Habeşistan’a Hicret

Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) müslüman olmaları, ina­nanları biraz ferahlatmıştı. Fakat yine de müşriklerin müslümanlara yapmakta oldukları eziyetler bitmek tükenmek bilmiyordu. Resûlullah Efendimiz, sahâbîlerinin işkenceler altında kıvrandıklarını görünce; “Siz bâri, yeryüzüne dağılın, Yüce Allah sizi yine toplar” dedi.

 

“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Nereye gidelim?” dediler.

 

Resûlullâh, Habeş ülkesinin bulunduğu tarafı eliyle işâret ederek; “İşte oraya! Siz, Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş hükümdârının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası, doğruluk ve emân yurdu­dur. Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur” dedi.

 

Bunun üzerine, peygamberliğin 5. yılı receb ayında, Habeşistan’a gitmek isteyen on erkek, beş kadın olmak üzere, onbeş kişilik ilk muhâ­cir kâfilesi, müşriklere duyurmadan, kimisi binitli, kimisi yaya olarak gizlice Mekke’den ayrıldılar. Şuaybe mevkiinden Habeşistan’a gitmek üzere bulunan, bir tüccar gemisine, yarım dînar ücret ödeyip bindiler.

 

Kureyş müşrikleri işin farkına varınca, muhâcirleri geri çevirmek için deniz sâhiline kadar geldiler. Ne var ki, gemi muhâcirleri bindirip denize açılmış bulunuyordu.

 

Muhâcirler, Habeş ülkesinde rahat bir nefes aldılar. Sâkin bir hayâta kavuştular. Hasretini çektikleri ibâdet ve huzûra daldılar. “Biz burada hayırlı bir komşuluk, dînimize dokunulmazlık gördük. İncitilmeksizin ve hoşlanmadığımız hiçbir söz işitmeksizin Allâh’a ibâdet ettik!” dediler.

 

Hicret eden ilk kâfile:

 

Hz. Osman ve zevcesi Hz. Rukiyye (r.anhâ),

 

Ebû Huzeyfe (r.a.) ve zevcesi Sehle,

 

Zübeyr ibn-i Avvâm (r.a),

 

Mus’ab ibn-i Umeyr (r.a.) ,

 

Abdurrahman ibn-i Avf (r.a.),

 

Amr ibn-i Rabîa (r.a.) ve zevcesi Leylâ (r.anhâ),

 

Ebû Seleme (r.a.) ve zevcesi Ümmü Seleme,

 

Osman ibn-i Maz’ûn (Kâfile reîsi),

 

Ebû Sebre ibn-i Ebîre (r.a.) ve zevcesi Ümmü Külsüm (r.anhâ),

 

Süheyl ibn-i Beydâ (Vehb) (r.a.) idiler.

 

Bu kâfilenin orada iyi karşılandıkları ve ibâdetlerini râhat bir şekilde edâ edip huzur içinde oldukları haberi gelince, bir yıl sonra, 83’ü erkek ve 12’si kadın olmak üzere 95 kişi daha, kâfile kâfile Habeşistan’a hicret ettiler. Bu kâfilenin reîsi Câfer ibn-i Ebî Tâlib (r.a.) idi.

 

Müşriklerin Muhâcirler Hakkında Necâşî’ye Başvurmaları

 

Müşrikler, müslümanların Habeşistan’da huzur içinde yaşamalarını çekemediler. Onları geri çevirmek için teşebbüse geçtiler. Habeş hü­kümdârına, keşişlere ve saray adamlarına, Mekke’den mükemmel sah­tiyan (tabaklanmış keçi derisi) bir çok kıymetli hediyeler hazırlayıp, iki elçi ile gönderdiler ve elçilere şöyle tenbihte bulundular: “Siz Necâşî (Habeş Hükümdârı) ile görüşmeden önce, hükümet erkân ve kumandanlarından her birine hediyelerini verin. Daha sonra, Necâşî’ye hediyelerini takdim edin ve ondan, müslümanlar’ın (geri gönderilmek üzere) size teslimini isteyin” dediler. Bu elçiler, Abdullah ibn-i Ebî Rabîa ve Amr ibn-i Âs idi.

