pey­gamberi öldürmek için bir sûikast hazırlıyorlardı. Gölgesinde otur­duğu evin damından, Peygamberin başına büyük bir taş atmak için bir adam göndermişlerdi. Peygamber Efendimiz, bundan haberdar olarak derhâl oradan ayrıldı ve Medîne’ye döndü.

 

Bir müddet sonra, Resûlullah (s.a.v.), Medîne’den Muhammed ibn-i Mesleme’yi Benî Nadîr’e gönderdi ve “Antlaşmayı bozduklarından, peygambere sûikast hazırladıklarından dolayı, on gün zarfında memle­ketlerinden çıkıp başka bir yere gitmeleri” emrini bu kabîleye tebliğ etti. Aksi hâlde boyunları vurulacaktı.

 

Bu emir üzerine Benî Nadîr, yaptıklarından pişman oldular ve ne yapacaklarını bilemediler. Önce memleketlerinden uzaklaşmayı kabûl ettiler.

 

Fakat, münâfıkların reîsi Abdullâh ibn-i Übeyy, Benî Nadîr’e bir elçi göndererek, kendilerine 2000 kişi ile yardım edeceğini, yurtlarından çıkmamalarını söyledi.

 

Hased ve Kibirden Gelen Münâfıklık Hastalığı

 

Abdullâh ibn-i Übeyy, Resûlullah Medîne’ye gelmeden önce kavmi­nin reîsi idi. İnsanlar ondan ayrılıp Allâh’ın Peygamberine bağlandık­larında, haset onun kalbine yerleşmişti. Ammâ o hakîkatte müslüman değilken, İslâm olduğunu açıkladı. Kinini ve küfrünü gizledi. Medî­ne’de kaybettiği mevkiini geri almak için, Resûlullâh’a hîleler yapmayı düşünüyordu. İşte bunun için Uhud günü münâfıklara “Muhammed iki çocuğa inandı da benim fikrimi kabûl etmedi. Ben de onunla birlikte olup harp etmeyeceğim.” dedi ve Medîne’ye döndü.

 

Ayrıca bu adam, Kaynukâ kabîlesinin de yurtlarını terkinde müdâ­faalarında bulunmuştu. İşte bu gün de Benî Nadîr yahûdîlerini müdâ­faa etmek istiyordu. Benî Nadîr reislerinden Huyey ibn-i Ahtab, ona güvenerek; “Hayır, memleketimizi terketmeyeceğiz. Muhammed dile­diğini yapsın, kalelerimiz muhkem, yanımızda bir yıllık yiyecek var, Muhammed de bizi bir yıl muhâsara edemez.” diyordu.

 

Resûlullah (s.a.v.), onların bu durumu karşısında yirmi gün kale­lerini muhâsara etti. Abdullâh ibn-i Übeyy’den de yardımın gelmedi­ğini gören Benî Nadîr reisleri, kurtulmaktan ümitlerini kesince, müslümanları anlaşmaya çağırdılar. Resûlullah onlara, silâhtan başka yiyecek maddelerinden ve diğer ihtiyaçlarından götürebildikleri kadar götürmelerine izin verdikten sonra, onları oradan çıkardı. Onlardan kalan arâziyi Muhâcirlere ve Ensârdan fakir olanlara tevzî etti.

 

Bu yılda, ya’ni hicretin dördüncü yılında Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hü­seyin (r.a.) doğdu.

 

Peygamber Efendimiz’in, yahûdîlere îtimâdı kalmadığından Zeyd ibn-i Sâbit’e “Süryâniceyi öğren. Bana o dilde de bâzı mektuplar geli­yor.” buyurdu, Hz. Zeyd on yedi günde öğrendi.

 

HİCRETİN BEŞİNCİ YILI HÂDİSELERİ

 

Müreysi' (Benî Mustalık) Gazâsı

 

Müreysi', Huzâa diyârında bir suyun ismidir. Huzâa kabîlesinin Benî Mustalık oymağından Hâris ibn-i Zırar’ın, müslümanların aley­hine toplantılar düzenlediği, civârdaki kabîleleri kışkırttığı ve ayrıca müslümanlarla cenk etmek için asker toplamakta olduğu duyuldu.

 

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, hicretin beşinci yılı Şâbân ayının iki­sinde, 1000 kişilik bir ordu ile Medîne’den çıktı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) Muhâcirlerin, Sâd ibn-i Ubâde de Ensârın sancaktarları idi. Orduda on süvâri bulunuyordu. Bu ordunun diğerlerinden farkı, Hz. Âişe ile Ümmü Seleme’nin de (r.anhümâ) orduda olmaları idi.

 

Münâfıklar da ganîmet toplamak için bu sefere katılmışlardı.

