Hicret

İkinci Akabe bîatından sonra, Mekke’deki müslümanların hâli çok tehlikeli bir safhaya girmişti. Müslümanlar, uğradıkları zulüm ve işkencelere dayanamayarak Peygamber Efendimiz’e şikâyette bulun­dular ve hicret için müsâade istediler.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara, hicret için henüz müsâade ol­madığını söyledi. Bundan bir kaç gün sonra da, sevinçli bir hâlde; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında, hurmalık bir şehir, Yesrib (Medîne) olduğu bana bildirildi, gösterildi. Mekke’den çıkıp gitmek isteyenler oraya gitsinler. Medîneli müslüman kardeşleri ile birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medîne’yi size em­niyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.” buyurdular. Bunun üzerine, Mekke’de bulunan müslümanlar, bölük bölük hicrete başladılar. Pey­gamber Efendimiz ise, Cenâb-ı Hakk tarafından kendisinin Medîne’ye hicretine müsâade edilinceye kadar Mekke’de kaldı.

 

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE İLK HİCRET EDENLER

 

İkinci Akabe bîatından bir yıl önce, Ebû Seleme Abdullah Mekke’den Medîne’ye hicret etmek isteyince, müşrik akrabâları, zevcesi ile kızını elinden almışlar, Ebû Seleme de, yapayalınız Medîne yolunu tutmuştu. Bir sene sonra zevcesi ile kızı Selmâ da gelip Kubâ’da kendisine kavuştu.

 

İkinci Akabe bîatından sonra, Amr ibn-i Rabîa ve zevcesi Leylâ, sez­dirmeden Medîne’ye hicret edip Kubâ’da Mübeşşir ibn-i Abdül-Mün­zir’e müsâfir oldular.

 

Abdullah ibn-i Cahş ve kardeşi âmâ şâir Abdullah ibn-i Cahş ve bütün Cahşoğulları âilesi (ki, yirmi erkek, sekiz kadındı) kapılarını ka­payıp Medîne’ye hicret ettiler. Bunlar da, Kubâ’da Mübeşşir ibn-i Ab­dül-Münzir’e müsâfir oldular.

 

Hz. Ömer (r.a.)’in Hicreti

 

Cahşoğulları’ndan sonra, Hz. Ömer (r.a.), dostu Ayyâş ibn-i Rabîa ve Hişâm ibn-i Âs’la hicrete hazırlandılar. Mekke’den on mil uzaklıkta belli bir yerde buluşmayı kararlaştırdılar.

 

Hz. Ömer (r.a.), Mekke’den ayrılacağı sırada kılıcını kuşandı, yayını, oklarını, mızrağını alıp Ka’be’ye gitti. Kureyş ulularının gözleri önünde, Ka’be’yi, yedi defa tavaf ettikten sonra iki rek’at namaz kıldı ve şöyle dedi: “Anasını ağlatmak, çocuklarını yetim, karısını dul bı­rakmak isteyen varsa, şu vâdînin ötesinde bana gelip kavuşsun”.

 

Hiçbir kimse, onun ardına düşmek cesâretini gösteremedi.

 

Müşrikler Hişâm’ı bırakmadılar, hapsettiler. Çeşit çeşit işkenceler yaptılar. Hz. Ömer’le Ayyaş ibn-i Rabîa, yirmi kişilik bir kâfile ile Me­dîne yolunu tuttular. Medîne’nin Avâlî semtinde oturan, Ümeyye ibn-i Zeyd oğulları’na müsâfir oldular.

 

Hz. Hamza, Zeyd ibn-i Hâris, Ebû Merset Kennâz, Enes Ebû Kebşe Medîne’ye hicret edip, Kubâ’da Gülsüm ibn-i Hidm’e müsâfir oldular.

 

Suheyb’in Medîne’ye Hicret için Bütün Servetinden Vazgeçmesi

 

Hz. Suheyb’in (r.a.) Mekke’de pek çok malı ve alacağı vardı. Müş­rikler, bu malları alıp gitmesine müsâade etmeyeceklerini söylediler. Suheyb (r.a.) onlara; “Mallarımı sizlere verecek olursam, yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız?”  diye sordu.

 

“Evet.” dediler. Suheyb (r.a.); “Ben de mallarımı size verdim.” dedi ve hicret etti. Peygamber Efen­dimiz, bunu duyunca; “Suheyb kazandı.” buyurdular.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in Hicret Etme Arzusu

 

Hapsedilen, işkence altında bulundurulan veya hastalık ve zayıflık­larından dolayı yola çıkamayan müslümanlarla Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) başka Mekke’de erkek müslüman kalmamıştı. Kimisi daha önce Habeşistan’a gitmiş, kimisi de Medîne’ye hicret etmişti.

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Medîne’ye hicret etmek istedikçe, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona; “Acele etme! Belki Allah, sana bir arkadaş bulur!” derdi.

 

Bir gün Hz. Ebû Bekir (r.a.); “Yâ Resûlallah! Hicret etmemize müsâade olunacağını umuyor musunuz?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.); “Evet, umuyorum!” deyince, Hz. Ebû Bekir (r.a.) acele etmekten vazgeçti. İki deve satın aldı.

