Ezân ve Ashâb-ı Suffe

Mekke’de iken ibâdetler gizli yapılıyor, namazlar tenhâ yerlerde edâ ediliyordu. Bu îtibarla müslümanları namaz ve ibâdet vakitlerinde bir araya toplamak için herhangi bir dâvete ihtiyaç duyulmuyordu.

 

Medîne’ye gelindiğinde, ilk günlerde önceki alışkanlıkla müminler namaz vakitleri yaklaştığı zaman bir araya toplanıp vaktin gelmesini bekliyorlardı. Fakat bir müddet sonra müslümanlar çoğaldığından, cemâatin ibâdet mahallinde toplanması ve vaktin geldiğinin haber ve­rilmesi için bir alâmete ihtiyaç hâsıl oldu. Resûlullâh, Mescîd-i Ne­bevî’nin yapılmasından sonra, bu husûsu ashâbıyla istişâre etti. Bâzıları boru çalınması, bâzıları çan çalınması, bâzıları da yüksek bir yerde ateş yakılması fikrini ileri sürdüler. Bunlar, gayrimüslimlere benzerlikten kaçınmak için uygun görülmedi. Bu arada, Hz. Ömer yüksek bir yer­den nidâ olunmasını teklif etti. Bu fikir kabûl edildi. Peygamberimiz’in emriyle Hz. Bilâl, namaz vakitlerinde “Essalâtü Câmiatün (Cemaatle namaza)” diye nidâ etmeye, seslenmeye başladı. Bu arada ensardan Hz. Abdullah ibni Zeyd (r.a.) gelip ru’yâsını Resûlullâh’a anlattı. Pey­gamber Efendimiz “Bu sâdık ru’yâdır.” diyerek, Bilâl-i Habeşî’ye ezân cümlelerini öğretti. Bilâl-i Habeşî (r.a.) de Neccâroğullarına ait yüksek bir evin damında, ilk olarak sabah ezânını okudu. Ve böylece ezan şimdiki tertîbiyle sünnet oldu.

 

Hz. Bilâl’in (r.a.) sesi güzeldi. Resûlullâh’ın emri üzerine Hz. Bilâl ezan okumaya memur edildi.

 

 

Ashâb-ı Suffe

 

Suffe, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde üzeri hurma dallarıyla örtülü, fakir, kimsesiz ve barınacak yeri olmayan müslümanlar için yapılmış gölgelikti. Burada kalanlara suffe ehli, suffe ashâbı denildi. Suffe ehli kimsesiz muhâcirler, bekârlar, müslüman olup Medîne’ye göçenler ile ilim tahsil etmek isteyen ashâb-ı kirâmdan oluşuyordu.

 

Barınacak bir çatı altı bulamayan kimsesiz yoksullar ve garipler, bu­rada yatıp kalkarlardı. Bunlar, îcâbında kırlardan odun toplayıp sata­rak geçimlerini sağlarlar, kendi ellerinin emeği ile geçinmeğe çalışırlardı. Fakat her zaman iş bulamadıklarından, aç kaldıkları dahi olurdu. Ashâbın zenginleri bunları gözetirler, yardım ederlerdi. Pey­gamberimiz, akşamları onlardan bir kısmını çağırıp kendisi doyurur, bir kısmını da hâli vakti yerinde olan sahâbîlerine gönderirdi.

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.); “Bir kişinin yiyeceği, iki kişiye; iki kişinin yi­yeceği, dört kişiye; dört kişinin yiyeceği, sekiz kişiye yeter!” buyururdu. Resûlullâh başka bir gün de; “İki kişilik yiyeceği olan, Ehl-i Suffe’den üçüncüyü, dört kişilik yiyeceği olan, onlardan beşinciyi, yahut altıncıyı götürsün!” buyurmuştu. Hazreti Ebû Bekir onlardan üçünü, Peygam­ber Efendimiz de onlardan onunu alıp götürmüştü.

 

Bir gün Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma’nın el değirmeni ile buğday çekip un öğütmekten kabarmış ellerini göstererek, yardım için bir hizmetçi isteyince, Peygamberimiz (s.a.v.); “Kızım, Ashâbı Suffe’nin ihtiyaçlarını gideremediğim hâlde ben sana nasıl yardımcı bulayım” demişti.

 

Ashâb-ı Suffe; Peygamber Efendimizden ilim-irfan tahsilini gâye edinmiş olup Fahr-i Kâinâtın ilminden, sohbetinden âzamî derecede istifâde edebilmek maksadıyle, pek zarûret bulunmadıkça buradan ayrılmazlardı. Buradan ayrılışları ancak, dünyevî maîşetlerini (asgarî ölçüde) temin maksadiyle olurdu.

