Hendek Muhârebesi

(Hicrî: 5, M.: 626)

Yahûdîler, Mekke müşrikleri ve Necid'deki Gatafân, Benî Süleym ve diğer bazı arap kabîlelerinin ittifakı sebebi ile Hendek Muhârebesine Ahzâb Muhârebesi de denilmiştir. Yahûdîler, Medîne diyârından çıkarıldıktan sonra, Yahûdî reislerinden olan Huyey ibn-i Ahtab, Sellâm ibn-i Eb’il-Hukayk ve Kinâne ibn-i Ebî Rabî’ Mekke’ye giderek Kureyşlilere; “Benî Kurayza kabîlesi içeriden, siz hâriçten müslümanların hesâbını berâberce görelim” dediler. Müşrikler, Dârünnedve’lerinde toplanarak kararlarını kat’îleştirdi­ler. Bu karar üzerine Ebû Süfyân, 300 atlı, 1500’den fazla develi, diğer­leri yaya olmak üzere 4 bin civârında askerle Mekke’den çıktı. Merruzzahrân’a gelince, Necid tarafından Gatafân askerleri gelip müş­rik ordusuna katıldılar. Yahûdîler bununla da kalmayıp, Necid kabîle­sinden Benî Süleym, Benî Esed ve Eşca' kabîlelerinin de Kureyş kabîlesine katılmalarını sağladılar. Böylece, Ebû Süfyân’ın ordusu git­tikçe büyüyerek 10 binden fazla bir kuvvet olmuştu.

 

Peygamberimiz’in Ashâbıyla İstişâresi

 

Resûlullâh, Kureyş’in bu teşebbüsünü ve arapların yahûdîler tara­fından kışkırtıldığını işittiğinde ashâbını topladı. Bu kalabalık kuvvete karşı nasıl hareket etmelerinin uygun olacağı husûsunda istişârede bulundu. İstişâre meclisinde bulunanlardan Selmân-ı Fârisî20 dedi ki:

 

“Yâ Resûlallâh! ben bu kadar yaş yaşadım birçok harplerde darp­lerde bulundum. O zamanlar şehre düşman hücum edecek olursa şeh­rin etrafına hendek kazardık. Muvâfıksa düşmanın geleceği tarafa bir hendek kazalım.” dedi.

 

Peygamberimiz, diğer sahâbîlerine döndü; “Siz ne dersiniz?” buyurdu.

 

Onlar da isâbetli gördüler. Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz; “Muvâfıktır.” buyurarak Selmân-ı Fârisî’nin görüşünü tasdik ve îfâ ettiler.

 

Resûl-i Ekrem ile müslümanlar şehrin hâricine çıkıp hendek kaz­mağa başladılar. Resûl-i Ekrem, bizzat kendisi de kazmayı eline alıp hendek kazıyor, toprak atıyor, Abdullah İbni Revâha’nın beyitlerini de hep berâber söylüyorlardı.

 

Beyit şu meâlde idi: “Allâh’ın lûtuf ve hidâyeti olmasaydı, biz ne hidâyete erer, ne sadaka verir, ne de ibâdet ederdik. Yâ Rab, bizi huzur ve sükûna kavuştur. Düşmanla karşılaşırsak bize sabır ve metânet ver.”

 

Selmân-ı Fârisî (r.a.), bedenen kuvvetli olduğu gibi bu işlere de alı­şık olduğundan, on kişinin işini görüyordu.

 

Hendek Kazılırken Zuhûr Eden Mûcizeler

 

Hendek kazılırken hayât şartları çok ağırdı. Çünkü mevsim kış ve havâ soğuktu. Ayrıca, o yıl Medîne’de kıtlık da hüküm sürüyordu. Bunun netîcesi olarak açlık ve soğukla mücâdele ediliyordu. Günlerce bir şey yenilmediği oluyordu. Peygamberimiz (s.a.v.)ve Ashâb-ı Kirâm, açlık çalışmağa mâni olmasın ve açlık hissi duyulmasın diye karınlarına taş bağladılar.

 

Bu kıtlık ve açlık hâlinde, Resûlullâh’ın birçok mûcizeleri zuhur etti.

 

Hz. Beşir’in Kızının Tükenmeyen Hurmaları

 

Ensârdan Hz. Beşir ibn-i Sa’d’ın hanımı kocasına ve oğlan kardeşi Abdullâh ibn-i Revâha’ya verilmek üzere, kızı ile hurma göndermişti. Kızcağız yanından geçerken Resûl-i Ekrem onun elindeki hurmayı gör­müş ve ona; “Şu hurmaları getir bakalım.” demişti.

 

Kız Resûlullâh’ın sözünü dinleyerek, hurmaları ona götürdü ve bek­lemeğe başladı. Kızcağız hurmaları Resûlullâh’a verdiği zaman, hur­malar kızın avucunu doldurmuyordu.