 

Diğer taraftan, müşrikler Peygamberimiz’in büyük bir İslâm ordusu ile yola çıktığının haberini almışlar, korkmağa başlamışlardı. Hâris ibn-i Zırar’ın etrâfındaki topluluk korkusundan dağılmaya başlamıştı. Resûl-i Ekrem, onları su başında bastırdı. Kendilerine; “«Lâ ilâhe illal­lâh» deyiniz, müslüman olunuz. Size dokunmayız.” buyurdu.

 

Fakat onlar, dinlemeyerek çarpışmak istediklerini bildirdiler.

 

Resûlullah Efendimiz müslümanlara hemen harp tertibi alarak, düş­man üzerine yürümelerini emretti. Kâfirlerin mevzî aldığı Müreysi su­yunun kenarında harp başladı. Müslümanlar öyle bir heybetle yürümüşlerdi ki, müşrikler kaçmak için birbirlerini eziyorlardı. Netî­cede, ancak kaçanlar kurtulabildi. Maktüllerin dışında kalan 700 esir alındı, ayrıca 5000 koyun, 1000 deve ele geçirildi.

 

Esirler arasında, müşriklerin başı Hâris ibn-i Zırar’ın kızı Cüveyriye de vardı.

 

Cüveyriye Hâdisesi

 

Elde edilen ganîmetler, müslümanlar arasında taksim edildi. Hâris ibn-i Zırar’ın kızı Cüveyriye ise Sâbit ibn-i Kays’ın hissesine düşmüştü. Kays, onu bir bedel karşılığı serbest bırakacaktı. Serbest bırakılması için fidye (kurtuluş akçesi) vermek lâzımdı. Resûl-i Ekrem Hazretleri, Kays’a bedelini ödedi ve onu kendine zevce yaptı. Ashâbı Kirâm bunu görünce, düşünmeye başlamışlardı. Çünkü, Cüveyriye, Resûl-i Ekrem’in hanımı olmuştu. Esirler ise hanımının akrabâları idi. Hanımının akrabâsı, Resûl-i Ekrem’in akrabâsı oluyor düşüncesiyle, bütün esirleri serbest bıraktılar.

 

Esirler, İslâmın yüceliğini anlayarak birçoğu müslüman oldular.

 

Münâfıkların Reîsi Abdullâh ibn-i Übeyy’in Muhâcirler’le Ensâr’ın Arasını Açma Teşebbüsü

 

Kuyudan suyu daha evvel doldurmak isteği yüzünden, Mu­hâcirlerden birisi ile Ensârdan birisi arasında ufak bir münakaşa ol­muştu. Bunu büyütmek ve büyük bir fitne sebebi yapmak isteyen Abdullâh ibn-i Übeyy, Ensâr’a; “Muhâcirler, artık sizi çekemez oldular. Fakat, siz isteseniz şimdi bile onları terk edersiniz. Onlar da Medî­ne’den çıkıp gitmeğe mecbur olurlar” demişti.

 

Yine aynı münâfık; ordu Benî Mustalık gazâsından geri dönerken de etrafındakilere; “Şu muhâcirlere bakınız! Hem bizim yardımımızla geçiniyorlar, hem de elde ettiğimiz ganîmetlere ortak oluyorlar. Bu adâlet midir? Onlara hiçbir şey vermeyiniz. Dağılıp gitsinler. Hele Me­dîne’ye varalım ben onlara sorarım. Bakalım kimin sözü geçiyormuş. Yeter artık onların elinden çektiğimiz.” diyordu.

 

Bu sözleri Resûlullah’a naklettiler. Resûl-i Ekrem çok üzüldü.

 

Resûl-i Ekrem’in yanında bulunan Hz. Ömer, buna çok hiddetlendi.

 

Yerinde duramadı. “Yâ Resûlallah! İzin ver, sana o münâfığın kafasını getireyim.” dedi.

 

Resûlullah (s.a.v.), “Hayır, Yâ Ömer, hayır! Böyle bir hareket doğru olmaz. Her tarafta ‘Muhammed arkadaşlarını öldürmeğe başladı’ der­ler.” buyurdu.

 

Abdullâh ibn-i Übeyy’in oğlu çok samîmî bir müslümandı. Onun, Resûlullâh’ı üzmesine çok üzüldü. Hattâ Hz. Peygamberimiz’e mürâ­caatla; “Yâ Resûlallâh! Duydum ki babamın yaptıklarından dolayı katli isteniyormuş. Müsâade edin, onu kendi elimle ben öldüreyim.” diye­rek Resûlullâh’a bağlılığını ortaya koymuştu.