 

Ashâb-ı Suffe dâimâ Hz. Peygamberimiz’in yanında bulundukların­dan Kur’ân ve hadîs dinler, öğrenir ve öğretirlerdi. Bu îtibarla Suffe, bir ilim müessesesi idi. En çok hadîs rivâyet eden Ebû Hureyre (r.a.) burada yetişmişti.

 

Peygamberimiz’in; “Benim bu mescidime gelen kişi başka bir şey için değil, hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. O, Allah yolunda cihad eden kimse mevkiindedir.” hadîs-i şerîf’i, en kısa bir zamanda öğreticiler ve öğreniciler üzerinde te’sîrini göstermiş, Fahr-i Kâinât’ın mescidi ve suffe, bir ilim ocağı hâline gelmişti.

 

Ehl-i Suffe’ye, Kurrâ da denilirdi. Kabîlelere gönderilecek Kur’ân öğreticileri de bunlar arasından seçilirdi. Nitekim, bu yolda vazîfelen­dirilen ve Bi’r-i Maûne denilen yerde müşrikler tarafından şehid edi­lenlerin hepsi Ehl-i Suffe’dendi. Ehl-i Suffe’den bâzan yetmişinin birden geceleri bir öğreticinin başında toplanıp sabâha kadar ders gördükleri olurdu.

 

İslâm târihi’nin başlangıcından zamanımıza kadar, medrese, Kur’ân kursu ve talebe yurdu gibi değişik adlarla gelen ilim ve irfan müesse­selerinin, ilim hizmetlerinin esas ve menşeini Ashâb-ı Suffe’nin ba­rındığı mübârek mekân teşkil eder.

 

Peygamberimiz’in Hz. Âişe İle Evlenmesi

 

Medîne’de, Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra, bitişiğinde Pey­gamber Efendimiz için odalar yapıldı. Peygamber Efendimiz’in ika­metgâhı olan bu odalara «Hâne-i Saâdet»(16) denildi. Bunların yapılması tamamlanınca Resûlullâh, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin evinden buraya taşındı. Hz. Zeyd’i Mekke’ye göndererek orada kalmış olan zevcesi Sevde ile küçük kızı olan Hz. Fâtıma’yı Medîne’ye aldırdı. Kızı Rukiyye, daha evvel Hz. Osman ile Medîne’ye hicret etmişti. Kızı Zey­neb’in kocası müşrik olduğundan Zeynep gelemedi. Hz. Ebû Bekr’in âilesini de oğlu Abdullah getirdi. Böylece Mekke’de nişanlanmış ol­duğu Hz. Âişe de Medîne’ye gelmiş oldu.

 

Mescidin yanındaki odaların yapılması tamamlanınca bunlardan birini Hz. Âişe’ye tahsis etti ve hicretten sekiz ay sonra onunla evlendi. Hz. Âişe o zaman gelinlik çağına girmiş bir genç kızdı. Çok zekî idi. Mükemmel bir âile terbiyesi almıştı. Hz. Ebû Bekr’in kızı olduğunu her sûretle isbât etmiştir. Peygamber Efendimiz’le geçirdiği dokuz senelik hayâtında, ondan pek çok dînî mes’eleler öğrenmiştir. Fıkıhta yeri pek büyük olup, pek çok Hâdis-i Şerif rivâyet etmiş, büyük bir âlime ve müctehide bir annemizdir.

 

MUHÂCİRLER İLE ENSÂR ARASINDA KARDEŞLİK KURULMASI

 

Mekke’den göç ederek, Medîne’ye yerleşen ashâba «Muhâcir» denir. Bunlar, Allah yolunda mallarını-mülklerini bırakıp hicret ettiklerinden, çok büyük mertebeye nâil olmuşlardır.

 

Medîne’nin yerli halkı, bunlara elden gelen her türlü yardımı yap-tıklarından, onlara da yardım edici mânâsına gelen «Ensâr» denir. Onlar da, Allah için hicret eden müslüman kardeşleriyle ellerindekini paylaştıkları, onlara kucaklarını açtıkları, bütün varlıklarıyla onlara yâr ve yardımcı olduklarından pek büyük mertebeye nâil olmuşlardır.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), muhâcirlerden herbirini ensârdan bi­rine kardeş olarak tâyin etti. Bu kardeşlik kan ve neseb kardeşliğinden daha kuvvetli oldu.