 

Bu iki elçi, Habeşistan’a gidip Kureyşlilerin verdiği tâlimât üzere hareket ettiler. Hediyeleri takdim edip görüştüler. Sonra Necâşî’ye; “Bizden bâzı aklı ermez gençler, milletlerinin dîninden ayrıldılar. Sizin dîninize de girmediler. Bizim de, sizin de bilmediğimiz yepyeni bir din ile ortaya çıktılar. Onlar şimdi ülkenize sığınmış, yamanmış bulunu­yorlar. Biz onların geri çevrilmeleri, bize iâdeleri için kavmin eşrâfı tarafından gönderilmiş bulunuyoruz.” dediler.

 

Abdullah ibn-i Rabîa ile Amr ibn-i Âs’ın bu sözleri, Necâşî’yi sinir­lendirmişti.

 

Necâşî’nin çevresinde bulunan Hükümet adamları ise; “Ey Hüküm­dâr! Bunlar doğru söylüyorlar. Kendilerinden olanlar, elbette onları başkalarından daha iyi bilirler. Kusurlarını da, başkalarından daha iyi görürler. Onları, bunlara teslim et. Yurtlarına, kavimlerine döndür­sünler.” dediler.

 

Necâşî büsbütün kızdı; “Hayır! Vallâhi, çâresiz kalmış, çevreme konmuş, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, bun­lara teslim etmem. Ancak, onları çağırır; şunların, onlara dâir söy­ledikleri şeyleri kendilerine sorarım. Eğer iş şunların dedikleri gibi ise, onları bunlara teslim ederim. Onları kavimlerine geri çeviririm. Şâyet, iş bunun aksi olursa, kendilerini en güzel şekilde korur, gözetirim.” dedi.

 

Necâşî, Resûlullâh’ın ashâbına dâvetçi gönderdi. Muhâcirler, dâvet­çinin etrâfına toplandılar. Birbirlerine; “Necâşî’ye vardığınız zaman ne söyleyeceksiniz!” diye sordular. Buna cevap olarak da, gene biribirle­rine; “Vallâhi, bizim bu husustaki bildiklerimiz Peygamberimiz’in bize buyurduğundan ibârettir! deriz. Bu yolda ne olacaksa olur!” dediler. Bunun üzerine Hz. Câfer; “Bugün, sizin sözcünüz benim” dedi.

 

Hepsi ona tâbi oldular. Hep birlikte Necâşî’nin sarayına gittiler.

 

Muhâcirlerin Necâşî’nin Huzurunda Muhâkeme Edilmeleri

 

Necâşî, huzuruna râhipleri de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrele­rine yaydılar. Hz. Câfer (r.a.), Necâşî’nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi. Necâşî’nin adamları, Hz. Câfer’e; “Sen, ne diye hüküm­dâra secde etmedin?” dediler.

 

Hazreti Câfer (r.a.); “Biz, ancak Allâh’a secde ederiz!” dedi.

 

“Niçin?” diye sordular.

 

Hazret-i Câfer; “Allah, bize Resûlünü gönderdi. O da bize Allah’dan başkasına secde etmemeği emretti!”  dedi.

 

Amr ibn-i Âs ve arkadaşı, Necâşî’ye; “Biz, bunların hâlini sana bil­dirmedik miydi?” dediler.

 

Necâşî muhâcirlere; “Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz. Siz ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz. Bir isteğiniz de yok. O hâlde benim memleketime niçin geldiniz? Sizin, şu Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana bildiriniz ki, siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin verdiği gibi selâm vermiyor­sunuz?” dedi.

