Bâzı Ehemmiyetli Vak’alar

Necâşî’nin Gıyâbî Cenâze Namâzının Kılınması

 

Peygamber Efendimiz, bizzat bulunduğu son harp olan Tebûk gazâ­sından sonra, etraftan gelen heyetleri kabûl edip onlara îcâb eden tâ­limâtları vermekle meşguldü. Dînin kemâle erdiğini görmekten memnun ve sevinçli idi.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, receb-i şerîf ayı içinde bir gün, Habeş hü­kümdârı Necâşî (Ashame)’nin vefâtını Ashâbına haber verdi ve As­hâbıyla birlikte gıyâbında onun cenâze namazını kıldı. Çünkü o önceden müslüman olmuştu. Necâşî, Peygamber Efendimiz’e yirmi günlük mesâfede (Kızıldeniz’in karşı yakasında) vefât etmiş, bir mû­cize olarak onun vefâtını Peygamber Efendimiz ânında ashâbına haber vermişti. Bir müddet sonra da Necâşî’nin vefât ettiği haberi geldi.

 

Peygamber Efendimiz’in Oğlu İbrâhim’in Vefâtı

 

Hicretin sekizinci yılının Zilhicce ayında Resûl-i Ekrem’in Hz. Mâ­riye’den doğmuş olan oğlu İbrâhim, Hicretin 10. yılında Rebîülevvel ayının 10. salı günü vefât etti. Vefat ettiği zaman 16 (veyâ 18) aylıktı.

 

İbrâhim hastalanmıştı. Peygamber Efendimiz, hasta yavrusunun yüzüne bakarak; “Allâh’ın takdîrine karşı elden ne gelir, yâ İbrâhim!” dedi. Gözlerinden yaşlar aktı. Nihâyet emr-i Hak vâki oldu. Gözleri yaşlarla dolan Peygamberimiz; “Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Al­lâh’ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrâhim! Seni kaybetmemiz yüzünden derin bir hüzün içindeyiz.”  buyurdu.

 

Yanında bulunan ashâbın, “Sen de mi ağlıyorsun, yâ Resûlallâh?, Böyle ağlamaktan halkı sen men etmemiş miydin?” diye hatırlatması üzerine, Peygamber Efendimiz; “Ben, ancak kendisinde bulunmayan hasletleri sayıp dökerek, ölü üzerine bağıra çağıra ağlamaktan men ettim. Ben sizi, günah ve hamâkat olan iki bağırıştan (Nimete kavuşul­duğu sıradaki eğlence, oyun bağırışı ile şeytan kavalından musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmak ve şeytan şamatasından) men ettim. Benim bu ağlamam ise bir acımadan ibârettir. Acımayana acınmaz.” buyurdu.

 

Hz. Peygamberimiz, oğlunun namâzını kılarak toprağa verdi. Me­zara nişan dikip; “Faydası da yok, zararı da, fakat, geride kalanı tatmin eder” buyurdu. Bir kırba su getirterek, onu kabrinin üzerine serptirdi.

 

O sırada güneş tutulmuştu. Halk, güneşin tutulmasını; “İbrâhim’in ölümü için tutuldu.” diye tefsir etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; “Güneş ve ay Allâh’ın âyetlerinden iki âyettir ki, bunlar hiçbir kimsenin ne hayâtı, ne de vefâtı için tutulurlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere sığınınız. Küsûf (tutulma) açılıncaya kadar Allâh’a duâ ediniz ve namaz kılınız.” buyurdu.

 

Hz. Ümmü Gülsüm’ün Vefâtı

 

Şâbân ayında, Resûl-i Ekrem’in kerîmesi ve Hz. Osman (r.a.)’ın muhterem zevcesi Ümm-ü Gülsüm (r.anhâ) hazretleri, gözlerini hayâta yumarak ebedî âleme göçtü. Ümmü Gülsüm’ün cenâze namazını Pey­gamber Efendimiz kıldırdı. Kabrinin başına oturdu. Gözleri yaşardı.

 

Peygamberimiz, Hz. Osman’a, çok ağladığı bir sırada rastlayıp; “Ey Osman! Nedir bu hâlin? Niye ağlıyorsun?” diye sormuş. O da; “Babam anam sana fedâ olsun yâ Resûlallâh! Benim başıma gelen kimin başına gelmiştir. Resûlullâh’ın kızı vefât etti. Sizinle aramızdaki kayınata ve damatlık alâkası da kesilmiş oldu. Onun için ağlıyorum.”  demişti.

 

Peygamber Efendimiz; “Hayır, bu hısımlığı ölüm temelli kesmez. Ancak boşama keser.” buyurdu.

 

Münâfıkların Reîsi Abdullâh ibn-i Übeyy’in Ölümü

 

Tebûk harbinden iki ay sonra şevval ayında, münâfıkların başı, Ab­dullâh ibn-i Übeyy öldü. Oğlu çok samîmi bir müslümandı. Cehennem ateşinden muhâfaza için yalvarıp, Peygamber Efendimiz’in gömleğini aldı. Pederini onunla sardı ve defnetti.

 

Peygamberimiz, oğlunun hâtırını da kırmayarak, hakkında duâ ve istiğfârda bulundu.