 

Târihte, muhâcirler ile ensâr arasındaki kardeşlik kadar kuvvetli bir bağ kuran ve bu kadar birbirine candan kaynaşan insanlar görülme­miştir. Medîneliler yerlerini yurtlarını bırakarak gelen muhâcirlere kar­deş elini uzatmışlar, onları evlerinde müsâfir olarak barındırmışlar, mallarını, ekmeklerini onlarla paylaşmışlar, iş ve aş bulmuşlar ve böy­lece, onlara yurtlarından ayrılmanın acısını unutturmuşlardır.

 

Muhâcirler ve ensâr, İslâm târihinde hürmetle anılan iki zümredir ki; bunlar, kıyâmete kadar gelecek olan Ümmeti Muhammed’in öncü­leri ve nümûne şahsiyetler olup, başta Mevlâmız’ın ve Fahr-i Kâinât Efendimizin çok büyük müjdelerine mazhar olmuşlardır. Onlar, bu dîne çok büyük hizmet ettiler. Allah cümlesinden râzı olsun...

 

Yahûdîlerle Münâsebetler

 

Medîne’de Ensar’dan ayrı bir topluluk olarak Yahûdîler de vardı. Ehl-i Kitap olan Yahûdîler, çok eskiden Medine’ye gelip yerleşmişler, sanatla, bilhassa kuyumculukla iştiğal ediyorlardı.

 

Peygamberimizin (s.a.v.) Medîne’ye hicretinden önceki devirlerde Medîne’de yaşayan gerek Yahûdîler ile Evs ve Hazrecliler arasında ve gerekse Evs ve Hazreclilerin kendi aralarında süregelen Buas muhâre­beleri hepsini yıpratmış, iyice zayıflatmıştı. Bu harp ve çekişmeler, her topluluğun birbirine üstünlük sağlamak, söz sâhibi olmak istemesin­den ileri geliyordu.

 

Peygamber Efendimiz’in Medîne’ye gelmesi, müslümanlığı kabûl etmeye başlayan Evsliler ve Hazrecliler için bulunmaz bir fırsat oldu. İslâm ni’meti, onların arasında devam edegelen çekişmelere güzellikle son verdi. Kur'ân’ı Kerîm’de Sûre-i Âl-i İmrân’ın 98-101. âyetlerinde de buna işâret olunmaktadır.

 

Resûlullâh’ın (s.a.v.) muhâcirler ve ensâr arasında kurduğu kar­deşlik müessesesi ile müslümanlar daha çok kaynaştı. Ayrıca, her top­luluğun vaziyeti gözönüne alınarak şehirde bâzı esaslar konuldu. Böylece Medîne’de bir nevi devlet idâresi kurulmuş oldu.

 

Bu idârede, müslümanların dışında kalan yahûdîlere ve diğer gayri müslimlere de adâletle muâmele olunacağı, fitne çıkarmamaları, taş­kınlık yapmamaları hâlinde mallarının, canlarının islâm’ın te’mînâtı altında olduğu bildirilmişti. Böylece bir anlaşma yapılmış, kendilerine emân verilmişti.

 

Yahûdîler, Peygamber Efendimiz’e îmân etmekten kaçındıkları gibi, düşmanca fikir ve hareketlerinden geri durmuyorlardı. İslâmın onlara yaptığı güzel muâmele karşısında, Peygamberimiz’le anlaşma yap­mayı kendileri için faydalı bulmuşlardı. Onun için Peygamberimiz’e, gelip ahidnâmeyi imzâlamak istediklerini bildirmişler ve Peygamberi­miz’in müslümanlar arasında koyduğu esaslarla yapılan ahidnâmeyi bilâhare Yahûdîler de imzâlamıştı. Fakat Yahûdîler, müslümanların kuvvetlenmesini istemediler. Medîne ve havâlisinde İslâmın yayılışını görünce, daha önce Medîne’yi berâberce koruyacaklarına dâir verdik­leri söz ve ahidden döndüler.

 

Yahûdîlerden Abdullah bin Selâm ve âilesi İslâmı kabûl etti. Onun İslâmı kabûlü, yahûdîler arasında büyük gürültü kopardı. “Eğer Al­lâh’ın Resûlünü serbest bırakırlarsa, kendisine birçok insan tâbi olacak ve taraftarı çoğalacaktır” diyerek buna fırsat vermemeyi, hîle yapmayı tasarladılar. Bu sebeple ahidlerini bozan yahûdîler, işte o andan îtibâ­ren İslâm ve müslümanlarla gizli harbe başladılar.

 

 

(16) Hücre-i Saâdet (Hucratü's-Saâde), Hucurât