 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir bez getirerek hurmaları üzerine yaydı. Bir avuç hurma, bezi doldurup taşınca kızcağız hayretler içinde kalmıştı. Resûl-i Ekrem hendekte çalışanları çağırtarak öğle yemeğine dâvet etti. Hendekte çalışanlar yavaş yavaş gelmeğe başladılar. Onlar yedikçe hurmalar çoğalıyordu.

 

Hz. Câbir (r.a.)’ın Koyunu

 

Ensârdan Câbir (r.a.)’ın bir koyunu vardı. Câbir bu koyunu keserek, hendek kazanlara yedirmek istedi. Ancak, tamâmına yetmeyeceğini de biliyordu. Bunun için âilesine, koyunu kesmesini ve biraz da arpa ek­meği yapmasını istemiş, âilesi de bu isteği yerine getirdikten sonra, hemen Resûl-i Ekrem’in yanına gelerek onu yemeğe dâvet etmişlerdi. Resûl-i Ekrem, onun bu dâvetini memnunlukla karşıladı.

 

Amma çok geçmeden Medîne sokaklarında; “Bu akşam Resûlullâh ile birlikte akşam yemeğine, Câbir’in evine buyurunuz.” sesleri duyul­mağa başlamıştı.

 

Câbir, bu sözleri duyunca şaşırmıştı. Çünkü, o sâdece Resûl-i Ek­rem’i yemeğe dâvet etmişti. Böyle bir kalabalığa hazırlıklı olmadığın­dan ne yapacağını bilemiyordu.

 

Resûlullâh ete ve ekmeğe bereket için duâ ettikten sonra “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” buyurdu.

 

Onar onar girdiler. Resûlullâh eti parçalayıp ekmeğin üzerine koya­rak ashâbına veriyordu. Gelen yedi, giden yedi. Bitiremediler. Bir hayli yemek de arta kaldı.

 

Resûlullâh (s.a.v.), Câbir’in hanımına; “Bu kalanı da hem kendin yersin hem de hediye edersin” buyurdu.

 

Bu mûcizeyi Câbir’in hanımı şöyle anlatmıştır: “Allâh’a yemin ede­rim ki, gelenler bin kişi oldukları ve hepsi de yiyip doydukları hâlde çömleğimizde ve hamurumuzda bir eksilme olmamıştı. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik.”

 

Hendekteki Büyük Kayanın Fahr-i Kâinât’ın Darbesiyle Paramparça Olması

 

Hendek kazılırken, kazma işlemeyen, kırılmayan sert bir taş kütle­sine rastlandı. Peygamberimize haber verildi. Bu, kendisinin açlıktan karnına taş bağladığı, Ashâbın da üç gündür bir şey yemediği zaman­daydı. Resûl-i Ekrem gelip baktı. Mübarek ağzına aldığı suyu bir kab ile sert yere serpti. Balyozu eline alıp oraya vurmasıyla, sert taşın kum gibi dağıldığı görüldü.

 

Hz. Selmân’ın bulunduğu kısımda külünk işlemez çok sert bir kaya ile karşılaşıldı. Sahâbe çok uğraştığı hâlde kimse onu kırıp parçalaya­madı. Âletler kırılmış, çalışanlar âciz kalmıştı. Selmân-ı Fârisî, Resûlul­lâh’a haber verdi.

 

Bunun üzerine; Kâinâtın Efendisi gelip, balyozu bizzat mübârek el­lerine aldılar. «Bismillah» diyerek balyozu taşa üç kere vurdular.

 

Birinci vuruşta, kayanın üçte biri koptu. Darbenin tesirinden çakan bir şimşek Medîne’nin iki kayalığının arasını aydınlattı ve Yemen tara­fına sıçradı. Peygamberimiz hemen; “Allâhü Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi. Şimdi San’a’nın kapılarını görüyorum.” buyurdu.

 

İkinci vuruşta, taşın üçte biri daha parçalandı. Çakan şimşek, orta­lığı aydınlatıp Şâm cihetine sıçradı. Peygamberimiz; “Allâhü Ekber! Vallâhi, bana Şâm’ın (Bizans’ın) anahtarları verildi. Şu anda kırmızı köşklerini görüyorum.”  buyurdu.

 

Üçüncü vuruşta, o çetin kayanın geriye kalanı da parçalandı. Böy­lece kayanın tamâmı paramparça oldu. Son darbe ile çakan şimşek, İran tarafına sıçradı. Peygamberimiz; “Allâhü Ekber! Bana Fars’ın anahtarları da verildi. Şuradan Medâin’i ve Kisrâ’nın beyaz köşkünü görüyorum.” buyurdu.

