Ashâb’da Resûlullah Sevgisi

Târih, ashâb-ı kirâmın Peygamber sevgisi gibi bir sevgi kaydetme­miştir. Şu hâdiseler bunu te’yid eder:

 

• Racî suyu başında şehid edilen İslâm tebliğ heyetinden sağ kalan ve Mekke müşriklerine köle olarak satılan Zeyd ibn-i Desine ve Hubeyb ibn-i Adiyy’e müşrikler şöyle hitâb etti: “Şimdi senin yerinde Muham­med (s.a.v.)’in olmasını ister misin? Onun boynu vurulsun, sen de âi­lenin yanına gidesin!”.

 

Zeyd şöyle cevap verdi: “Ben, âilemin yanında otururken, Resûlul­lâh’ın ayağına bir dikenin bile batmasına râzı olmam”. Bunun üzerine Ebû Süfyân şöyle dedi: “İnsanlar içinde Muhammed (s.a.v.)’in ashâbı gibi, reîsini seven bir başka kavim görmedim.”

 

Hubeyb bin Adiyy, öldürülürken şu şiiri okudu: “Mâdem ki, müs­lüman olarak öldürülüyorum, o hâlde ölüme hiç ehemmiyet vermem. Benim mücâdelem ne yönde olursa olsun, ancak Allah içindir. Eğer Allah dilerse parçalanan her uzvu mübârek kılar.”


İbn-i İshâk’ın bildirdiğine göre; Ensâr’dan bir kadın Uhud harbinde kocasını, babasını, kardeşlerini kaybeder. Yâni hepsi şehid olurlar. Bu durum kendisine duyurulunca, şöyle sorar: “Resûlullâh nasıldır?”.

 

Ashab der ki: “Resûlullâh sıhhattedir.” “Bana gösterin, onu göreyim.” der ve görür. Onun hayatta olduğunu anlayınca tatmin olur ve şöyle der: “Bütün musîbetler, o hayatta olduğu için küçük sayılır.”

 

• Resûlullâh’ın Sevbân adında bir hizmetçisi vardı. Resûlullâh’ı o kadar çok severdi ki, ondan uzak kalmaya hiç tahammül edemez, onsuz hiç yaşayamazdı.

 

Bir gün, Resûlullâh’a hüzün içinde geldi. Resûlullâh ona hâlini sordu.

 

Sevbân şöyle cevap verdi: “Yâ Resûlallâh! Hiçbir yerim ağrımıyor, yalnız, sizi birkaç gündür göremedim. Size karşı içim hasret doldu. Sizi çok özledim. Âhirette sizin yerinizin, ulvî bir yer olması hasebiyle, orada sizden uzak kalacağımdan korktum. Ayrılık korkusu beni bu hâle düşürdü”.

 

Bu esnâda, Allâhü Teâlâ şu âyeti indirdi: “Kim Allâh’a ve peygam­bere itâat ederse, işte onlar; Allâh’ın kendilerine nimetler verdiği pey­gamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır”.

 

Bu âyet-i kerîme gelince Sevbân’ın kederi gitti ve tekrar sıhhatine kavuştu.

 

• Hz. Bilâl’in ölümü yaklaşınca âilesi ve çocukları çok üzülüyorlar ve «Ne büyük felâket» diyorlardı. Halbûki, Hz. Bilâl (r.a.) ise şöyle di­yordu: “Ne güzel lütuf. Yarın, bayram var bayram, Allâh’ın sevgilisi Muhammed (s.a.v.) ve onun ashâbıyla berâber olacağım.”

 

Îmânın tatlılığı ve muhabbetin ehemmiyeti hakkında Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu: “Üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını tam olarak alır;

 

Allah ve Resûlünü herşeyden daha fazla sevmek,

 

İnsanları ancak Allah için sevmek,

 

Cehenneme girmeyi kötü gördüğü gibi küfre dönmeyi de öyle kötü görmek.”

 

 

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ

 

Peygamberler ve bütün târihî şahsiyetler arasında, şekil ve şemâili, en ufak husûsiyetlerine varıncaya kadar bilinen ve nesilden nesile nak­lolunan sâdece bizim peygamberimiz Muhammed’ül-Mustafâ sallal­lâhü aleyhi vesellem vardır.

 

Dâmâdı Hz. Ali (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şekli ve şemâi­lini şöyle târîf etmektedir:

 

Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Teni, kırmızı ile karışık, ak ve güzeldi.