 

Hazret-i Câfer, gelen müşrik elçilerinden yalnız birisinin konuşması hususunda hükümdârın emretmesini isteyerek, bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif üzerine, iki elçiden Amr ibn-i Âs konuşacağını söyledi. Hz. Câfer, Amr ibn-i Âs ve Necâşî arasında şu konuşmalar cereyan etti:

 

Hazreti Câfer; “Ey hükümdâr! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim edilecek köleler miyiz?”

 

Amr ibn-i Âs; “Hayır! Onların hepsi asîl ve hür kimselerdir.”

 

Hazret-i Câfer; “Bizim onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek borçlarımız var mı?”

 

Amr ibn-i Âs; “Hayır! Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbet­tikleri mal yoktur.”

 

Hazret-i Câfer; “Biz, haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi bizi geri istiyorlar?”

 

Amr ibn-i Âs; “Hayır, hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir isteğimiz var!”

 

Hazret-i Câfer; “Öyle ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?”

 

Burada dikkate şâyân bir nokta; Devletler hukûkunun isminin işitil­mediği, diplomasî ilimlerinin bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete ilticâ eden şahısların iâdesi için, sağlam ve ma’kul sebepler inşâ edilmesi lâzım geldiğini; mü’minin ferâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına, Habeş hükûmet adamlarını iknâ etmiştir.

 

Amr ibn-i Âs; “Onlar ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar. Muhammed’e ve dînine uydular.” dedi.

 

Necâşî, Hz. Câfer’e dönüp; “Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bıra­kıp da, benim ve de başka milletlerin dînine girmediğiniz hâlde, ne diye sâdece kendinizin bildiği bir dîne girdiniz? Başka ülkeleri değil de benim ülkemi tercih edişinizin sebebi nedir? Dininiz nasıl bir şeydir? Uyduğunuz peygamberin hâli nedir?” diye sordu.

 

Hazret-i Câfer; “Ey hükümdâr! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi. Allâhü Teâlâ, bize, kendimizden; soyunu-sopunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezâhetini duyup bildiğimiz bir pey­gamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik.

 

O peygamber; bizi Allâh’a, Allâh’ın birliğine inanmaya, ona itâata, bizim atalarımızın tapındığı taşları ve putları bırakmaya dâvet etti. Doğru sözlü olmayı, emânetleri yerine getirmeyi, akrabâlık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmek­ten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan, yalan söylemek­ten, yetimlerin malını yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftirâ etmekten bizi menetti. Hiçbir şeyi, ortak koşmaksızın Allâh’a ibâ­det etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de, onu tasdik ve ona îman ettik. Onun Allah’dan getirip tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Onun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını da helâl olarak kabûl ettik.

 

Bu yüzden, kavmimiz bize düşman kesildi; zulmetti. Bizi, dînimiz­den döndürmek, Allâh’a ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perîşân ettiler. Bize eski kötülüklerimizi tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça sıkış­tırdılar. Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu-yuvamızı bırakarak, senin ülkene geldik, sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim peygamberimiz, bizi sizin yanınıza ve ülkenize gönderirken, ‘Necaşî’nin ülkesinde kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adâletin ve doğruluğun yurdudur.’ dedi. Senin himâyene sığındık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramaya­cağımızı ummaktayız ey hükümdâr!

 

Selâm verme işine gelince; biz, seni Resûlullâh’ın selâmı ile selâm­ladık ki, birbirimizi de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmları­nın da bu şekilde olduğunu Resûlullah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle selâmladık! Sana, secde etmek husûsuna gelince; biz Allah’dan başkasına secde etmekten Allâh’a sığınırız!...”  dedi.

 

Necâşî; “Sizin yanınızda, Allah’dan gelmiş bir şey var mı?” diye sordu.

 

Hazreti Câfer; “Evet, var.” deyince, Necâşî; “Onu, bana oku!” dedi.