 

İfk Hâdisesi

 

İfk hâdisesi, Benî Mustalik (Müreysi) Gazâsı’ndan dönüşte ortaya çıkan, bir iftirâ hâdisesidir ki, müslümanları çok büyük üzüntüler içinde bırakmıştır. Bu, doğrudan doğruya Hz. Âişe r.anhâ’nın şerefli şahsına tevcih edilmiş pek çirkin bir yalan ve iftirâdır.

 

Hz. Âişe (r.anhâ), Müreysi Gazâsı’na çıkmadan, ablası Esmâ’nın gerdanlığını emânet almıştı. Kâfile, sefer dönüşü konakladığı yerden sabaha karşı hareket hazırlığına başladı. Hz. Âişe, ânî bir ihtiyaçla biraz uzaklaşmak zorunda kaldı. Dönüşünde gerdanlığı düşürmüş olduğunu farketti.

 

Develer teker teker kalkıyor, kâfile yürüyüş koluna giriyordu. Hz. Âişe, gerdanlığı bulmak için hızla geriye döndü. Karanlıkta el yorda­mıyla biraz aradıktan sonra gerdanlığı buldu. Dönüp hızla konaklama yerine geldiğinde kâfilenin yola çıkmış, uzaklaşmış olduğunu gördü. Hz. Âişe, olduğu yerde örtüsüne sımsıkı bürünmüş olarak bekledi.

 

Geri hizmetlere memur olan Safvân (r.a.) kâfileyi arkadan tâkip edi­yordu. Şafak vakti o noktaya vardığında Hz. Âişe’nin tek başına bekle­diğini gördü. Devesinden inip, Hz. Âişe’yi bindirdi. Deveyi hızlı yürütüp Medîne önlerinde kâfileye yetişti. Hz. Âişe, Safvân’ın de­vesinden inip kendi taht-ı revânına geçti.

 

Bu hâdiseyi fırsat bilen Abdullah ibn-i Übeyy ve diğer münâfıklar iftirâ ve dedikoduya başladılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ellerini açmış; “Allâhım! Bu işin hakîkatını gös­ter” diye ilticâ ediyordu. Müslümanların ağzını bıçak açmıyor, herkes söylenenleri muhâl (imkânsız) görüyordu.

 

Hz. Âişe (r.anhâ) ise hakkında yapılan dedikodulardan habersizdi. Bir akşam Mistah’ın annesiyle gezerken, ayağı sürçen kadın, oğlu Mis­tah’a bedduâ etmişti. Bundan üzülen ve taaccüb eden Hz. Âişe Mis­tah’ın annesine; “Ne yapıyorsun? İnsan, sahâbî olan oğluna hiç bedduâ eder mi?” deyince kadın ağlamaklı gözlerle Hz. Âişe’ye bakarak; “Sen, ne asîl ve fazîletlisin! Fakat, oğlum Mistah sana yapılan iftirâya inanan­lardan” dedi ve iftirâyı anlattı.

 

O âna kadar, söylenenlerden habersiz olan Hz. Âişe, (r.anhâ) başın­dan vurulmuşa döndü. Doğru babasının evine gitti. Düşüp bayıldı. Annesi tesellî etmeye çalıştı. Hz. Ebû Bekir ve zevcesi kendisini kaldır­dılar, ayılttılar. “İftirâya değer verme. Allah hakîkatı gösterir, sabret.” dediler.

 

Hz. Âişe, evine Resûlullâh’ın nezdine döndü ve ateşler içinde ya­tağa düştü. Allâh’ın Resûlü geliyor, yalnız sıhhatini soruyor ve başka hiçbir bahis açmıyordu. Hazreti Âişe izin alıp, babasının evine kapandı. Duâ ve gözyaşı ile günler geçti.

 

Peygamberimiz, Hazreti Ebû Bekr’in evine gitti ve “Bir günah işle­dinse tövbe et. Allah tövbeleri kabûl eder. Günahın yoksa, Hak mâ­sumluğuna şehâdet edecektir.” dedi.

 

Herkes sustu.

 

Hazreti Âişe, cevap versinler diye annesine babasına baktı. Onlar da hiçbir şey söylemiyor, susuyorlardı. Hz. Âişe doğruldu. Tâ can evinden konuştu; “Bu vaziyette ancak Allâh’a sığınırım. Onun yardımını iste­rim.” dedi.

 

Çok geçmeden, Allâh’ın Resûlü’nün alnında, o anda kendine vahyin geldiğinin ifâdesi olan, nokta nokta, nurdan ter damlaları görüldü. Sû­re-i Nûr’un 11-20. ayetlerinde Hz. Âişe’nin mâsum, temiz ve pak oldu­ğuna Allâhü Teâlâ şahâdet ediyor ve onun hakkında yapılan iftirâları reddediyordu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.): “Müjde yâ Âişe! Allah senin temiz oldu­ğuna şehâdet etti.” buyurdu ve Nûr sûresi’nden on âyet okudu.