 

Ne uzun ne de kısa boylu idi. O, herkesten ayrılan bir orta boylu idi.

 

Saçı, ne dümdüz, ne de kıvırcıktı. Hâreli idi. Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri za­manda da onları ayırmayıp, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulaklarının memesini aşardı.

 

Alnı, açık ve genişti. Kaşları, uzun ve kavisli idi. Kaşlarının uçları ince, araları çok yakındı, fakat çatık değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, kızgınlık zamanında kabarır, görünürdü.

 

Burnunun iki kaş arasında başladığı yer, yüksekçe, burnunun ucu da ince idi. Burnundaki denklilik ve ölçülülük, dikkat edenlerin gözün­den kaçmazdı. Burnunda ayrı bir parlaklık da vardı.

 

Sakalı sıktı. Yanakları düzdü, yumru ve tombul değildi. Ağzı, tabîi bir büyüklükte idi. Dişleri inci tâneleri gibi idi. Göğsünden göbeğine kadar, çizgi gibi inen ince tüyler vardı. Boynu uzunca idi. Gümüş gibi ak ve pâktı.

 

Bütün uzuvları düzgündü. Ne şişman, ne de zayıftı; İkisinin ortası, sıkı etli idi. Karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü ve iki küreğinin arası genişti. İri yapılı, iri kemikli idi. Vücûdu kıllı değildi. Yalnız, omuz başlarında, pazularında biraz kıllar vardı.

 

Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları ka­lınca ve uzunca idi. Ayaklarının altı düz değil, çukurca idi. Ayakları, hafif etli idi, üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.

 

Yürürken, ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakâr ve sükûnetle rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman, bakacağı tarafa bütün vücûdu ile dönerek bakardı. Etrafına gelişigüzel bakın­mazdı. Yeryüzüne bakışı, semâya bakışından çoktu.

 

İki küreği arası enliydi, kendisinin peygamberlerin hâtemi olduğu, omuz kürekleri arasındaki peygamberlik mühründen de belli olurdu.

 

Kâvim ve kabîle yönünden de insanların en şereflisi idi.

 

Onu birdenbire görenler, mânevî vakar ve heybetinden sarsılırlar, ken­disini yakından tanıyınca da ona en derin sevgi ile bağlanırlardı. Onun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen: “Ben, ondan önce de sonra da onun bir benzerini görmedim!” demekten kendisini alamazdı.

 

 

RESÛL-İ EKREM’İN MEKÂRİM-İ AHLÂKI

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), güzel ahlâkı tamamlamak için gönde­rilmiştir. Onun için, her hâli ve sözü fazîlettir.

 

Hz. Peygamberimiz, insanların en güzel ahlâklısı idi. Çünkü o, Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmıştı.

 

Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül et­mezdi. Kötülüğü, kötülükle karşılamaz, affeder ve bağışlardı. Peygam­berimiz’in ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı.

 

Resûl-i Ekrem’in sözü gâyet açık ve düzgündü, konuşmaları her türlü noksanlıktan ve fazlalıktan uzaktı. Onu işiten hemen ezberleye­bilirdi. Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle buyurur: “Resûlullâh’ın kelâmı gâyet açıktı ve onunla oturan hemen onun sözlerini ezberleyiverirdi...”

 

O kadar ağır konuşurdu ki, birisi arzu etse kelimeleri sayabilirdi...

 

Ashabından birisi Peygamberimiz’e; “Biz senden daha edebî konuşan bir kimse görmedik” dediklerinde, Peygamberimiz; “Bu gâyet tabîî, Kur’ân benim lisânımla geldi. Öyle bir lisân ki fasîh Arabça” buyurdu.

 

Bir gün, Hz. Ebû Bekir (r.a.) Resûlullâh’a şöyle dedi: “Bütün Arabis­tan’ı dolaştım, fasîh konuşanları dinledim. Sizin gibi fasîh ve belîğ ko­nuşanını görmedim”.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) ona şöyle cevap verdi: “Beni Rabbim edeb­lendirdi. Hem de en güzel bir şekilde”.