 

Hazreti Câfer (r.a.), Meryem Sûresi’nin baş tarafından okumağa baş­ladı. Okunan Kur’ân’ı huzû ve huşû içinde dinleyen Necâşî’nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıs­lattı. Râhipler de ağladılar.

 

Necâşî ve râhipler; “Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!” dediler. Hz. Câfer Kehf Sûresi’ni de okudu. Necâşî, kendisini tutamayarak; “Vallâhi, bunlar Hz. Îsâ’ya ve Hz. Mûsâ’ya gelen kelâm ile aynı menba’dan gelen nurdur.” dedi. Kureyş elçilerine döndü; “Gidiniz, vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm.” dedi.

 

Müşriklerin Hîlesi ve Necâşî’nin Kat'i Tavrı

 

Abdullah ibn-i Ebî Rabîa ile Amr ibn-i Âs, Necâşî’nin huzurundan çıktılar. Amr ibn-i Âs, arkadaşına; “Vallâhi, yarın onların bir kabahatini ortaya koyup, Necâşî’nin gözünden öyle bir düşüreceğim ki” diyerek bir hîle düşündü.

 

Ertesi günü Necâşî’nin huzuruna çıkıp; “Ey hükümdâr! Onlar, Mer­yemoğlu İsâ’ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara bir adam gönderip İsâ için ne söylediklerini bir sor.” dedi.

 

Necâşî, Hz. İsâ hakkındaki telâkkilerini sormak üzere muhâcirleri çağırdı; “Siz Meryemoğlu Îsâ hakkında ne dersiniz?” diye sordu.

 

Hazreti Câfer; “Biz, Hz. İsâ hakkında, Peygamber Efendimiz’in bize Allah’dan getirip tebliğ ettiğini söyleriz,” dedi ve Sûre-i Meryem’in 29-33. âyetlerini okudu.

 

Esteîzübillâh (Kâle innî Abdullâh Âtâniyelkitâbe vecealenî nebiyyen ve­cealenî mübâraken eyne mâküntü ve evsânî bissalâti vezzekâti mâdümtü hayyâ veberren bivâlidetî velemyec’alnî cebbâren şekıyyâ) [Okunan âyet-i kerîmelerin meâli şerîfi: Hz. Meryem (beşikteki oğlu) Îsâ’ya (konuş diye) işaret etti. (kavmi) ‘biz henüz beşikte olan bir sabî ile nasıl konu­şuruz?’ dediler. (O esnâda Îsâ, dile gelip dedi ki) ben muhakkak Al­lâh’ın kuluyum, o Allah bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı,].

 

Necâşî çok duygulandı. Eline bir çubuk alarak yere bir çizgi çizdi ve “Vallâhi, Meryemoğlu Îsâ da, zâten sizin söylediğinizden başka bir şey değildir. Arada şu çizgi kadarcık bile bir fark yoktur.” dedi.

 

Bu sözleri duyduktan sonra, müslümanları daha çok sevdi. Müşrik­lere iâde etmek şöyle dursun, onları eskisinden daha ziyâde himâye etmeye başladı ve müslüman muhâcirlere; “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şehâdet ederim ki, o Resûlullah’dır. Zâten biz, onun geleceğini İncil’den öğrenmiştik. O Resûlü, Meryemoğlu İsâ da müjdelemişti. Vallâhi, eğer o, ülkemde olsaydı gidip onun ayakkabı­larını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz. Ülkemin el sürülmemiş kıs­mında, her tecâvüzden korunmuş, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Ben, sizden herhangi bir adamı üzüntüye uğratıp da, bir dağ kadar altına mâlik olmayı arzu etmem.” dedi.

 

Necâşî, bundan sonra, müşrik elçilerinin getirdikleri hediyeleri; “Benim bunlara ihtiyâcım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu mülkümü, Allâhü Teâla bana verip de halkı boyun eğdirirken benden rüşvet al­madı!” diyerek red ve iâde etti.