 

Bu esnâda Hz. Ömer’in; “Yâ Resûlallâh! O sağlığında iken seni hep kötüler ve senin için şöyle şöyle derdi. Ona istiğfâr edip, namazını kıl­dıracak mısın?” dedi. Yine de Resûlullâh cenâze namazını kıldı.

 

Peygamber Efendimiz bilâhare şöyle buyurmuşlardır: “Allah bana münâfıklar için yetmiş kere istiğfâr etsem de kabûl olunmayacağını bildirdi. Ne yapayım, yetmişten fazla istiğfâr edeyim ki, Allah niyazımı dilerse kabûl etsin.”

 

Böylesine merhametli, bir zât târihte görülmemiştir.

 

Daha sonra, münâfıkların namazlarının kılınmayıp, kabirlerine gi­dilmemesi hakkında vahiy geldi. Cenâb-ı Hakk; “Öyle küfürle giden­lerin, münâfıkların hiçbirisi için duâ ve istiğfâr etme, namazını kılma, kabrine gitme.”  buyurdu.

 

Abdullah ibn-i Übeyy, ehl-i İslâm hakkında büyük bir belâ idi. Onun ölümünden sonra, geride kalan münâfıklar müslüman oldular. Bunların sayısı takriben 300 civârında idi.

 

Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı Tebliğ için Mürşidler Göndermesi

 

Hicretin 9. yılı sulh ve sükûn yılıdır. Hicretin 10. senesinde, İslâm dîninin şöhreti Arap Yarımadası’nı çoktan aşmış ve diğer ülkelere ulaş­mıştı. Oralardan elçiler geliyor ve Resûl-i Ekrem ile görüşüyorlardı.

 

Hz. Peygamberimiz, insanları hakka dâvet ve halka İslâmı öğretmek için etrâfa mürşidler gönderir, onlar da güleryüz, tatlı söz ile halkın gön­lünü fethederlerdi. Resûlullâh, gönderdiği mürşidlere şu tâlimâtı vermiş­tir: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Uyuşun, ihtilâfa düşmeyin. Halka yumuşak davranın, şiddet göstermeyin.”

 

Resûl-i Ekrem, Hâlid ibn-i Velîd’i Necrân’a gönderdi. Onlar da İs­lâmı kabûl ettiler. Hz. Hâlid aralarında kaldı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti. Onlardan bir heyeti Resûlullâh’ın yanına gönderdi.

 

Peygamber Efendimiz, onlara şöyle sordu: “Câhiliyyette iken, harpte nasıl gâlip gelirdiniz?”. Dediler ki: “Birleşirdik, ayrılmazdık. Hiç kimseye zulüm de etmez­dik.” Peygamber Efendimiz, bu sözleri tasdik etti ve onların başına emir olarak Zeyd ibn-i Hüseyn’i tâyin etti.

 

Daha sonra, Hz. Ali’yi Mezcih’e gönderdi ve harp etmemesini ten­bih etti. Ancak, düşmanlık yaparlarsa harp edilecekti. Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Allâh’ın, senin vâsıtanla birine hidâyet vermesi, güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”

 

Hz. Ali, onları İslâm'a dâvet etti. Fakat onlar okla mukâbele ettiler. Bunun üzerine ashâb, saf oldu ve bir hücumda düşmanı hezîmete uğ­rattı. Ancak onları tâkip etmeyip bekledi. Zîrâ onları hidâyete kavuştur­mak istiyordu. Bilâhare onlara yetişti, İslâma dâvet etti ve onlar da bu dâveti kabûl ettiler.

 

Peygamber Efendimiz, Yemen bölgesine Muâz ibn-i Cebel ve Ebû Mûse’l-Eş’arî’yi gönderdi.

 

Muâz ibn-i Cebel’e; “Sen, ehl-i kitab olan bir kavme gideceksin. On­lara, Allâh’ın bir olduğunu, Muhammed (s.a.v.)’in onun kulu ve Resûlü olduğunu tebliğ et. Eğer onlar buna inanırlarsa, üzerlerine beş vakit namazın farz olduğunu haber ver. Ayrıca, zekât da üzerlerine farzdır ki, sen bunu zenginlerden alıp fakirlere verirsin. Mazlûmun bedduâ­sından sakın. Onunla Allah arasında perde olmaz.” buyurdu ve “Ey Muâz! Sana bir dâvâ getirirlerse ne ile hükmedeceksin?” diye sordu.

 

Muâz ibn-i Cebel de; “Allâh’ın kitabı Kur’ân’la hükmederim.” dedi. Peygamber Efendimiz; “Eğer Allâh’ın kitâbında bulamazsan ne ile hükmedersin?” buyurdu.

 

Hz. Muâz; “Allâh’ın Resûlü’nün sünneti ile hükmederim.”  dedi.

 

Peygamber Efendimiz; “Eğer orada da delil bulamazsan ne ile hük­medersin?” buyurunca,

 

Hz. Muâz; “O zaman Allah ve Resûlü’nün hükümlerine göre re’yimle ictihâd eder, karar veririm” dedi.

 

Onun bu cevabından, Peygamber Efendimiz çok memnun oldu. Mübârek elini onun sadrına vurarak şöyle buyurdu: “Allâhü Teâla’ya hamd olsun ki, Resûlü’nün resûlünü (Peygamberinin elçisini) onun râzı olacağı şeye muvaffak kıldı”.