 

Büyük edîb Câhız, Resûlullâh’ın fesâhatı hakkında şöyle söyler: “Allah, Resûlünün sözlerinin içine güzellik ve sevgi koymuştur. Resû­lullâh konuştuğu zaman, kimse tekrar etmesine ihtiyaç hissetmezdi. Söz­lerinde hiçbir eksiklik yoktu. Hatâ yapmazdı. Karşısına, fesâhatta hiçbir kimse çıkamazdı. Onu kimse, hitâbette geçemezdi. Çok kısa sözlerle uzun hutbeler okurdu. O ancak doğru konuşurdu. Hiçbir kimse, Resû­lullâh’ın sözlerinden daha fâideli, daha doğru bir söz işitmemiştir.”

 

O, ashâbı ile tatlı tatlı konuşur, sohbet eder, hattâ şakalaşırdı. Kü­çükleri okşayıp sever, onları sevindirirdi.

 

Zengin, yoksul, köle demez, herkesin hatırını sorar, gönlünü alırdı. Fakirlerle birlikte otururdu. Köleler, arpa ekmeğine bile dâvet etseler, dâvetlerine icâbet ederdi.

 

Dullar, zayıflar ve kimsesizlerle birlikte yürümekten, onların ihtiyaç ve dileklerini yerine getirmekten çekinmezdi.

 

Peygamberimiz, toprak üzerinde oturur ve yemeğini de yerde ku­rulmuş sofrada yerdi. Kimsenin kalbini kırmazdı.

 

En kenar mahallelerde bir kimse hastalandı mı, gider ziyâret eder, hatırını sorardı.

 

Herkese selâm verir, karşılaştığı kimsenin elini sıkardı. Herkese tatlı söz söyler, güler yüz gösterirdi. Hiçbir zaman aşırılığı sevmezdi. Tevâzû sâhibi idi.

 

Bir gün adamın biri ziyâretine geldiğinde, huzûrunda titremişti. Ona; “Arkadaş korkma, ben hükümdâr değilim. Ben, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” demişti.

 

Sâde fakat, temiz giyinirdi. Temizliği severdi. “Temizlik îmândan­dır” buyururdu. Pislikten ve fenâ kokulardan hiç hoşlanmazdı. As­hâbına mescide temiz gelmelerini tenbih ederdi.

 

Âile hayâtında hüsn-i muâşeret sâhibi ve çok geçimli idi. Evinde boş oturmazdı. “Bu dünyâda dört şeyden hiç hoşlanmam, onlardan Al­lâh’a sığınırım: Korkaklık, cimrilik, tembellik, bir de pislik.” buyu­rurdu.

 

Hizmetçilerine bile bir defa “of! aman!” dediği işitilmemişti.

 

En çok, şefkate muhtaç olan yoksullara, öksüzlere, çocuklara mer­hamet gösterirdi.

 

Bir gün bir çocuğu severken, onu gören bir bedevî, “Siz küçükleri çok seviyorsunuz. Benim on torunum var. Bir tânesini bile kucağıma alıp sevmem” deyince,

 

Peygamber Efendimiz ona; “Senin kalbinde merhamet yoksa ben ne yapayım. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyurdu.

 

Onun sevgisi hudutsuzdu. İnsanlara, hayvanlara karşı bile merha­metli davranmayı öğretmiştir. Bir defasında, dışarıda kalmış bir kedi­nin sesini duyunca, bizzat içeri almıştı. Hastalanmış hayvanların tedâvîsiyle meşgul olurdu. Susuz kalmış bir köpeğe, ayakkabısıyla ku­yudan su çekip veren günahkâr kimseyi dahi cennetle müjdelemişti. Bir kediyi aç bırakan kadının, bu yüzden azap göreceğini bildirmişti. Susuz kalmış bir ağacı sulayana, sevap yazıldığını haber vermişti.

 

Peygamber Efendimiz’den bir şey istendi mi, aslâ yok demezdi. İstenilen şey yanında bulunursa onu yerine getirir, bulunmazsa va’d ederdi. Cömertliğin hepsi kendisinde mevcuttu.

 

O, her hususta fazîlet timsâli idi.

 

O, bütün âlemlere rahmettir. (Rahmeten li’l-Âlemîn’dir.)

 

Salât sana, selâm sana, Ey Allâh’ın Resûlü!

 

Seni hakkıyla bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ’dır. Sen, «Rahmeten li’l-âlemîn»sin! Sen, «Hâtemü’l-Enbiyâ»sın!

 

Sen, «Levlâke, levlâke, lemâ halaktü’l-eflâk» hitâbı izzetinin muhâta­bısın.

 

Sen, «Muhammed Mustafâ»sın. Allâhümme salli alâ seyyidinâ Mu­hammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.