 

Müşriklerin Dârünnedve’de Yaptığı Toplantı

 

Kureyş müşrikleri, Mekke’den hicret eden müslümanların Medî­ne’de korunduklarını, tutunduklarını, Medîneli müslümanlarla birle­şip kuvvetlendiklerini görünce, Peygamberimiz’in de bir gün onların başına geçeceğini ve kendilerine karşı savaşacağını düşünerek telaşa düştüler. Bu yolda tedbir almak üzere, Resûl-i Ekrem’in atalarından Kusay ibn-i Ka’b’ın «Dârünnedve» adını taşıyan konağında toplan­mayı kararlaştırdılar. Kureyş’in ileri gelenleri, öteden beri mühim işleri bu konakta toplanıp konuşur ve karara bağlarlardı.

 

Kureyş müşrikleri, kararlaştırılan günün sabahında Dârünnedve’de toplanmaya başladılar. Bu sırada, üzerine kıymetli bir elbise giymiş, cin fikirli bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler.

 

Ona; “Yâ şeyh! Sen kimsin?” diye sordular. O da; “Necid halkından bir ihtiyarım. Toplantı olacağını işittim. Toplantıda sizinle bulunup, konuştuklarınızı dinlemek, yerinde görmediğim görüşler olursa mütâ­laamı bildirmek istiyorum!” dedi.

 

“Olur, gir!” dediler. Necid’li de onlarla içeri girdi.

 

Müşrikler birbirlerine; “Bu adamın (Hz. Muhammed’in), işi nerelere kadar götürdüğünü pek âlâ görüp duruyorsunuz. Biz vallâhi, onun, kendisine uyan ve bizden olmayanlarla birleşerek, bir gün üzerimize yürümeyeceğinden aslâ emin değiliz!” dediler.

 

Topluluk bunun üzerinde görüş birliğine vardıktan sonra, alınacak ted­birleri düşünmeğe, düşündüklerini de aralarında konuşmağa başladılar.

 

İçlerinden Ebül-Bahterî ibn-i Hişâm; “Onu, zincire vurarak hapse attıktan ve üzerine kapıyı kilitledikten sonra; ondan önce yaşayan şâir Züheyr ve Nâbiga’nın başlarına gelen âkibet gibi, onun da başına gele­cek olanı, yani ölümünü gözleriz!” dedi.

 

Necid’li şeyh; “Hayır, vallâhi bu düşünceniz yerinde değildir. An­dolsun ki siz, onu dediğiniz gibi hapsedecek olursanız, onun işi kilitle­diğiniz kapının arkasından arkadaşlarına erişir, üzerinize yürürler, onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve tebliği ile çoğalarak bu işte size galebe çalarlar! Onun için, bu re’yiniz yerinde değildir. Siz, başka­sına bakınız!” dedi.

 

Tekrar, düşünüp taşınmağa koyuldular.

 

İçlerinden Esved ibn-i Rabîa; “Onu, aramızdan, memleketimizden sürüp çıkarırız. O, aramızdan çıksın da nereye giderse gitsin, bir şey olmaz. Onu, aramızda bulmayınca biz de artık, onunla uğraşmaz, işle­rimizi düzeltir, öteden beri olduğu gibi güzel güzel geçimimize baka­rız!” dedi.

 

Necid’li şeyh; “Hayır! vallâhi, bu düşünceniz de yerinde değildir. Onun sözünün güzelliğini, yumuşaklığını, tatlılığını, getirdiği şeylerle insanların kalplerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Vallâhi siz, bu dediğinizi yapacak olursanız, onun, Arap kabîleleri ara­sına girerek, sözleriyle onlara hâkim olup, kendilerini peşine takmaya­cağından, onlarla birlikte üzerinize yürüyüp sizi memleketinizden uzaklaştırmayacağından, işinizi elinizden almayacağından, size istedi­ğini yapmayacağından emin olamazsınız. Siz, onun hakkında bundan başka bir tedbir düşünün!”  dedi.

 

Müşriklerin Peygamberimiz’e Sûikast Kararı

 

Ebû Cehil ibn-i Hişam; “Vallâhi ben, onun hakkında sizin hiç dü­şünmediğiniz, bundan sonra da hiç düşünemeyeceğiniz bir tedbir dü­şündüm!” dedi.

 

“Ey Hakem’in babası! Nedir o?” dediler.

 

Ebû Cehil; “Benim düşünceme göre, aramızda her kabîleden güçlü kuvvetli, şerefli, soylu birer delikanlı ayırır, alırız. Sonra, onlardan her birine keskin birer kılıç veririz. Onlar da hepsi birden, onu bir darbede tek adam vurmuş gibi vurup öldürürler. Biz de ondan kurtulmuş, ra­hata kavuşmuş oluruz. Delikanlılar bunu, bu şekilde yapınca onun kanı, bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdimenâfoğulları ise, bütün bu kabîleler ile savaşmayı göze alamaz ve buna güç yetiremezler. Öyle olunca da diyet ödememize râzî olurlar. Biz de Abdimenâfoğulları’na onun diyetini öderiz!” dedi.

 

Necidli şeyh; “İşte en uygun söz, şu adamın söylediğidir. Bu, öyle yerinde bir mütâlaadır ki, onun üstüne, ondan yerinde bir mütâlaa gö­remiyorum.” dedi.

 

Ebû Cehil’in mütâlaası kabûl edildi ve dağıldılar.

 

Kendisini, Necidli bir şeyh gibi gösteren ve kaynaklarda umûmî­yetle, insan sûretine girmiş şeytan diye anılan, bu sûikast toplantısında da birinci derecede rol oynayan adamın; Kureyş müşriklerinden Velid ibn-i Muğire’nin yeğeni olduğu ve Ebû Cehil tarafından kendi görüş­lerini benimsetmek için toplantıya tarafsız bir hakem gibi gösterilerek sokulmuş olabileceği de ihtimâl dâhilindedir.