 

Bunlar geleceğe âit müjdelerdi. İslâm fütûhâtının üç dalga hâlinde bütün dünyâya yayılacağına işâret ediyordu ve öyle de oldu.

 

Muhârebenin Başlaması

 

İki hafta gibi kısa bir sürede, hendek, kazılıp istenilen şekle gelmişti. Müslümanlar sırtlarını dağa vererek, üçbin kişi ile Medîne’yi müdâfaa edeceklerdi.

 

Müşrik ordusu kendilerine katılan ahzâbla birlikte gündoğusu tara­fından gelip Uhud Dağı cihetinde bir yere kondular. Resûlullah da İs­lâam askerleriyle şehrin hâricine çıkıp Sel' nâmındaki dağa arka verdiler ve düşmana karşı saf olup durdular. Beklemeğe başladılar.

 

Vaktâ ki, müşrikler, Medîne’ye geldiler. Hendekle karşılaşınca şaşıp dehşete kapıldılar. Öteye beriye dolaşıp geçecek yer aradılar, bulama­dılar. Müslümanlar da onları, ok yağmuruna tutmuşlardı. Neden sonra Kureyş’in en kuvvetli askeri, Amr ibn-i Abd-i Vedd, dar bir yerden atlayarak hendeği geçti. Hz. Ali, Amr’ı şiddetli bir kılıç darbesiyle yere serdi. Hendeği atlarla geçen diğer beş kâfirden biri daha öldürülünce ötekiler korkup geriye kaçtılar. Müslümanlar, ok yağmuruna devâm ettiler. O gün ikindi namazı bile geçmiş, sonra onu kazâ etmişlerdi. Akşam olmuştu. Resûlullâh, hendeğe nöbetçiler bırakarak, müşriklerin gece de hendeği geçmelerine fırsat vermedi. Havanın çok soğuk olma­sına rağmen bir gedikte de bizzat Resûlullâh nöbet bekliyor, ashâbını zaferle müjdeliyordu.

 

Hendeğin bir mahalli, istenilen şekilde kazılamamış olduğundan geceleyin düşmanın oradan geçebilme ihtimâline karşı Resûl-i Ekrem bizzâat beklerdi.

 

Bu arada, Medîne münâfıkları şöyle diyorlardı: “Muhammed bize Kayser’in, Kisrâ’nın hazînelerini vâdediyor. Biz ise, bugün hendek içinde mahpus olup, bir adım gidemiyoruz”.

 

Bir ara müşriklerin, müslümanlar üzerindeki şiddet hareketleri ol­dukça arttı. Buna Benî Kurayza’nın ahdini bozarak, Kureyş’e iltihak haberi eklenince, müslümanların durumu daha da zorlaştı. Böylece müslümanlar arkalarından vurulmuş oluyorlardı.

 

Cenâb-ı Hakk, bu husûsu Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle haber veriyor:

 

“O vakit münâfıklarla, kalplerinde bir maraz bulunanlar, ‘Allah ve Resûlü bize bir aldatıştan başka bir şey va'detmemiş’ diyorlardı. Onlar, kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı. O vakit düşmanlar üst tara­fınızdan ve alt tarafınızdan gelerek hücum etmişlerdi. O hengâmede gözler dönüp kalmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı. Türlü türlü zan­lara kapılmıştınız. İşte o zaman, mü’minler denenmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğramıştı.” (Sûre-i Ahzâb, 10-13)

 

Müslümanlar bu anda; “Allâhım! Ayıplarımızı ört, maiyyetimizi koru.” diye duâ ediyorlardı.

 

Peygamber Efendimiz; müslümanlara kuvvet ve metânet veriyordu. Müslümanlar çok sıkılmıştı. Medîne şehri, her taraftan kuşatılmıştı. Her taraftan müslümanlar müşriklerle çarpışmaktaydılar. Ayrıca soğuk ve açlık da müslümanları perişan ediyordu. Muhâsara on beş gün kadar sürdü. Sıkıntı artmıştı.

 

Harp Hîledir

 

O sırada müşrik saflarında olan, Gatafânlılardan Nuaym ibn-i Mes’ûd’a Hz. Allah îman nasîb etti. Nuaym müslüman oldu, ama müs­lüman olduğunu müşriklere söylemedi. Geceleyin bir fırsatını bulup hendeğin kenarında nöbet bekleyenlere müslüman olduğunu ve Resûl-i Ekrem’in huzûruna çıkmak istediğini söylemişti. Nöbetçiler hemen Resûlullâh’ın huzûruna çıkardılar. Resûl-i Ekrem de onun müs­lüman olduğunu öğrenince çok sevindi. Çünkü, harp esnâsında birini elde etmek gâlibiyeti elde etmek demekti.

 

Resûl-i Ekrem’in yanında şehâdet getiren Nuaym İbn-i Mes’ûd; “Ben ve arkadaşlarım İslâm’ı seçtik. Dînimizi bilmiyoruz. Bize yardım edin. Ben de, ehl-i İslâm’a hizmet etmek istiyorum” dedi.

 

Resûl-i Ekrem de; “Muhârebede hîle mübahtır. Zâten harp hîle de­mektir. Sen de istediğin bir şeyi yapabilirsin.” diye müsâade etti.

 

Nuaym İbn-i Mes’ûd yapacağı şeyi Resûl-i Ekrem’e anlattı. Plânı çok güzeldi.

 

Nuaym İbni Mes’ûd tekrar geldiği yere geri döndü. Kurayza kabîlesi daha onun müslüman olduğunu bilmiyordu. Nuaym ibn-i Mes’ûd Ku­rayza’ya şöyle dedi: “Kureyş, havaların çok soğuk ve zor olmasından dolayı harpten bıktı. Yarın onlar giderlerse siz Muhammed ve ashâbıyla berâber kalacaksınız. Ahdinizi bozup düşmanla birleştiğiniz için acabâ hâliniz ne olur?. Bana kalırsa siz Kureyş ve Katafan’ın eşrâfından bir takım adamları rehin olarak almalısınız ki, onlar da bu harbi bitirmeden gitmesinler. Yoksa, sonra siz harp meydanında fedâi koç gibi kalırsınız”. Onlara, bu sözünün çok gizli tutulmasını söyledi. Benî Kurayza bu söz­leri çok mantıklı buldu. Nuaym'a tavsiyesinden dolayı teşekkür ettiler.

 

Nuaym ibn-i Mes’ûd, benî Kurayza’dan sonra, Ebû Süfyân’ın ya-nına gitti. Onlara da; “Yahûdîler, Muhammed’e olan ahitlerini bozduk­larından dolayı çok pişman olmuşlar, onunla yine anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafân eşrâfından 70 kişiyi Muhammed’e teslim etmeyi va'detmişler. Sizden rehin isterlerse kat’iyyen vermeyi­niz. Benim bu sözümü de sakın hiç kimseye söylemeyiniz.” dedi.

 

İşte böylece iki kabîle arasına şüphe girmiş, birbirine îtimatları kal­mamıştı.

 

Sabah olunca, Ebû Süfyân Kurayza kabîlesine harp etmeleri için bir heyet gönderdi. Benî Kurayza da; “Bugün Sebt (Cumartesi) günüdür. Biz harp edemeyiz” diye mâzeret gösterdiler. “Ancak öbür gün harp edebiliriz. O da şu şartla ki; bize eşrâfınızdan birkaç kişiyi rehin verme­lisiniz. Tâ ki, sizden emin olalım” dediler.

 

Kurayza’nın bu hâli, Nuaym ibn-i Mes’ûd’un dediğini doğru­luyordu. Kureyş’in îtimâdı bu şekilde iyice sarsılmış oldu.

 

Peygamber Efendimiz’in Duâsı ve Zafer

 

Bu esnâda, Resûlullâh kurtuluşun çabuk olması için Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâ ediyor, yalvarıyordu: “Allâhümme münzil’el-kitâb, serî’al­hisâb, ihzim’il-ahzâb... (Ey kitâbı indiren Allâh’ım! Ey hesâbı çabuk gören Allâh’ım! Sana, senin dînine, senin Resûline, sana îmân eden mü’min kullarına düşman olan şu kâfirler topluluğunu hezîmete uğrat! Müşriklere ve yahûdîlere bozgun ver! Aralarına zelzele ve ıztırab düşür! Onları sars, onlar üzerine bize nusret ver)”

 

Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.), yerden bir avuç toprak alarak; “Şâhe­ti’l-vücûh (yüzler yere sürünsün)” diyerek düşmanlar üzerine attı. Büyük bir mû’cize zuhûr etti.

 

Fahr-i Kâinât’ın bu duâ ve niyâzının arkasından Cenâb-ı Hak şid­detli bir kasırga gönderdi. Öyle şiddetli ki; ağaçları koparıyor, yerden kaldırdığı tozu düşmanın yüzüne çarpıyor, eşyayı kaldırıp yerden yere vuruyor, çadırları söküyordu. Yemek kazanları bile altüst olmuştu.

 

Kureyşliler, müslümanlar karanlıkta hücum ederler diye korkmağa başladı. Daha sabah olmadan zâten yola koyulmuşlardı. Böylece Haz­ret-i Allah mü’minlere, lûtfu ile, inâyeti ile yardımını göstermişti.

 

(20) Selmân-ı Fârisî (r.a.) Peygamberimize gelip îmân ettiği zaman 150 yaşında idi.